İnsanların arasında yaşadığımız sürece, onları sevelim. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
KURTLAR VE İNSANLAR 3 MEZRA EVİNDE Kırsaldaki tek katlı evin penceresinde solgun bir ışık görülüyordu, dışarıda kıyamet kopuyordu, kar fırtınası bütün şiddetliyle devam ediyordu. Evin önündeki köpek kulübesinde bir hareketlilik oldu, köpeğin uykusu kaçmıştı, kulübeden dışarı çıktı, fırtına canını yaktı, kızdı ve havlamaya başladı. Bu sese sevinen ahırın önündeki diğer köpek de heyecanla dışarı çıktı, o da havlamaya başladı. Çok geçmedi ikisinin de iflahı kesildi ve hemen kulübelerine girip kıvrılıp yattılar. Böyle iyiydi. Mızıldadı biri, öteki de ona cevap verdi. Evin penceresine baktı ahırın önünde bağlı olan köpek. İçerden biri çıksa ve bir şey yapsa iyi olurdu. Rutin nöbet can sıkıcıydı ama arada kulübeden dışarı çıkıp boş boş havlayınca yaşadıklarını hissediyorlar, güç kazanıyorlardı. Bazen can sıkıcı olsa da mutluydular; çünkü onlar bu evi ve içindeki insanları koruma görevi verilmişti. Hep bunu hatırlıyor ve bu onları zinde tutuyordu, hava şartları ne olursa olsun. Durum ne olursa olsun. Ali mutfakta yumurta kırmaya girişmişti. Yerine otur yoksa kafanı kırarım Bir yumurta kıracağım işim hemen biter. Yerine otur dedim orayı yeni sildim. Bu konuda çok titizdi Melek. Ali oturmadı tabi. Çekil kenara, kurt mu var oğlum midende. Yiyip yiyip doymuyorsun. Melek yumurta kırıp tepsiye koydu onun önüne getirdi çay zeytin ve peynirle. Ali yumurtayı yedikten sonra pencere önüne gitti, dışarı çıkmak istedi ama annesi izin vermedi, ali annesinin odasına gitti ve alile albümünü alıp geldi. Sayfaları çeviriyordu, annesi ona kızdı, albümü ona getirmesini istedi, Ali albümü ona getirirken bir fotoğraf kayıp düştü kilime. Anne o fotoğrafı istedi. Ali uzattı. Ekin biçilirken çekilmiş bir fotoğraftı bu. 41 genç kız vardı fotoğrafta. Elerinde tırpanlar vardı bazılarının. Kimi önde yan yatmış diz çökmüş, diğerleri ayaktaydı. Leyla duygulandı. Geçmişini hatırladı. Bu fotoğrafı çekildiği zaman 15 yaşındaydı. Köyde birinin tarlasında çalışıyorlardı, para alacaklardı. Bir hikaye anlatmaya başladı. SONGÜL Kız arkadaşlarından biri, çok sevdiği kız arkadaşlarından biri aile kararıyla bir adamla evlendirilmişti, 40 yaşında bir adamla. Ailenin paraya ihtiyacı vardı, bu yüzden kızı vermişlerdi, kız da intihar etmeye karar vermişti. Leyla yapmaz diye düşünüyordu, çünkü Songül ölmekten çok korkan biriydi. Ailesi iyi para almıştı. Parayla büyük bir arazi satın almışlardı. Songül köydeki kızların en güzeliydi. Ailesi ve kardeşleri kurtulmuş ve rahat etmiş olacaktı o tarla sayesinde. Sonra damadın babası eski traktörünü de hediye etti aileye. Ailem için çok iyi olacak diyordu, düğünden önce intihar edecektim, caydım, ne verdilerse hepsini geri alırlar. Kız belki adamı seversin, Onu ben de düşündüm. Belki iyi olur. Bu yüzden bir süre bakacağım bu iş nedir, bazen kızlar zorla evlendirilir ama mutlu olurlar. Annem de babamla zorla evlendirilmiş. Sonra içi ısınmış ve dünyanın en iyi insanıyla evlendiğine bütün kalbiyle inanmış. Eskiden kuş kafalı olduğunu söylemişti. Abuk subuk tipleri uzaktan sevmiş, ama hiçbir onu cidden sevmemiş. Zaten o ilişkileri bir sona gitmemiş. Songül evlendi ve evinden ayrıldı, başak bir şehirde bir köyde yaşamaya başladı. Üç ay sonra öldüğü duyuldu. Derede boğulmuş. Kendini dereye mi attı yoksa öldürüldü mü kimse bilemedi. Ama Leyla’ya anlatmıştı, eğer döverse kendimi öldürürüm, yüzme bilmem, en iyi ölüm şekli bu, zehir içsem intihar etti derler, boğulmak iz bırakmadan ölmek, bizimkilerde verdiklerini de geri alma imkanları olmaz. Zekice değil mi?” “Bunu sakın kimseye söylemem. Söylemedim zaten. Bunu tek sen bileceksin. Ama Songül’ü tanıyanlar neyin ne olduğunu anladı. Songül 15 senelik yaşamında bütün sevecenliğiyle sarılmıştı yaşama, onu herkes çok severdi, geriye sağlam dostluklar, ve büyük kahkahalarını bırakmıştı köyde, dostlarında. Onun ölümü bütün kızların canını sıkmış ve erken yaşta göçüp gitmesi dostlarının sinirini bozmuş ve bunu bir türlü hazmedememişlerdi. Durumu Songül gibi olan başka kızlar da vardı. Sevdayı da ailesi istemediği biriyle evlendirmek istiyordu, Sevda kardeşim Songül gibi olmayacak deyip duruyordu, ben kendi hayatımı kuracağım. Ailesi lise 1’ den çekip almışlardı onu. Sevda köyden kaçma planları yapıp yapıp dururdu, kızlarla kafa kafaya verip bunu konuşurdu, bir gün gelecek ve bunu yapacaktı, nasıl kaçacaktı, nereye gidecekti, herkes akıl verirdi, herkes ona planı konusunda yardım etmeye çalışırdı, 3 abisi de gardiyan gibi sürekli gözlerdi onu. Sadece kız arkadaşlarıyla konuşmasına izin verirlerdi, kızlardan zarar gelemez diye. Oysa sevda kızlarla bir çete kurmuştu ve kimsenin haberi yoktu. Sevda sürekli plan yapar, en iyisini seçmeye çalışırdı, kızlar heyecanlanırdı, köyü terk eden bir kız şimdiye karar gördükleri duydukları şey değildi, çünkü hepsi korkardı, kendilerine güveni yoktu, köyün dışında şehirlerde bambaşka hayatların yaşandığını ve olabildiğini hayal edemezlerdi. Ya dindar yetiştirirleri, ya tarla işçisi, ve kötü bir adamın ve birçok çocuğun kölesi. Onlar vaad edilen buydu. Bir kötü adamın esiri olmak ömür boyunca. O adamlar o kızlara yeni ufuklar açmazdı, kızlar ne kadar az bilirse iyiydi, o zaman adamın emrinde ve hizmetçisi olurdu, o adamlar akıllı ve gözü açık kızları sevmezdi. Kıt akıllı, kontrol edilebilen, boyun eğebilen iyi kızlar onların işine gelirdi. Onlar kızlarla evlenince onların nasıl mutlu edileceğine dair dersler almamışlardı, belli rutinleri devam ettirirlerdi, belli ihtiyaçlarını ve buna uyacak bir eş ararlardı. Yani ortada aslında kasıtlı bir kötülük yoktu, şuursuzluk ve bir bilinçsizlik vardı. Kadın nasıl mutlu edilir, o erkeklere öğretilen bir şey değildi. Sevda köyden kaçma planlarını anlatıp duruyor, zaman geçiyor bir şey olduğu yoktu. Dalga geçerek:“Ne o sevda. Kaçma planları suya mu düştü?” Önce ters baktı ve gülümsedi: “Hayır canım. Bir zamanı var.” “Yoksa korkuyor musun?” “Aslan bile korkar. Tabi; ama bu beni yıldırmaz.” “Senin köyden kaçacağın yok.” “Zamanı gelsin görürsün.” “Bırak bu işleri. Songül kadar yürekli değilsin.” Demişti ona Leyla. Mayıs ayının başıydı, havalar yağmurlu gidiyordu ama O gün sanki yaz gelmişti. Akşam yeni gelmişti. ruh alan tatlı bir yumuşaklık. Sevda’nın gözlerinde gecenin parıltısı GECENİN PIRILTISINDAKİ ÇİÇEKLER ÜSTÜ UFUK: YENİLMEZ! Sevda’nın umutları. Sedanın parlak kalbi… Yıkılacak gibi değiller. İflas etmez gözüküyorlar. Hayata, hayattaki en tekinsiz şeylere, belalara meydan okuyacak cinsten. Gözü kara bir çiçekler üstü ufuk. Ufak at da yesinler derler O çiçekler üstü ufuk en ufağını atsa yer yerler. Çünkü öyle güçlü ve öyle güzel ki. Kurumuş çöle dönmüş topraklara can verecek denli azimli haysiyetli ve özgün karakterli. Nasıl farkında olabilirsin ki Bazıları çok tutkulu yaratılır Alev alev En istediğin, en sevdiğin biçimde ve içerikte yaratıldın, Böyle olduğunu nasıl anlayabilirsin, nasıl