Özgür insan, denizi daima seveceksin. -Baudelaire |
|
||||||||||
|
Hayır, bunlar dayının sözleri değil, dayının ağzından gelip geçen hayatın sözleri." (Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş, Doğan Kitap, 1.ci baskı, Eylül 2005, İstanbul.) John Steinbeck’in beyaz perdeye aktarılmış olan ünlü “Cennetin Doğusu” (East of Eden) romanından sonra Hasan Ali Toptaş’ın “Uykuların Doğusu” bende öncelikle, yine taklit maklit mi söz konusu gibi, önyargılı bir kuruntunun doğmasına yol açtı söz gelimi… “Cennetin Doğusu” Kaliforniyalı birkaç çiftçi ailesinin yaşamlarını anlatırken Kutsal Kitap’taki yeryüzü cenneti Aden bahçesine, Habil ile Kabil’e gönderme yaparak iyi ile kötünün bitmez tükenmez kavgasını irdeler. Oysa “Uykuların Doğusu” anılar ve özgeçmişle yoğrulmuş, bambaşka bir çizgide, baştan sona gerçeküstü ögelerle harmanlanmış, büyüleyici bir masalsı roman. Klasik roman tanımına da pek giriyor diyemeyiz. Bir masal roman, veya masalsı bir süit. Yine de çok daha ilginç isimler bulmak varken neden yazarın “Uykuların Doğusu”nda karar kıldığını anlamış değilim. KAFKA SENDROMU Birbirine ardışık masalsı öykülerden oluşan roman radyo evinde çalışan, ona buna yaltaklanmaktan zamanla arkasında koca bir kuyruğu oluşan bir adamın öyküsüyle başlıyor. Bu adamın “acayip bir yaratığa”, bir süre sonra “paspal bir köpeğe” benzemesi, Prof. Yıldız Ecevit’in yorumuyla, ilk bakışta Kafka’yı andırır gibi olsa da, yine de Toptaş’ı palas pandıras Kafka’ya benzetmeye kalkışmak pek doğru olmaz derim. Yani gerçekten anlayamıyorum, Türk yazarlarını Kafka'ya benzetmek gibi bir sendrom mu var bu ülkede? Çek asıllı, ama yapıtlarını Alman diliyle yazan Franz Kafka’nın “Başkalaşım” (Die Verwandlung) öyküsündeki “Gregor Samsa” bir sabah uyandığında kendisini tam anlamıyla dev bir haşarat (dev bir böcek veya hamamböceği) olarak yatağında sırtüstü yatarken bulur. Oysa, “Uykuların Doğusu”ndaki adam ise yavaş yavaş köpeğe “benzemeye” başlar: Sesi “köpek hırıltısına” benzedikten sonra bir gün ceketinin yırtmacından fırlayan kuyruğu da görünür, ama hiçbir zaman bir “başkalaşım” geçirerek tam anlamıyla bir köpeğe dönüşmez. Tabi bu arada “Die Verwandlung” u Almanca’dan Türkçe’ye “Değişim” veya “Dönüşüm” olarak çevirenlerin “alla turca” bir yanlış yaptıklarını da hemen belirteyim. Bu kitap Fransızca’ya “La Métamorphose”, İngilizce’ye “ The Metamorphosis” olarak çevrilirken, bizimkilerin, dilimizde bu sözcüklerin bire bir karşılığı olan “başkalaşım” dururken “değişim” veya “dönüşüm”ü tercih etmelerindeki derin anlamı ve bilgeliği doğrusu anlamış değilim. Nasıl desem, bu cüret, yetki ve hakkı nereden, kimden, nasıl alıyorlar onu da bilemiyorum. Eğer “Die Verwandlung” böyle “mealen” şallak mallak çevrildiyse, içerik nasıl çevrilmiştir acaba? Bunlar Hilmi Yavuz’un çeviri eserler hakkında yazdıklarını da mı okumazlar? Başkalaşım (metamorfoz) biyolojik bir süreç olup bir yaratığın bambaşka bir şekle, bambaşka bir yaratık haline dönüşmesidir. Örneğin, ipek böceği tırtılının koza örüp bir süre sonra buradan bir kelebek halinde çıkması gibi, veya, “Sinek” filminde sinek olan adam gibi. Enkarnasyon/reenkarnasyon (beden alma/ başka bir bedenle dirilme) gibi büyüsel, doğaüstü kökten dönüşümler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Yabancı filmlerin isimlerini Türk halkının anlayacağı şekilde çevirmek huyundan tam kurtuluyoruz derken bu kez başka bir çeviri vartası yazın dünyasında karşımıza çıkıyor! İşte sonunda Kafka’nın “böcek adamı” ile örtüştürülmeye çalışılan Toptaş’ın “kuyruklu adamı” eve kapanır, kimseyle konuşmaz. Dilini çözmek için hacılar, hocalar gelir ama nafile. Adamcağız sonunda evden kaçar, aylarca sağda sola gezinir. Ancak, hemen belirteyim ki bu kuyruklu adam öykünün sadece kahramanlarından biri. Böcek Gregor gibi başkahraman