sezebilirsin o muhteşem ayarını zembereğindeki Bacaklarının arasındaki kusursuz mekanizmayı? Nasıl görebilirsin karnında zihnini merkezinde uçuşan renk renk kelebekleri? Sevda tutkuluydu. Seviyle, içinin zarifliğiyle, sakinliğiyle bakışı ezerdi kötü bakışları. Güzel ve kalpli bakışı uçururdu kötücül enerjileri. Tam kafadan. Çünkü o gecenin pırıltısındaki çiçekler üstü ufuktu. Yenilmezdi, öyle bir his vardı kalbinde, zihninin uçsuz bucaksız yeşil merkezinde. Devam et devam et Asla yılma Yılma çünkü omurgan çığır açacak. Kalbin Kafan. Bu satırları okuyan kişi. “Çok güzel bir hayatım olacak!” “Zor be gülüm” dedi Leyla. “Ağabeylerin doğrar seni. “Bak orası kesin dedi sevda. Aynı anda gülmeye başladılar. “Canım planım var elbette.” “Nasıl?” “Plan söylenmez.” “Ne zaman kaçacaksın?” “Yakın.” Sevda orada burada konuşuyor, ama gizemli laflar ediyor, herkesi bir merak alıp götürüyor, kızlar arasında, yalnız ona sorduklarında, şakayla karışık zorladıklarında, güç bela ağzından bazı laflar alabiliyorlar. Sevda hep şifreli konuşuyor, uzak güzel şehirde bütün günler mavi. Ya da: sadece samimi olduğu dostlarına bile ne yapacağını açıklamıyordu, bütün kızlarda bir merak kasırgası vardı, sevda ne yapacak, köyden kaçacak ve şehre varmadan kısa sürede kirpi gibi enselenecek miydi üç abisinde birine. Ağabeyler gözü gibi bakıyorlardı ona, evin en küçüğüydü çünkü. Neler olacağını dört gözle ve dört nala koşan yürekle bekliyordu bütün kızlar, o vakit bir an önce gelsin ve sevdanın kaçıp kayıplara karıştığını, yer yarılıp içine düştüğünü, bir türlü bulunamadığını, köylünün seferber olduğunu işitmek ve görmek için çıldırıyorlardı. Çünkü hepsi kendisini sevda olarak görüyordu, çileliydi köy, dertli zor ve baş belası, ciddi ciddi bir cehennemdi genç kızlar için. Adamlar çeker gider, kızlar mahkum gibi kalır. Bütün kızlar büyük bir saygı ve sevgiyle sarıyordu sevdayı, sevda büyük iş yapıp ezip geçecekti üç abisini. 3 de ablası vardı. Ailesini özellikle ağabeylerini doğranmıştan beter edecekti. Sevda, köyün bütün çaresiz kızlarının, o kader dedikleri lanetin, kısırdöngünün, tabunun, korkuların delik deşik edilmesinde öncüydü. Son derece sinsi ve akıllıydı. Sevda kızlarla bir araya geldiğinde çok ilginç ve gülünç hikayeler anlatırdı. Eski model bir araç sürdüğünü, yanında uzun saçlı tipsiz bir sevgilisi olduğunu, banka soymak gibi sıra dışı hikayelerdi bunlar. Mutlaka içinde suç oluyordu, ama banka soyarken memurlardan birini öldürmek gibi şeyler olmuyordu, olursa bu kızların hoşuna gitmiyordu, yani kızların hayal dünyasında gezmelerini sağlıyordu. Kızlar onun bu şeyleri nerden bulduğuna ve güzelce hikaye etmesine şaşıyorlar, onun hikayesini gerçekmiş gibi dinliyorlardı. Sevda onların yapamayacakları şeyleri imkanlı hale getiriyordu hikayelerinde. Kanlı canlı hikayeler. Uyuşturucu satıcısını tekme tokat dövmesi, sonra adamın silah çekmesi, sevda kaçıyor, sevda kafasının içinde bir şeyleri çok güzel kurabiliyordu, ve kurduklarını çok iyi ve heyecanlı biçimde anlatıyordu ve bu kız arkadaşlarını delice mutlu ediyordu. Zaten sıkıntılı hayatlarına renk lazımdı, bir gökkuşağı, sevdanın hikayeleri öyle bir dinamit gibiydi ve hayatlarını uçuyordu uzaya, cennet gibi güzel bir yere. Bir yerleşim istasyonuna doğru. Sevda hikayenin birinde köyden kaçıyor, bir kapıcı ailesiyle yaşamaya başlıyor, mahallede bir cinayet işleniyor, polis araştırıyor ama sonuç yok, sevda polis gibi araştırmaya başlıyor, apartmandan birisi cinayeti işleyen, öyle düşünüyor. Sevda hikayede bir köylü kızın hiç yapmadığı, yapamayacağı şeyler yapıyor, mesela çantasında satır taşıyor, kılık değiştiriyor, erkek kılığına giriyor ve erkekler dostluk yapıyor gece yarısı. Tabi hikayeyi anlatırken sesini erkek sesine çeviriyor ve o kadar sahici oluyor ki. Kızlar onu bir erkek olarak görüyor. Şaşıp kalıyorlar. Elleri ağızlarında. Bacaklarımın arasındaki balyozun tadına bakmak ister misin tatlım. Kızlar gülmekten kırılıp düşüyorlar yere. Oda yıkılıyor. Odada sanki deprem oluyor. “Sana bir sırrımı vereceğim. Ama kimseye söylemeyeceksin. Yoksa keserim seni Ölürüm de kimseye demem de.” “Şu çoban Hasan geçen gün yanında geçerken selam verdi. İlkokulda en sevdiğim arkadaşımdı. Sohbet akıp gidiyordu, uzaklara gideceğim dedim. Kanatların yok dedi, düşer ölürsün. Nasıl dedim. Bazı kızların büyük kanatları olur büyük kuşlarınki gibi. Sen onlardan değilsin dedi. Sinir oldum tabi. Ya ne dedim burada mı yaşayacağım. Ruh. Dedi ruhun. Onun ferahlığa ihtiyacı var. Ruhunun mutluluğa sevince ihtiyacı var. Seni mutlu edecek adamın bunu yapması lazım. Bunu yapabilirse sen cehennemde bile mutlu mesut yaşarsın. Sen bunu nerden çıkardın? Seni eskiden beni tanırım. Dedikleri çok hoşuma gitmişti. Burada kal bence. Çok iyi olur. Bıktım köyden dedim. Seni alırım dedi. Mutlu etmesini beceririm. Ben de dedim ki: Beni öp. Korkarak baktı bana. Ona gülümsedim. Şeytanca gülümsediğini biliyor musun dedi. Güldüm. Öp haydi bir daha demem. Keriz miyim dedi. Anlamadım dedim. Sen köyü terk edeceksin. Seni öpersem üzülürüm uzaktasın diye. Olsun dedim. Bir kere öl yanına kar kalır. Olmaz dedi. “Güzel laflar ediyor. Hassas biri. Ama ben bu köyde deliyorum. Bir de bu delirmeye onu mu dahil edeyim. Ama ne güzel söylemişti. Sana ruhunu hissettirmek lazım. Bütün ilacın bu. İnsan kendi ruhunu hissedince gerçek mutluluğu bulur.” “Ne güzel. Seni anlayan biri var.” “Beni anladığını sanmıyorum.” “Ama seni etkileyen sözler söylediğine göre seni anlıyor.” “Sanmıyorum.” “Bence sen kendini tanımıyorsun ve o seni iyi analiz etmiş. İnsan kendini tanıyamaz. Dışarıdan göz seni fark eder.” “Bu köyü tek etmem lazım?” “Bence sen onu yeniden bir değerlendir. Belki de sonsuz mutluluğu onla yaşacaksın.” “Bir çobanla mı; sen kafayı mı yedin oğlum?” “Belki de kafayı yiyen sensin. Haberin yok. gideceğim diye tutturdun gitmiyorsun. Bence sen palavra sıkıyorsun- bir hayal kuruyorsun ve çok korkaksın. Hiç cesaretin yok. öyle cesurca kaçacağım edeceğim, bambaşka ve çok renkli bir hayatım olacak diyorsun ama bunlar kof laflar. Bilmediğin bir yerde bilmediğin insanlar arasında nasıl hayatta kalacağına dair sağmal bir görüşün yok. hikaye anlata anlata milleti eğlendirip büyülüyorsun- kendinde eğlenip havalara giriyorsun- olay bu. Sen gerçeklerin içinde bir solucansın. Yani kaçıp gideceğim diyorsun ama cesurca laflar, arka planda bir solucan var. Kaçıp gitmekten ödü patlayan bir solucan. Sevda önce güldü. sonra parladı: “Ne biçim dostsun be! Sabrediyorum abuk subuk laflar edip moralimi bozuyorsun.” “İçimden geçeni demeyeyim mi?” Bak güzelim iyi bir plan şart. Sonra doğru bir zamanda uygulamaya geçmek lazım. Aceleye getirilen işler istenen sonucu vermez, başarıya ulaşmaz. Plan tamam da beklediğim bir şey var demek ki. “Söyle.” “Söylemem.” Söylesen ne olur Sonra yakana yapışırlar ve seni bülbül gibi ötürürüler. Öyle şeyler yaparlar ki konuşmaya mecbur kalırsın. Belki de kaçmama sen mani olursun. Kimseyi güvenim yok. “Bana da mı?” “Ne yazık ki. Ayrıca her şeyi söylersem planıma olan gücüm de azalır gibime geliyor. Belki de cayarım.” “Kendinden korkuyorsun.” “Hayır. O enerji kaybolmasın. O cesaret. O güç. Büyü bozulmasın.” Güldü Leyla. “Ban en iyisi mi sen git yarın çaktırmadan Hasan’la bir konuş. Oradan geçiyormuş gibi yap. Tart. Dinle onu. Bence size çizili bir yol da da sen körsün. “Saçmalama.” “Beni seviyorsan gidip onunla konuşursun. Yüzüne bak, onunla sonsuza dek olduğunu hayal etmeyi dene, sevgilin, kocan filan. Bir ev hayal et. İçindesiniz. Bir bahçe hayal et. Akşamları çay içiyorsunuz filan. Ne bileyim. Seviyorsunuz filan. Sevda delice bir kahkaha kopardı. Gülmekten gözünde yaşlar geldi. Gülmesi bir türlü bitmiyorsun.” “Sen deli misin? Sen kafayı mı üşüttün, o ve ben sevişmek ha. Dünyada tek o kalsa asla.” Ama o iş yaparken belki de muhteşem hissedeceksin, aradığının o olduğunu anlayacaksın. Yaşamadan bilemezsin ki. “Annem gibi laflar etmeye başladın.” “Beni kırma. Yarın bir dene bakalım.” “Beni kesseler denemem.” “Ben eve gideyim” dedi kalktı, yola düştü. “Sevda evine git, yolda küçük abisine rastladı, sigara içiyordu, nerdeydin dedi, arkadaşla az oturdum dedi. Kahvehanenin önünden geçiyordu, ortanca abisi oradaydı, kalkıp yanına geldi, nerdeydin dedi, ona da bir cevap verdi. Tarlanın yanından geçiyordu. Büyük abisi tarlada iş yapanları seyrediyor, çay sigara içiyordu o da sordu, ona da bir yanıt verdi. Üçü de bir iş yapmıyor, sağda solda gününü gün edip keyif çatıyordu. Eve sadece babaları bakıyordu. Üç genç adam gurbete çıkmayı planlamıştı ve haber ha geldi ha gelecekti. Bir aydır beklenen haber yüzünden iş güç yaptıkları yoktu. Akşam serinliği çökmüştü köye. Sevda yatağında uzanmıştı, dinleniyordu, pencereden esen rüzgar içeri doluyordu, gün boyu bu rahatlığı bu uzanışı beklemişti, kapıdan gelen konuşmalara kulak vermişti. Kapıya gelen az sonra gitti. İçerden ağabeylerinin sohbeti başladı. Yarın sabah erkenden kasabaya giden dolmuşa bineceklerdi. Oradan da büyük şehre gidecekleri çimento dolu kamyonla. Baba inşaat ustasıydı, bir köy evi inşa ediyordu, gecenin 12 si geldi eve, açtı, karısı ona yemek verdi, karısı oğlanların iş bulduğunu yarın gideceklerini anlattı, baba da çok sevindi bu işe. Ama en çok gizli saklı sevinen sevdaydı. Aylardır kafasında kurduğu planı gerçeğe dökebilecekti böylece. Ertesi gün sabah karanlığında üç kardeş/aralarında 2 şer yaş fark var. Hazırlanıp annelerinin elini öpüp sarılıp yola çıktılar. Sevdaya gözün gibi bak gözünün üstünden ayırma dedi en büyükleri. Gözünüz arkada kalmasın dedi anneleri. Üç kardeş karanlıkta kaybolup gitti. Gün aydınlandığında sevda bağırış çağrış gürültü patırtı olmadığını fark etti, anladı ki ağabeyleri gitmişti. Onlar ev deyken kavga gürültü eksik olmazdı. Ağız dalaşı. Olmayacak konulardan saatler süren tartışmalar. Erkekçe tartışmalar. Gittiklerine o kadar çok sevindi ki, sevinç kahkahaları atmak istedi. Tuttu kendini. Gün ilerlerken planını masaya yatırdı, düşünüp duruyordu. Birden kafasına dostunun dedikleri düştü: gidip hasanla görüşmek. Onunla görüşme fikrini değiştirmezdi, bu köyü terk edecekti; ama belki onunla görüşme iyi bir şey eklerdi ona, bir şey kazanırdı belki. Dostu böyle demişse vardı bunda bir şey. Annesine bir yalan atıp evden çıktı. Hasanı dün gördüğü yerde göremedi. Epey aradı ama bulamadı. Dağlara doğru gitmiş olmalıydı. Ertesi gün de hasanı aradı. Yine bulamadı. Üçüncü gün de bulamadı ve öfkeyle deli olmuş biçimde dağdan iniyordu. Kendi kendine konuşup duruyordu. Kayalık yanından aniden hasan çıktı karşısına, Hasan sırıtıyordu. Hasan çöktü. Sevda onun yanına gitti. Az aşağıda koyunlar otluyordu. Hasan arkasından bir çiçek çıkarıp uzattı. Sevda çiçeğe baktı. Burada onlardan bir sürü var dedi kayıtsızca, hasan çiçeği atar gibi yaptı, Sevda çiçeği almak istiyor oysa, kokmaz etmez gül değil çünkü. Ama almak istiyor. Hasan uzattı çiçeği, Sevda çiçeğe baktı, Hasan’ın kafasına attı çiçeği. Almak istedim çünkü kafana atarsam iyi olur diye düşündüm. Güldü hasan. Mutlu oldun mu?” “Tabi. Ama bu kez taş olsa iyi olur. Güldüler. “O da nedir?” “Kitap.” “Kitap mı okuyorsun?” “Öyle.” “Okuyacaksın da ne olacak; bir çobansın sen?” Hasan güldü gül verir gibi. İçinden dedi ki: “Kaskafacık.” “Ne sırttın?” dedi kız. “Sen de okursan iyi olur, dünyan değişir.” “Ne varmış dünyamda?” “İçinden geçenleri çok iyi biliyorum.” “Bir şey bildiğin yok. istediğin kadar oku. Çobansın.” “Beni neden aşağılıyorsun.” “Çünkü saçma şeyler diyorsun.” “Nasıl?” “Çobansın. Bir çobanı kim ciddiye alır. Demek istediğim. Şehre gittin. Başın belaya girdi. Hatırlı zengin dostların olur mu okuyarak. Yok. paran olursa, hatırlı çevren olur. Emek istediğim küçük dünyanı aşsan iyi olur. Başka ufuklarda şansını denemelisin. Ben gayet iyi durumdayım. Sevdiğim yerdeyim. Altında doğru düzgün pantolon yok be. Ne zırvalıyorsun. Kıçındaki pantolon yamalı. Babamın pantolonu. Hatıra. Uğurlu pantolonum bu. Sana rastlarım diye giydim. Sevda güldü. “Giyecek başka şey bulsan iyi ederdin.” “Bu pantolonla çok komiksin.” Hasan, ona sırtını döndü. Gözlerinden yaşlar düştü. “Hasan küseceksen giderim bak. 3 gündür senle konuşmak için köpek gibi gezip durdum.” Hasan oralı olmadı. “Hasan dön bana. Bak yoksa giderim.” Hasan ona yüzünü döndü. “Ağladın mı sen?” “Yok.” “Ağladın. Bak hasan ağlayacak durum yok ki. Sana gerçeği dedim.” “Şehirlerde kızlar yırtık pırtık şortlar ve kot pantolonlar giyer dolaşır, modadır bu.” “Sen ne parçalıyorsun?” Sevda güldü. “Tamam: ama onlarınki başka. Bir çoban yamalı pantolon giyerse mecburiyetten, fakirlikten, bu yoksunluk göstergesi, fakirliktir. Ama o şehirli kızlar yırtık pırtık şeyler giyer. Onlar istedikleri pantolonu alabilir. Onlarda gülünç olmaz. Ama sende olur. Bırak ya. Senin kalbin donmuş. Kötü gözle bakıyorsun her şeye. Ama senin dibini biliyorum da ses etmiyorum. Üzülüp ağlarsın. Sonra beni öyle hatırlarsın. Sen ne biliyorsun be pis çoban parçası. Baldırı çıplak cahil. Köyde kala kala ve eline geçen saçma kitaplarla adım mı sandın kendini. Babanın pantolonuna bir şey demedim. O iyi adamdı. Sen onun kılı bile olamazsın. O yıllarda şehirde çalıştı durdu, geliştirdi kendin. Sen yıllardır burasın. Gitmekten korkuyorsun. “Bak sevda açtırma ağzımı!” “Açarsam ne olur. Aç da bir görelim bakalım. Seni laflar boğarım hasan. Acıdım geldim yanına. Üç beş laf edeyim dedim çileden çıkarma beni.” “Bırak bu işleri. Ne acıması. Senin dibini biliyorum dedim.” “Bilemezsin.” “Bak tartışmayalım. Kırmayalım birbirimizin kalbini.” “İstediğini de. Kırılmaz ki. Güleri geçerim. Senin neyine kırılacağım. Çaresizsin. Senin ciddiye alsam şamarımı yerdin.” Hasan güldü. “Söyle dibim neymiş?” “Boş ver.” “Kitabın arasındaki kağıt ne?” “Boş ver.” “Ver onu bana. Merak ettim. Okuyacağım.” Güldü şımarıkça. “Olmaz.” “Neden? “Sakıncalı.” “O halde dibim neymiş onu de?” Ağlarsın. “O zor.” Güldü. O şiiri okur. Sevda başını öteki yana çevirmişti ve gözlerinden yaşlar düşmüştü. Çaktırmadan hemen sildi onları. Ama gözleri yine doldu. “Bana