değil. Üstelik Kafka’nın öyküsü salt bu hamam böceğine dönüşen kişinin etrafında geçerken Toptaş’ın romanı bin bir değişik kişinin anlatıldığı çok daha karmaşık bir kurgu sergiler. MASALIMSI BİR DÜNYA “Uykuların Doğusu” Toptaş’ın özyaşam öyküsünden enstantaneler de sunuyor, ve, yazar çok sevdiği Cebrail isimli dedesi ile dayısının, babasının yaşamlarını da anlatıyor. Kitabın ilgi çekici yerlerinden biri 14.cü bölümde cehennem gibi bir uçurumun dibinde olan bir fabrikayla ilgili. Söylentilere göre bu fabrikada hem insanların aklını yavaş çalıştırmak, hem de gelecek nesilleri bön bön bakan salak bir kalabalığa dönüştürmek için belli aralıklarla havaya salınmakta olan bir çeşit gaz; ya da, insanın aklını daha hızlı çalıştırsın memleketi daha iyi yönetsinler diye bir çok devlet görevlisi için özel “kırmızı haplar”; ya da, insanın şansını açan “mucizevi bir sakız” üretilmektedir. Belki de bu fabrika her yöremizde mevcut, ya da, her yeni açılan tesisin yanına böyle bir fabrika yapılması için gizli bir emir de verilmiş olabilir! Hokkabazlar, sel suları, garip mezarlıklar, horoz dedeler, sessizlikler, adı sanı bilinmedik kuşlar, sıçrayıp ayın omuzlarına çıkan çatal dilli yılanlar, ağızlarından ovalar dolusu ateş püskürten dağ büyüklüğündeki ejderhalar, gölgeleri şehirleri kaplayan devasa testiler ve tıpkı insan gibi hıçkıra hıçkıra ta dünyanın öteki ucundan yuvarlanıp gelen kum taneleri ve benzer gerçeküstü imgelerle dolu büyüleyici anlatımıyla Miguel Angel Asturias’ın “Guatemala Efsaneleri” ni çağrıştıran romanda, Jheronimus Bosch’un fantastik tablolarını andıran, masalımsı bir dünya da gözler önüne seriliyor. Böyle bir dünyada rüzgar bile çok tuhaftır: “İşte o zaman ok vızıltısına benzeyen oldukça yaşlı ve insafsız bir rüzgâr da gelir, ortalıkta yavaş yavaş gezinmeye başlardı. Sırıklara bağlanmış sivri uçlu taşların ağırlığı da olurdu bu rüzgârın içinde. Acı ıslıklar eşliğinde gidip aniden vahşi hayvanların dalgınlığına saplanan mızrakların uzunluğu da olurdu sonra; ormanların uçsuz bucaksız karanlığı, göğe doğru yükselen kıvrak dişli ateşlerin sıcaklığı ve ıssız bir zamanın insana çok uzaklardaymış gibi gözüken, etrafı korkunç böğürtülerle çevrili, dillere destan genişliği de olurdu.” Bu masalsı romanda “hikayenin içinde yaşayana insanlar” ile “hikayenin dışında yaşayan insanlar” sürekli birbirine karışıyor. Çizgi film kahramanı Woody Wood Pecker’in duvarda asılı bir tablonun içine atlayıp kaçması gibi yazar da öykünün içine atlayıp uzaklara kaçma eğilimdedir. UYKULARIN DOĞUSU NERESİ? Steinbeck’in “Cennetin Doğusu” Kaliforniya veya bir kaçış yeridir, peki bu “Uykuların Doğusu” neresidir? Kutsal Kitap’ta söz edilen “cennetin doğusu” ile kastedilen yer Kabil’in kardeşi Habil’i öldürdükten sonra ceza olarak sürgüne gittiği “Nod” ülkesidir (Tevrat,Yaratılış 4:16). Yani yeryüzündeki cennetin dışında kalan bir “kaçış” yeridir. Nod sözcüğü “aylak, avare, sürgün” anlamlarına gelir. O halde, “Uykuların Doğusu” ile “uykuların dışında kalan” simgesel bir kaçış yeri mi kastediliyor? Uyku hakkındaki düşünceler 7.ci bölümün sonlarına doğru ele alınmış. Toptaş küçük bir çocuk iken uyuyup kalırsa dünyanın birden duracağına inandığından korkudan uyuyamaz. Bu yüzden babasının hediyesi küçük radyosunu sabaha kadar açık tutar. “Al yanaklı şarkılarla, bol dumanlı türkülerin” içine gömülerek uyur. İnsanın gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykuda olduğuna inanır. İnsan sınırlarını algılayamadığı kocaman bir uykunun içinde uyuyup uyanmaktadır. KİŞİLER Roman başkahraman yazarın ağzından birinci tekil şahıs kipinde anlatılıyor. Öne çıkan kişiler yazar/anlatıcı, Haydar, badem bıyıklı adam, yazarın dedesi Cebrail, yazarın dayısı, isimsiz adamlar.. Fakat genelde kimselerin isimleri, soyadları, kimlikleri tam anlamıyla belirgin değil. Bu