bak.” “Bakmam.” “Sen ağlıyorsun?” “Sevda gitme buralardan. Buralardan güzel yer bulamazsın ki.” “Bunu sakın kimseye deme.” “Demem. Ama başına kötü işler gelir. Ne olursun yapma. Burada sevdiğin birini bulursun.” “Sen beni sevmiyor musun?” Hasan güldü: “Elbette seviyorum.” “Benimle evlenmek istemiyor musun?” “Elbette.” “O zaman neden sevdiğin birini bulursun diyorsun.” “Belki başkasındadır kalbin. Ne bileyim. Ama ne edersen et seni severim. Gidersin pişman olursun döner gelirsin. Severim seni. Bence bir süre daha burada kalmayı denemelisin. Çünkü öyle şeylere bulaşırsın ki sonra geri dönüşün olmaz. O kapıyı bir kaparsan geri açma imkanın kalmayabilir. Ölmek gibi. Ölümden kimse geri gelemez ya. Öyle.” “Buraya dönmek istemem başıma ne gelirse gelsin.” “Demek istediğim buradaki anıları vs her şeyi imha etme en azından. İnsan geri gelmek ister. Hayatı başladığı yere.” “Kağıtta ne var?” “Bir şiir.” “Kime yazdın?” “Senin için.” “Ay ne güzel okusana!” “Üzülürsün.” “Olsun oku.” Hasan şiire okumaya başladı. “Sevmek zor iş: Elmayı sen seviyorsun diye o da seni sevecek değil ya. Sevmek zor iş bir köyü bir kenti ya da bir insanı. İşleri istediğin gibi gitmez Hep böyle olur zaten Alıp başını gitmek istersin Yaşadığın köy seni sevmek zorunda değil ki. Önemli olan senin onu sevmen O sana gerekli her şeyi veriyor zaten demişti bana annem. Eğlenceli gözükmez sana tarlada çalışmak.” Sevda’ya baktı, yüzü başka tarafa dönük. Belli ki ağlıyordu. Ses etmedi ve şiiri okumaya devam etti. “Mutlu olmak diye bir şey yok.” “Buna inancım kalmadı.” “Annemin sözlerini düşünüp duruyordum.” “Burayı bırakıp gitsem?” Çok uzun düşündüm bunu. Aylarca. Sonuç şu oldu: Burayı bırakıp gitsem bu köy arkamdan gelecekti. Bunu anladığım an köyü terk etme düşüncem yerle bir oldu.” Sevda yaşlarını sildi ve ona döndü. “Köyü terk edeceğimi kim söyledi?” “Kimse. Sezdim.” Sevda kalktı, yola koyuldu: “Sakın bir yere gitme. Kal ve düşün. Bu köyde doğan birçok kişi düşünür bunu. Kaçıp gider bazısı. Bence gitme. Burada bir dene. Mahvolmanı istemem uzaklarda.” Sevda uzaklaştı. Gece yarısıydı. Gündüz hazırlığını yapmıştı. İki çantası hazırlamıştı. Odasının penceresinden dışarı şöyle bir baktı. Hava muhteşemdi. Dışarı çıktı ve seri adımlarla ilerlemeye başladı. Bir an geri dönüp evine baktı. Zavallı ev diye düşündü. Seni son görüşüm. Köyün çok dışındaydı, ormanlık alana geldi. Yorulmuştu. Biraz dinleneyim dedi ama canı kalkmak bilmiyordu. Hasanın dediklerini düşünüp duruyordu. Ya gittiği yerde başına bir felaket gelecekse? Kötü kötü senaryolar kafasında dolanmaya başlamıştı. En kötüsü ne olabilirdi ya tecavüze uğramak ve öldürülmek. Böyle kötü şeyler düşündükçe korkmaya başladı. Asında korkusu yoktu. Şu hasan içine öyle kurtlar atmıştı ki. Kalkıp biraz daha dişin sıksa, denese burada. Ormanda kuşlar ötüyordu. Baykuşlar. Kargalar ve ufak ötücü kuşlar. Ağustos böceklerinin sesi geliyordu. Derede vıraklıyordu kurbağalar. Vahşi hayvanların saldırısına uğramaktan korktu ve ateş yakmak için çalı odun toplamaya başladı. Çok çaba sarf etmedi. Burası yakacak odun doluydu. Ateşi yaktı ve başına kuruldu. Plana göre yukarıdaki köye gidecekti. Eski bir arkadaşı vardı orada. Çok güvendiği. Geceyi orada geçirecek ve ot yüklü kamyona saklanacak, kamyon şehir dışına çıkacaktı. Kardeşten öte sevdiği çocukluk arkadaşı kızın abisi kamyonu sürecekti. Şehir dışına ara ara ot götürürdü. İşi buydu. Ot götürür, saman taşırdı. Hayvan götürürdü. Düşünüyordu ve bu iş hiç de kızlara anlattığı gibi değildi. Berbat hissediyordu. O cesur lafları ve olayın tam içinde olmak apayrı şeylerdi. Köyden kaçma düşüncesi iyice çözülmeye başlamıştı. Ayağa kaktı. Ateşi söndürmeye başladı. Süratli adımlarla evine doğru ilerlemeye başladı. Bir ay daha deneyecekti, eğer bu köyde kalmasına yol açacak bir sebep bulamazsa artık sonu ne olursa olsun kaçacaktı. OSMAN Osman kar fırtınasında ilerliyordu. Düşünecek, kafasını verecek bir şey arıyordu. Birden içine Halit düştü. Halit’le ilkokuldan arkadaştı. Zaman zaman çok yakınlaştılar bazen uzaklaştılar ve başkalarıyla daha sıkı takıldılar ama her birbirinden haberdarlardı, her zaman. Sonra bir şeyler olur, yeniden her gün takılmaya başlarlardı. İkisi birlikte kasabada geçici işlerle çalışıyorlardı, 16 yaşındaydılar. Kasabada inşaat malzemeleri satan bir iş yerinde çalışıyorlardı. Kamyona çimento ve kireç yüklüyorlardı. Bu iş çok zordu, ama bu işi bulabilmişlerdi ve parası da diğer işlere göre fazlaydı, Halit ikide bir köyü terk etmekten söz ediyordu, her akşam köye giderken mutlaka köyden gideceğinden söz ederdi, büyük şehirde yaşamak istediği hayatı anlatırdı. Halit öyle anlatırdı ki, kanlı canlı bir atmosfer gelirdi Osman’ın gözünün önüne. Mesela kızlar tasvir ederdi Halit, onlarla nasıl konuşacağını anlatırdı, o kızları öyle güzel anlatırdı ki. Osman çok zevk alırdı onu dinlemekten, ara ara hikayeye espriler yerleştirirdi. Her ne olduysa Halit o hayali anlatmayı kesti, iyice içine gömülmüştü, Osman deli olmuştu. Halit neyin va diyor, ama Halit kaçamak cevaplar veriyor, içinde ne olup bitiyor hiç anlatmıyordu. Akşamın o saatinde araç olmazdı köye çıkan, ama köye giden araçlar denk gelirdi traktör ya da otomobil. O zaman o öldüren uzun yolu yürümek zorunda kalmazlardı. Halit sessiz olunca o yol da çekilmez oluyordu. Osman bir şeyler anlatmıştı, ama Halit kendi içinde bir yere gömülmüş gibiydi. “Sen beni dinlemiyorsun?” “Yok; kulağım sende. Anlat.” Osman anlatıyordu bir şeyler. Laf olsun diye. Ama Halit’in kafası kesinlikle başka bir yerdeydi. Ve onu Osman çok merak ediyordu. Neyi vardı bu hayat dolu çocuğun? Köye vardılar ve bir notada evlerine gitmek üzere ayrıldılar. Osman bekledi ve onu takibe koyuldu. Halit evine giden yoldan sapmıştı. Osman onu dikkatli biçimde takipteydi. Bir an her neye bastıysa ses çıktı. Bu taşın taşa değdiği gibi sesti. Halit dönüp arkasına baktı. Ama Osman onun arkasına döndüğünü görünce sinmişti. Ne iş çeviriyor bu böyle diye düşündü. Gökyüzünde inlerce yıldız ve ay vardı. Halit ilerledi ve bir evin bahçe duvarına yaklaştı, içeri atladı. Osman duvara yanaştı. Orada iki gölge vardı, bahçenin bir köşesinde, bu evin sahibi adamın üç kızı vardı, Halit anlaşılan onlardan biriyle iş çeviriyordu. Osman emin olmak istedi. Ve iyice baktı. Evin küçük kızı Rahime o. Ferruh amca Halit’i bir yakalasa, öldürmezdi. Ama öldürmekten beter ederdi onu. Kızlarına çok düşkündü ve kızlar herkesin dikkatini çekecek kadar zarif ve alımlıydılar. Osman içinden gülerek oradan ayrıldı. Ertesi gündü. Halit ve Osman kasabada akşama kadar çalışmışlardı. Köy yolunda ilerliyorlardı, in cin top oynuyordu ve yolda yürümekten yorulmuşlardı. Yol bazen pis yokuş bazen yokuş aşağı, bazen kıvrılarak gider, döne döne köye çıkardı, ağaçlar ormanlar içinden kız gibi akardı yol. “Para biriktirip bisiklet alsak çok iyi olacak.” “Öyle; ama dünyanın parası bir bisiklet.” “Eski püskü olsa yeter.” “Yokuşu çıkmaz.” “Motosiklet alalım.” “Zor iş. Bizimkiler para bekler.” Ağaçlık alana geldiler. Yolun kenarına kuruldular. Burada küçük bir dere vardı. Karanlıktı; ama cephane gibi ay vardı gökyüzünde. Halit, küçük kardeşlerine bisküvi çikolata almıştı ve ekmek. Şehir ekmeğini seviyorlardı. Gözüne bahçe ilişti. “Az sonra geleceğim” dedi ve gözden kayboldu. Çok geçmedi. Geldi. “Ne yaptın?” “Domates aldım. Salatalık.” Derede yıkayıp geldi. “Yiyecek misin?” “Yemesem olmaz. Kurt gibi açım.” Bölüştüler ekmeği domatesleri de. ekmek arası yapıp yemeye başladılar. “Dün gece seni takip ettim. Kızla muhabbet ediyordun. Kardeşim neden bana böyle bir şey olduğunu söylemedin ki.” “Çok yeni çünkü. Hem böyle şeyler söylenmez. Ya birine söylersen. Ağzında kaçırdın mesela.” “Amacın ne?” “Tabi ki esmayla evlenmek. Ama beni adam yerine koymazlar. Alıp kaçıracağın onu. Babası seni alıp kaçırmasın da. Anladın sen onu.” Halit gülmeye başladı. Osman baktı garipsedi ve o da gülmeye başladı. Gülmeleri bitmiyordu. Öteden bir ses geldi. “Kim var orada! Ne yapıyorsunuz?” Bir tüfek sesi patladı. Halit ve Osman fırladı. Bir süre sonra kan ter içinde durdular. Bahçenin sahibi yaşlı adamı tanırdılar, bahçede onu sebzeleri sularken görürlerdi, bazen karısını. Selam verip geçerlerdi. Gülerek alçak sesle konuşarak ilerliyorlardı. Yumuşak o yaz akşamında az önceki olay, gümbürtü akıllarını söküp almıştı ve kurtulmanın coşkusu, sevinci. Yorgunluk filan kalkmıştı üstlerinde. Halit birden sutsu. Uçurum dibi gibi bir sessizliğe gömüldü. “Ne yapacaksın o kızla?” dedi. Osman. Güldü: “Ne bileyim. Evlenirim herhalde.” “O ne yapacak senle. Ne dedi?” “Sormadım. İyi vakit geçiriyoruz.” “Başına bela olmasın.” “Yok canım. Ne yaptığımı bilirim.” “Hiç sanmıyorum. Sonunda başın belaya girerse şaşırmam. Hapse atarlar seni. Neyin ne olduğunu biliyorum. Bana istediğini yapabilirsin diyor. Kim bilecek ki. Çok dil döktü. Yine de bir şey yapmadım. Sadece ellerini tuttum. Sarıldım. Yanaklarından öptüm.” “Bu iş çok tehlikeli göründü bana.” “Bana da. Hani kız teslim olmasaydı çok iyi olacaktı ya. Başta uzaktı. Mesafe koyardı. Mesafeyi yitirdi ve gözümden düştü. Onunla asla evlenmem.” “O zaman neden görüşüyorsun?” “Arkadaşım. Çok çocuk. Ama kabul etmiyor bunu.” Birkaç gün sonraydı. Sıcak, azap veren bir günün en serin, en rahat ve yaşanılası zamanıydı, gölgeler kurtarıcı gibiydi ve esinti başlamıştı. Halit bir traktörle köye gelmişlerdi kasabadan: “Gel benle” dedi neşe saçarak, “dolaşalım biraz.” Onu kızın evinin oraya götürüyordu. “Nereye?” “Kızla sen de tanış.” “Neden?” “Sık sık dostluğumuzdan söz ederim ona. Ne bileyim. Her şeyden. Seninle tanışmak istedi.” Osman ses etmedi. Bahçeye girdiler gizlice. Bahçenin arkasına ilerlediler. Kızın ailesi yatmıştı. Karanlıktı. Osman beklerken Halit geldi kızla. Osman hemen kızın kokusunu duydu. Tatlı, güzel bir kokuydu, herhalde çamaşırda kullanılan deterjandandı. Ay ışığı vuruyordu kızın tatlı yüzüne. Kocaman mavi gözleri vardı. Sohbet başladı. Osman şaşırdı, “Halit bu kıza nasıl aşık olmaz, inek herif” diye sordu içinden. Halit sigara yakmak için kibriti çaktı ve kızın ne kadar güzel olduğu alev yüzüne yansıyınca iyice ortaya çıktı. Kız da sigara yaktı. Sen de içer misin. Olur dedi Osman. Cana yakın kız olduğu gibiydi. İçinde ne varsa döküyordu, içinden ne geçiyorsa saklamadan söylüyordu. Evden iyice uzaklaşmışlar. Ağaçların arasında bahçenin en dip ve gizli köşesine ilerliyorlardı. Halit dedi ki: “Baban arkadan gelse, diyelim ki biz saklandık. Bizi göremedi ve seni yakaladı burada tek başına. Ne dersin?” Kız güldü hafifçe: “Korkudan aklım çıkar, ne yapacağımı şaşırır. Fener tutulmuş tavşana dönerim.” Hep birlikte güldüler. “Gözlerimi kapar uyur gezer numarası yaparım. Asıl sen kendini düşün. Seni bahçede yakalarsa ne eder.” Halit dedi ki: “Osman la. Her gün iş iş. Bıktım la. Kafamıza göre takılsak ne güzel olur. Bu çiçek de yanımızda olsa.” Osman ve öteki güldü. Halit dedi ki: “Ne zaman kafamıza göre takılacağız biz.” “O iş olacak gibi görünmüyor.” “Niyeymiş?” “Sorumluluklarımız.” “Katır gibi çalışıyoruz. Böyle bir yere varamayız.” “Mecbur. Elden bir şey gelmez.” “Tuvaletim geldi. Az sonra gelirim” deyip uzaklaştı. “Halit’le çalışmak nasıl?” “Çok geveze. Sürekli konuşur. Sizin aranızda ne var?” “Hiçbir şey. Halit eğlenceli biri. Beni öpsene.” “Ney?” “Beni öpsene dedim.” “Ciddi misin?” “Evet, öpüşelim diyorum sana. Halit gelmeden çabuk ol!” Osman şok olmuştu. “Öpüşelim; ama hayvanlaşma.” “Bak düşünme. Bu fırsatı bir daha bulamazsın. Aramızda kalacak.” Osman düşünüyordu. Kız öyle deyince alev almıştı. Çok hoşlandığı, adeta kanını kaynamadan bu kızı şimdi öpse. İçgüdüleri evet diyor ama kafası bu işte bir yanlışlık var diyor. Yoksa Halit onu deniyor muydu?” “Beni deniyor musunuz?” “Yok be. Haydi öpüşelim. Nerdeyse gelecek!” Osman; “tamam” dedi içinden, diyecekti nerdeyse. Halit’in geldiği yöne baktı. “Haydi!” dedi kız. “Peki” dedi Osman. Kız usulca ona yaklaştı. Osman önce bir şey anlamadı ama az sonra kızın sıcak nefesi ağzına doldu. Sımsıcak nefesi ağzında hissetti. Bir çıtırtı duydu. Korkarak başını geri çekti. Kalbi küt küt atıyordu. Halit yaklaştı. “Ben yokken ne kaynatıyordunuz bakalım?” “Hiç” dedi Osman korkarak. Kız gülümsedi: “Özledim seni Halit. Yaklaş ve beni güzelce öp.” “Bu da nerden çıktı?” “Canım öyle istedi. Öp haydi!” “Yok. Olmaz.” “Osman var diye mi? Haydi öp. Osman arkasını döner istersen.” “Saçmalama kızım.” “Beni son görüşün olabilir Halit. Beni öp.” “Akşam akşam delirdin mi?” “Öyle. Öp.” Halit güldü. Usulca ona yaklaştı. Halit bir şey hissetmiyordu, kız da bu işi bıraktı onun yanağını ısırdı. Halit acıyan yanağını ovuşturdu. “Pis seni. Çok adisin.” “Ben gidiyorum. Siz de kaybolsanız iyi edersiniz.” “Hayatta sana başarılar Halit. Osman harikaydın.” Kız, güvercin gibi koşarak uzaklaştı. İkisi de fare gibi kaçarak uzaklaştı. Halit sordu: “Sana neden harikaydın dedi?” “Ne bileyim.” “Siz bir halt karıştırdınız ben yokken?” “Ne diyorsun sen. Saçmalama!” “Sesin başkaydı. Titredi. Ne yaptın ben yokken?” “Sohbet ettik.” “Hadi öyle olsun ama bence onu öptün.” Bir hafta sonraydı. Kız yer yarılıp içine girmişti sanki. Halit dert yanıp duruyordu: “Nerde bu kız? Canım ciğerim onu arıyor, yanıyor.” Osman haberi almıştı: “Görüştüğü biri varmış. Ve anlaşılan seni gibi gevşek değilmiş ve kızı kapmış.” “Ne diyorsun?” “Kızı kaçırmış. “Şaka mı yapıyorsun?” “Yok. Rüstem abinin büyük oğluyla kaçmış.” “Oto tamircisi pis sarı bıyıklıyla mı?” “Evet.” Halit kulaklarına inanamıyordu: “Demek ki o gün ondan sana hayatta başarılar demiş. Keşke onu öpseydim. Ah keşke. Aşık olur yaparım bir hata derdim. Kafama sıkayım! Kız yok oldu, altın oldu. Ne geri zekalıymışım ben. Keşke öpseydim. Ah keşke. O pis herif onu cayır cayır öpüyordur şimdi.” Güldü: “Kaçıp gidince mi değerli oldu?” “Ne bileyim arkadaşım. Yanımdayken kendini teslim etmek isterken çok ucuzdu gözümde. Canım çekmiyordu. Doğru söyle. O gece onu öptün mü; kızmayacağım?” “Öptüm.” Halit güldü: “Ne sinsi pislik adammışsın sen. Senden hiç beklemezdim. Nasıldı? “Boş ver.” “Nasıldı?” “Muhteşemdi. O an dünyayı verseler öyle mutlu olmazdım.” “Çok hainsin Osman. Çok hain. Seni ahlaklı ve temiz bilirdim. Nasıl yaparsın bana bunu?” “Onunla aramızda bir şey yok demese yapmazdım.” “Nasıl hissettin?” “Yapışkan bir şey. Bal tadı gibi. Ondan öte bir şey. Ruhumu hissettim. Ruhumun kanatları açıldı. Acayip mutlu oldum acayip. Kelebekleştim. Az daha geç geleydin ya ahmak.” Halit güldü. “Evlensek ne güzel olurdu derdi. Hayaller kurardı, ses etmezdim. Neden konuşmuyorsun derdi. Evlenmeye hazır değilim derdim.” “Öpmedim kızı. Tarla faresi! Öpseydim keşke. Ben de senin gibiyim.” Ertesi gündü. Halit ve Osman otururken patron geldi. Onlara bağırmaya başladı. Halit böyle şeylere sabredemezdi, o da bağırdı ve işi bırakıp gitti. Osman işe devam etti. İş olmadığı için oturduklarını söylemişti Halit. Osman da. Patron sonra geldi. Pişmandı. Durumu öğrenmişti ama Halit çoktan gitmişti. Osman patron adına Halit’e durumu iletti, işe dönsün diye yalvardı ama Halit işe dönmedi. Ertesi gün köyden ayrıldı. Bir ay sonraydı. Halit depoya geldi. “Patronla konuştum” dedi. “İşe başlayacağım.” “Nerelerdeydin?” “Uzun hikaye.” Akşam köyün yoluna yamandılar. O sıcak ama serin güzel yaz akşamında ilerliyorlardı. Kuru ot ve çevre ağaçların güçlü kokuları içinde. Orman havasında. İş buradan baktığım gördüğüm gibi değilmiş. Yani oradayken burayı hayal edip durdum. Buradayken burayı beğenmezdim. Orada bir şeyler yaşayınca nerede olmam gerektiğini buldum. Büyük şehirde insanlar çok acımasız. Sildi mi siliyor. Burada kavga ederiz, küseriz. Ama bir şey olur, sana bir şey lazım olur, ne bileyim hastan olur, tarlada ihtiyaç duyarsın, gelir yardım istersin, anısı benim için de geçerli. Büyük şehirde işler böyle değil. Sildi mi siliyor. Gerçek duygusal bağlantı yok, ruhani bağ yok. Orada gerçeğin, koşulların acımasızlığı hüküm sürüyor. Herkes hayatta kalma savaşı veriyor. Her şey para. Köyde hamur yoğururlar ekmek yaparlar. Fırından ekmek alırlar orada. Bahçeden domates toplarsın. Aç kalmasın köyde. Ama şehirde geçerli olan para. Paran varsa yiyecek alabilirsin. Paran yoksa seni takan kimse yok. şehre gittiğim ilk günlerde iş bulamadım. Sahilde banklarda yatıyordum. Bekçiler geçiyordu, nesin kimsin sorguluyordu. İş arıyordum kafeler çoktu, kimse iş vermedi garson olarak. Villanın birinin önünden geçerken kamyonete takım alet filan yükleyen birini gördüm. Kısa boylu. Ağır bir alet vardı. Gel bir el at dedim, yardıma gittim. Tesisatçıymış. Çırağı onu bırakıp gitmiş. Çok sıkıntılıydı. Dert yanıp duruyordu. Adam lazımsa çalışırım dedim. Tamam dedim, sevindi. İşe başladık. Nerde kalıyorsun dedi, buralarda oturuyordum dedim. Ertesi gün seni alayım dedi filan. Sabah onun kamyonete bindik. Şehirden uzakta bir yere gittik. Resmi bir binanın atık su borularını yerleştirmek için tarla gibi bir yerde, duvar dibinde çalışmaya başladık. O biraz çalıştı. Kazmayı bana verdi, başladım çalışmaya. Toprak çok sert ve taşlı. Kan ter içinde kalana dek kazmayı salladım, kürekle de toprağı çıkardım, o diz çökmüş beni seyrediyor. Yorulduğumu görüyor; ama sıra bende demiyor, bekliyorum, bekliyorum, seyrediyor beni, sigara yakmış, bir şarkı mırıldanıyor, sonunda bunun ses edeceği yok, sıra sende dedim. Bozuk suratla baktı bana, ağzında sigarayla çalışmaya başladı, güya çalışıyor, sigara ağzında, bir iki kazdı, sen güzel kazıyorsun, devam et dedi kazmayı uzattı bana. İşe yeni başladım, kuvvetli olmam lazım, adam çalışmanı beğenmedim deyip işime son verebilir, beş kuruşum yok ve acil para lazım. Kazmayı heybetle sallıyorum; ama gücüm tükeniyor, dayandım, uzun bir süre sonra işi o devraldı. Kısa bir süre sonra bana bıraktı ve dayanabildiğim kadar dayandım ve bir an iflahım kesildi. İşi bırakıp kaçıp gitmeyi düşündüm. Durdum. Bana baktı. Ne durdun der gibi. Sağa sola baktım. Kazmayı elimden aldı. O an keşke orada işi bıraksaydım. Basıp gitseydim.keşke pes etseydim. Pes etmek gözüme güzel görünmemişti. Para lazımdı çünkü. Adamla 4, 5 gün çalıştım, katır gibi çalıştırdı, işi bırakmak istedim, birkaç bira parası verdi, dövecektim nerdeyse adamı, bırak geç git yoluna dedim, polisle başın belaya girmesin, ya da bir yumruk atarım düşer başını çarpar yere, ölür diye korktum, ama az da olsa para vermeseydi yakasına yapışacaktım. Akşam oluyordu. Sahile indim. Büfeden üç bira aldım. Paramın tamamıyla. Az da çerez aldım. Yürüyüş yolundan insanlar geçiyordu. O kadar çok kız vardı ki. Şaştım kaldım. O kadar çok şortlu, mini etekli genç kız vardı ki. Akşam tatlı ve güzel ve kızlar çoktu. Derken iki gece bekçisi türedi yanımda. Bira içmek yasak dedi. Pılını pırtını topla dedi. Kumsala indim. Karanlıkta içmeye başladım. Kaybolan umudum ve enerjim yerine geldi içtikçe. Şansı yakalayacaktım ısrar ederek. Yeni denemeyeler yaparak. Bir iş buldum mu, o şortlu kızlardan biriyle de arkadaşlık yapmayı kafaya koymuştum. Sahili çok sevmiştim. HALİT SAHİLDE BİR GENÇ KIZ, BİR GENÇ ADAM ve YAŞLI ADAM Halit, sahili hayatında ilk kez görüyordu. “Deniz” kelimesi onda muhteşem hisler uyandırırdı. Denizin kokusu, kız gibi sakin dalgalar onu büyülemiş, alıp götürmüştü. Evet, bir iş bulması gerekliydi, artık ne olursa olsun bulacaktı, kalacak yer de bulması lazımdı, bulurdu, şimdilik hava sıcak olduğu için sahilde bir yerlerde, banklarda sabahlayabilirdi. Sahilde gerekli her şey vardı, tuvalet kabinleri. Restoran, kafe ve apartmanların oradaki çöp kutuların yanına poşetlerde ekmek, yiyecek atıldığını görmüştü. Bayatlamaya başlamış ekmekler, sadece bayatladığı için atılan sağlam ekmekler, hamur işleri, pasta, gözleme, ev yapımı pizza. Halit bir poşeti gözüne kestirdi ve çevresine bakındı. Kimse yoktu. Sabahın 3’ydü ve gidip sansar gibi poşetin ikisini kaptı ve birini panikle açtı. Kokladı, gözleme yenecek düzeydeydi. Kötü kokmadığına ve taze olduğuna göre yeni atılmıştı. Hızla oradan uzaklaştı, kumsala indi, burası karanlıktı. Gözlemeler doyurmamıştı. Zaten iki taneydi. Diğer poşeti açıp sert ekmeği fare gibi kemirmeye başladı. O kadar çok açtı ki açlıktan kan şekeri düşmüş, bayılacak gibi olmuştu. Dünden beri bir şey yememişti ve yediği en lezzetli ekmek ve gözlemeydi bu. Susamıştı. Deli gibi. Çişi de gelmişti. Tuvalete giderken yere atılmış, boş plastik şu şişesi gördü, onu eline aldı. Tuvalette işini görüp çıktı, su şişesini yıkayıp doldurdu, artık yanında taşıyabileceği suyu vardı. Asfalt sahil yolunun ışıkları ne güzel yanıyordu, çevrede kimseler yoktu, kumral karanlık içindeydi, yürüyüş yolunda da kimseler yoldu. Bir yere kıvrılıp yatmayı düşündü; ama uykusu yoktu. Yürüyüş yolunda ilerledi. Sonra çevreyi öğrenmek için ara yollara girmeyi düşündü ve villalar, aparmanlar arasına daldı, yakın çevrede dolanıyordu. Apartman önlerinde çöp kutuları kenarına poşetlerde ekmeklerin atıldığını fark etti, villanın birinde de demir kapıya birileri alsın diye poşette ekmekler atılmıştı. Bugün ekmek yemişti; ama her gün sadece ekmek yenir miydi? Yenmezdi. Katık lazımdı, domates, peynir, zeytin mesela. Acilen iş bulsa iyi olacaktı. Devriye atan polis aracını görünce saklandı, geçip gittiklerinde ortaya çıktı. Kısa bir süre dolandı ve sıkıldı, yorulmuştu. Merak ve buraları çözme duygusu da sönmüştü. Uykusu gelmişti. Yeri bellediği banka ilerliyordu, orada birkaç gencin oturup bira içtiğini görünce başka bir yer bakındı. Kimsenin onu rahatsız etmeyeceği ve kimsenin gelmeyeceğini düşündüğü bir banka yerleşti. Uykuya teslim olmak için sabırsızdı, uygun bir bank bulup yan uzandı. Ellerini koltuk altında birleştirdi. Kumsaldan gelen hafif esinti ferahlatıyordu sıcak yaz gecesini. Çok geçmeden uykuya daldı tatlı biçimde. Küfürlü konuşan birileri Halit’i uyandırmıştı. Başı kaldırıp baktı: Az ötesine iki zibidi gelmişti. 20, 25 yaşlarında, iyi giyimli, saçları bakımlı güzel çocuklar. Ellerinde bira kutuları ve sigara. İçip birileri hakkında küfürlü konuşuyorlardı, bağıra bağıra. Halit, gidip ikisini de pataklamayı düşündü, çok öfkelendi, nerdeyse gidip hesap soracaktı. Arkadaşlar, şurada uyuyordum, yüksek sesle konuşuyorsunuz, biraz saygı.” “Özür dilerim arkadaş” dedi biri, kumsala indiler. Ne var ki Halit’in uykusu kaçmıştı, mal mal oturdu, kalktı yürüdü uykusu gelene kadar. Sonra bir banka yattı. Çok geçmeden uykuya daldı. Korkarak uyandı, ayaklarına bir şey dokunmuştu, ayak ucunda oturan bir adam vardı, 50 yaşlarında. Kel kafalı, kısa boylu, geniş ve göbekli bir adamdı. Sempatik, içten ve tatlı bakışları yeşil biriydi. Halit öfkelenmişti. “Uyandırdım mı evlat? Kusura bakma.” diye sordu, “Geçiyordum, seni görünce bakayım dedim. Yardıma ihtiyacın vardır diye.” Hırsız mıydı neydi? Zararsız birine benziyordu, adamın gözleri ıslaktı. Ağlamış gibi. Adam leş gibi bira kokuyordu. Halit’in uykusu kaçmıştı. Toplanıp oturdu. Adam “gider diye bir şey diyeyim” diye düşündü; çünkü korkmuştu, zarar görmekten. “Ben iyiyim dayı, sağ olasın.” Adama dikkatlice baktı, adam süt dökmüş kedi gibi mazlum duruyordu, önüne bakıyordu dilenci gibi, bir elinde sigara vardı. Halit korkuyu boş verdi: “Ben iyiyim. De; senin neyin var? Neden ağlıyorsun? İçtin sanırım. Derdin ne?” “Karım aklıma geldi. 2 sene önceydi. Onu çok sevmiştim.” “Neden öldü?” “Ölmedi; ama bir anlamda öldü. 2 sene önce en mutlu son zamanlarımızdı… Komşu evde bir adam yaşıyordu, ben yaşlarda. Yeni taşınmışlardı mahalleye. Ama evde bir ay oturdular. Genç bir çift ve o adam. Çift işe gidip geliyordu. Eve gelen giden yoktu. Sonra bir gece eşyalar kamyona taşındı ve adamı bıraktılar boş evde. Yatağıyla. Sonra ev sahibi onu dışarı attı, çok acıdım adama. Kızı onu terk etmiş. Çok ağladı, gelecekler ve beni alacaklar, bir yanlışlık var bu işte diyordu, kızım bensiz yapamaz. Birçok komşu adamı evine almak istedi; ama ben öne çıktım ısrarla. Adama evime getirdim, yemek verdim. 15 gün sonraydı. Dışarıda iş güçle uğraşıp duruyordum. Bir sabah uyandım. Karım ortada yok, adam da yok. Gece karım aradı, adamla kaçmış. Boşuna polise gitme. Rezil olursun. Bu işi aramızda çözelim. Anlaşmalı boşanalım dedi. Olur dedim. Yani iyi bir adama benziyordu. Karım da öyle bir şey yapacak birine benzemiyordu. Karımın bana anlattığına göre, seni sevdim, evleniriz, arazilerim var, seni çok rahat yaşatırım türünde şeyler demiş. Aklına girmiş anlaşılan. Kandırmış karımı. Sonra karım aradı. Bu adam alkolik dedi, beni kandırdı, hiçbir şeyi yok. Boşanmaktan caydım. Geri dönsem kabul eder misin dedi. Dün aradı. Ben de şimdi kabul etsem mi etmesem mi diye düşünüp duruyorum. O yokken kafayı yedim. Şimdi onun da kafayı yemesini istiyorum, öfkem var. Nasıl yapar bunu bana? O evde durmak istemedim, lanetliydi sanki ve bütün eşyaları sattım, kirayı da ödeyemedim. Evli barklı iki kızım var, ayrı şehirdeler. Annelerini sordular. Köye gitti diye yalan attım. Karım şimdi üçüncü sınıf bir lokantada bulaşıkçılık yapıyor. Köle gibi çalışıp adama bakıyor. Her gün adama içki almak zorunda. Çalışıp bana bakmazsan senin öldürürüm diyormuş.” “Abi sen bilirsin ne yapacağını; ama bence karını bağışla. O adamın elinde çektiği eziyeti çekmiş zaten.” “Ben de öyle düşünüyorum. Birkaç ay geçsin, para biriktireyim. Aradığında gel diyeceğim. Her şeye sıfırdan başlayalım. Tabi işsiz kalmıştım, birilerine borcum vardı, adam işte tam bu esnada daldı hayatımıza, yalanlarla… ama iş buldum. Bir haftadır çalışıyorum. Artık eski hataları tekrar etmeyeceğim… Onunla yeteri kadar ilgilenemedim. Kadınlar ilgiye bayılır ve onlara can verir bu, ilgi yoksa o evlilik çöker, bunu sakın unutma. Basit ilgi! Sen neden burada yatıyorsun, kalacak yerin yok mu?” “Babamla kavga ettim, beni dışarı attı.” “Demek öyle. Gel benle istersen. Ama uyuşturucu bağımlısı filan değilsin, ha?” “Yok dayı. Asla.” “O zaman yürü gidelim. Aç mısın?” “Evet. Kuru ekmek yedim ama.” “Yavru köpek misin ki? Yavru köpek bile yemez onu.” dedi şakayla. “Onu bulabildim. Peki sen alkolik misin “Yok ya, darlandım bu gece, birkaç bira içtim. Normalde asla.” Birkaç kilometre ilerlediler. Büyük ve güzel bir bahçesi olan 2 katlı villaya yanaştılar. Villanın havuzu açık mavi renkteydi. Bahçenin arkasına ilerlediler. Burada ahşap bir kulübe vardı. İçeri girdiler. Duvarlarda bikinili kadın resimleri vardı. Bütün duvarlar onlarla kaplıydı. Gazetelerden kesilmiş. “Dayı bunlar ne? Sen ne yaptın böyle?” Güldü. “Benden önceki genç elemanın hobisi. Ben de ellemedim. Hatıralara büyük saygım vardır. Hani derler ya. Emeğe saygı. İşte bu. Çocukcağız çok özen göstermiş. Bana dedi ki dayı çok emek saf ettim. Onları yırtıp atma. İlerde bu işe dönme imkanım olabilir. Buranın bekçisiymiş.” Küçük tüp üstündeki tencerenin altını yaktı. Isıtıcıyı açtı. Kıymalı patates koydu bir tabağa ve bardağa poşet çay koyup sıcak suyu ekledi. Halit yemeğe koyuldu. Korku düştü içine. “Bu adam bana bir şey yapar mı?” diye. Dikkatli olmaya karar verdi. Çünkü onu hiç tanımıyordu. Yaşar tek kişilik yatağına geçti ve uyumaya başladı. Halit de yerde battaniye üstüne uzandı. Yaşar’ın uykuya daldığına emin olunca o da uyumaya karar verdi, ne olur ne olmaz. Uykuya dalmadan önce tatlı bir his geldi yüreğine. O güzel şortlu kızlardan biriyle tanışacaktı, sevgili olacaktı, yaşar belki ona iş verirdi. Bu koca bahçeyi tek kişi derleyip toparlayamazdı, ayrıca yüzme havuzunun da bakımı vardı, böyle büyük, gösterişli evin işi, eksiği gediği bitmezdi. Gün aydınlanmamıştı; ama yarım saat sonra karanlık erirdi. Halit uykusunu almıştı, aniden uyandı, kendini hafif ve zinde hissediyordu, kalacak bir ev ve yiyecek lokma bulduğu için şükretti. Kalktı ve bahçeye çıktı, çam ağaçlarının ve gül kokularının dalgasıyla karşılaştı, çimene sırt üstü uzanıp gökyüzüne daldı gitti, sonra kalktı, bahçede ilerledi, villanın bir odasının ışığı yanıyordu. Işık söndü ve bir kadın çıktı balkona, sigara tüttürüyordu, bir elinde kahve fincanı vardı. Halit sıçan gibi korkarak geri çekildi ve ağacın arkasından kadına bakıyordu. O ara gün hafiften aydınlanmaya başlamıştı, kadın sahile bakıyordu, denize. Az sonra kadın içeri geçti. Halit bahçenin öteki tarafına gitti salanla sallana, burada kocaman bir yüzme havuzu vardı. Halit, birinin yaklaştığını duydu, evden ayak sesi geliyordu, Halit, süs bitkilerinin arkasına saklandı. Evin kapısı açıldı. Halit, başını saklandığı yerden çıkarıp karşıya. Manken gibi düzgün vücutlu bir kadın çırılçıplak halde havuza yanaştı, havlusunu sandalyenin üstüne astı. Kahvesinden bir yudum alıp masaya bıraktı ve havuza balıklama atladı. Sarışın, mavi gözlü; adeta ceylan gibi bebek gibi zarif kadın Halit’in aklını başından almıştı. Onun iradesini bir anda açlıkla kıvranan sincapa çevirmişti. Halit ayıldı, kadını gizlice seyretmek ona doğru gelmedi ve süratle oradan uzaklaştı. Yaşar uyanmıştı, ısıtıcıyı açmıştı. Çay yapacaktı. “Yaşar dayı” dedi, “havuza bir kadın giriyor.” “Evin hanımı olmalı. Gece geldi.” “Ne iş yapar?” “Doktor.” Havuza çırılçıplak girdi. Yaşar fırladı: “Deme!” “Dayı nereye?” “Az işim çıktı; gelirim.” Halit, ayak kesti ama o da fırladı. Yaşarı arıyordu bahçede. Yaşar, yüzme havuzunun orada, bir ağacın arkasına saklamıştı. Pantolonunu aşağı indirmişti. Halit ona dokundu: “Dayı, ne yapıyorsun?” Yaşar, korktu, ona arkasını dönüp pantolonunu yukarı çekti hemen. “Dayı, seni işten atarlar. Adım gibi eminim. O bikinili kadın resimleri kulübenin duvarlarına sen yapıştırdın? Ama ev sahibi onu gözetlediğini görürse işin biter.” “Her neyse. Bu aramızda kalsın, evlat. Gençsin. Beni anlarsın. Uzun zamandır yalnızlık çekiyordum da.” Gece oldu, Halit bir rüya gördü; ama sabah hatırlayamadı. Yaşar ve Halit kahvaltı yapıyorlardı. “Menemen süper olmuş, bu konuda çok beceriklisin dayı.” Yalnızlık adama her şeyi öğretir, kadın eli değmesi lazım oysa adama, evine. Sen anlamazsın, gençsin.” “Dayı bu açık saçık kadın resimlerini duvarlardan sökelim bence?” “Neden?” “Bir işe yaradıkları yok.” “Onlara bakınca iyi hissediyorum ama.” “Bırak dayı. Sökelim.” “Karışma, sen anlamazsın. Dua et de hanım seni fark edip kovmasın buradan.” “İşçi lazımdır buraya. Söylesen iş aradığımı.” “Diyemem.” “Neden?” “Diyeceksen sen de. Beni adamdan saymaz. Ciddiye almaz. Ters bir şey derse kalbim kırılır. Seçkin değilim. Onlarla hiç muhabbetim yok, yeniyim burada. Sen ve ben gibiler onların gözünde pis kokulu salyangozdan başka bir şey değilizdir, evlat.” Halit, eski gazetelerden birini eline aldı. Bir hayvan fotoğrafı gördü: “Bu ne?” diye mırıldandı. Yaşar onun baktığı sayfaya baktı: “Okuman yazman yok mu? Bak İmpala yazıyor.” “Dayı, aklıma müthiş bir şey geldi. Duvara İmpala’yı koyalım. Yalnız bir tane değil. Çok.” “O zaman çoğaltmak lazım.” “Neden İmpala?” “Güzel çünkü. Ayrıca buraya o hanım ya da eşi girerse ne hissedersin? “Sapık gibi ya da tecavüzcü gibi. Utanırım çok.” “Peki o?” “Sapığın tutsağı gibi hisseder. Korkar ve kaçar. Ve beni işten atar.” Bence İmpala’yı koyalım duvarlara. Başka başka hayvanlar. Fotokopiyle çıktı alırsak olur. Şimdi hatırladım. Dün gece İmpala görmüştüm rüyamda. Duvarlarda İmpala’lar koşuyor. Çayırlık alandı burası. Duvarlar yoktu. Sanki dünyanın merkeziydi. İmpala’lar vardı her yerde. Bu angut salak karıların ruhuna verdiği hiçbir şey yok. “Birkaç tanesini sökebilirsin.” Halit, duvarlardaki kadın fotolarını koparmaya başladı. “Aslan yattığı yerden belli olur. Babam böyle derdi. Bunlar nedir ya, bunlar senin ruhunu yansıtıyor mu, iç güzelliğini? Yok. Bunlar iç güzelliğini imha ediyor sadece.” Yanıt alamadı. Başını çevirip ona baktı. Yaşar ağlıyordu sessizce. Sandalyeye oturmuş. “Yaşar dayı, ağlama ya. Bak üzüyorsun beni. Hep aykırı şakalar yapan adamı böyle görmek hiç kolay değil.” Yaşar kısacık güldü. “Neden dertlendin dayı?” “Karım terk edince…yalnızlık, can sıkıntısı işte. Karım neşe verirdi bana, hayat sevinci. Onu kaybedince böyle şeylere kafayı sardım.” Öğle vaktiydi. Yaşar yemek pişiriyordu. Kuru fasulye ve pilav. Yemeğin pişmesine az kalmıştı. Kulübenin önünde oturup sağdan soldan sohbet ediyorlardı. Yaşar dedi ki: “Evin hanımıyla konuşayım da bakalım sana verebilecekleri iş var mı, bahçıvan olarak bir yardımcıya ihtiyacım vardı zaten. Konuşayım. Onların yüzünü gördüğüm yok. Yaz geleli birkaç kez gördüm, bir şeyler deyip gittiler. İkisi de üniversite doktor… Hanım geldiğine göre anlaşılan yıllık iznine ayrıldı. Eleman lazım mı diye ağzını arayacağım. Dün gece düşündüm, durumuna üzüldüm, bir iş yapman lazım, bu konuda bir şey yapacağım, ortam oluşursa da dile getireceğim iş aradığını.” Yemek pişmişti. Yemeğe oturdular. Yaşar, su gibi terliyordu ve hızlı yiyordu. “Yaşar amca bu sürat ne, az yavaşla. Boğulacaksın. Bu ter nedir böyle?” “Karım da yavaş ye der. Ne yapayım. Biriyle güreşir gibi de terliyorum. Karımınkine az dokunuyorum; zırt boşalıyorum.” “Ney ney?” “Cinsel ilişkiyi diyorum. Onunkine az dokundu mu benim alet; hemen boşalıyorum. “Yaşar dayı, bunu bu kadar açık anlatmasan. Hiç anlatmasan cennetliksin.” “Ne olacak, evladım yaşındasın. Karımın o adamla işi pişirmesinde onu mutlu edememem de var, cinsel olarak. Erken boşalma sorunu için doktora gitmem lazım.” “Abi dur, bir kaşık aldın, yavaşça çiğne ye yut. Sonra derin bir nefes al, bir süre tut nefesi ve ver. İçinden ona kadar say. Sonra ikinci kaşığı al. Haydi başlayalım terapiye.” Terapiye başladılar. Az sonra. “Galiba kontrol gelişiyor.” dedi Yaşar. “Evet abi.” “Bunu ben cinsel ilişkide de denesem iyi olacak.” Güldü. Halit, ona acıyarak baktı, “yarım akıllı mı, yoksa saf mı bu adam?” diye düşündü. Bir çığlık duyduklar. Bir öfkeli acı çığlıktı bu. Kadın çığlığı. Kadın şöyle bağırdı: “Kör olasıca yaşar bey, nerdesin?! Hangi cehennemin dibindesin! Yaşar Halit’e baktı: “Allah Allah. Hanım hiç çığlık atmak ve bu şekilde hakkımda konuşmaz. Bir gidip bakayım.” “Ben de geleyim mi?” “Gel. Kontrolümü kaybedip hanımın üstüne atlarsam tutarsın beni. Hem tanıştırırım seni.” Güldü. “Oldu dayı.” Panikle ilerlediler. Kadın havuz kenarında öfkeyle sigara içiyordu. “Nerdesin Yaşar efendi? Kaç kere seslendim!” “Özür dilerim hanım efendi. Duymadım. Yemek yiyorduk da.” “Kocaman bir fare geziyor burada. Onun icabına bak. İğrenç bir şeydi. Burada tek fare görmeyeceğim. Ona göre!” “Baş üstüne, efendim. Bu arada bir arkadaşım geldi. İş arıyor. Fareyi çabucak bulmamda çok faydası olur, kıvrak ve enerjik. Benimle çalışabilir mi?” “Çalışsın; ama onu işe alıp almama işini düşünmem lazım.” “Burada yardımcı lazım bana efendim. Kaç kişinin yapacağı işi tek başıma yapıyorum.” “Bunu sonra konuşuruz. Şimdi kafam yerinden değiş Yaşar efendi.” “Peki efendim.” Kırmızı mayoluydu kadın, şezlonguna uzandı. Yaşar başını çevirip şöyle bir baktı, oradan uzaklaşıp fareyi aramaya giriştiler. Yaşar alçak sesle dedi ki: “Su kadın benle arkadaşı gibi sohbet etse dünyanın en mutlu adamı olacağım, evlat. O kadar asil ve seçkin ki. Bense onun yanında kendimi fare gibi hissediyorum. Bana dostu gibi değer verdiğini görsem ve güzel gözlerine salarım kendimi ve vücuduna sapık gibi bakmam bir daha. O zaman çok mutlu olurum. Böyle güzel bir kadının varlığının yanımda