kişilerden bazıları da kendi bildikleri öyküleri birbirlerine monolog şeklinde anlatıyorlar. Bir hayli saldırgan görüntü veren ismi cismi belli olmayan anlatıcılardan biri, yaramazlık eden çocukları ve koyun ruhlu insanları fırsat buldukça özel bir sopayla dövme eğilimindedir. Kızılcık sopası gibi ünlü ve ismi “haziran sopası” olan bu özel sopanın İslam cehenneminde yetişen zakkum ağacından yapıldığına inanılmaktadır. Tıpkı cehennem gibi gece gündüz yanan bu sopa “aklı içine alıp, aklın dışında kalan” bir şeydir. Bu öfkeli anlatıcı, küçüklere meydan dayağı çektikten sonra hiçbir tepki vermeden koyun gibi bakmaya devam eden “ciğeri beş para etmez” büyükleri de “kahrolası hımbıllar, kahrolası hımbıllar” diye bağırarak sopadan geçirir. Vurdukça onların gövdesinde sürüp giden hayatın uyuşukluğuna da vuruyormuş gibi olur. Ama tüm bu ağır dayaklar ve hatta falakaya rağmen büyükler, yani, “hayatı okumasını bilmeyen” o koyun ruhlu insanlar gene bir köşeye çekilip gözlerini diker ve olup bitenlere sinir bozucu bir şekilde gene öylece aval aval bakmaya devam ederlermiş: “Taşlar gibi bakarlardı tıpkı. (…) Onların nasıl baktıklarına bakınca, derhal uykusu gelirdi sanki insanın; durduk yerde toprağa yatıp ölesi, durduk yerde çıldırası, ya da ne bileyim, bir şeyleri kırıp dökerek birilerini öldüresi gelirdi” diyerek Toptaş insanımızın geleneksel bön bakışını, tepki vermedeki zayıflığını, duyarsızlığını betimlemeye çalışır. Derken tüm bu dayak kötekten sonra çıtır çıtır kıvılcımlar saçan bir takım derviş kılıklı adamların ortaya çıkması, bu adamların koyun ruhlu insanları korumak için sopaların önünde bir perde oluşturması, anlamlı, simgesel bildirimler içeriyor. Ancak, bu adamlar dayak yedikçe daha çok ışık saçmaya, ışıklar da insanların kalbine girmeye başladıkça “bu ışık adam denen puştların” yok edilmesi için emir verilir. Anlatıcılardan biri olan yazarın dayısı kötü bir hastalık sonucu kol ve bacakları doktorlar tarafından birer birer kesilen ve sonunda bir ağaç kütüğü gibi salt bir kalıp gövde halinde, yaşayamaya çalışan bir adam. Toptaş’a “Hasanım Ali” diye hitap eden dayısı, uğradığı psikolojik yıkım ve çektiği korkunç acılara rağmen, yaşamı anlamlı kılmanın başlıca yollarından birinin öykü anlatma sanatı olduğunu vurgular. Dayısına göre aslında “zihin denen fahişe” bir hikaye anlatıcısıdır. Bir şekerci dükkanı işleten Cebrail dedesi ise bir gün işi gücü bırakıp delice bir tutkuyla bulanık su arayan bir kuşun peşine düşer. Bu öyle garip bir kuştur ki bulanık su bulamadığı zaman berrak suları gagasıyla bulandırmaktadır. Hermann Hesse’nin “Sidharta”sı gibi asla aramaktan vazgeçmeyen dede sonunda delirir, bir kuş gibi çırpına çırpına yatağında ölür. Şimdi bu durumda Toptaş’ı hemen Hesse’ye mi benzetelim yani? Öykü, masal ile gerçek dünya arasında gidip gelirken, tıpkı bir su, bir ışık, ya da bir hayalet gibi şaşılası bir hızla akıveren, bazan ıssız bir su kabarcığına, bazan derinliği hayal edilemeyen geniş bir uykuya , bazan belleklerden taşmış bir rüyaya, bazan da bakışlar arasında gezinen bir boşluğa, ya da, henüz kimseciklerin tadamadığı, oldukça uzak ve acayip bir sarhoşluğa benzetilen “Haydar”, yazarın gerçek dünya ile iletişim kurma anında ortaya çıkan, gerçek mi yoksa düş mü olduğu belirsiz bir simge, veya, yazarın anıları ile geçmişini taşıyan “bellek” konumunda. Toptaş, Haydar’ı “Bin Hüzünlü Haz” adlı öyküsünde yokluğuyla var olan Alaaddin’e benzetir. Pamela Travers’in “Marry Poppins”i gibi çatıların, bacaların üstünde dolaşan, ayakları üzerinde yaylanan, bulutların içinden süzülüp geçen, kentin üzerinde uçan “Haydar”, bir bakıma İskoç yazar James Mathew Barrie’nin “Peter Pan”ına da benzemektedir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Hulki Can Duru, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |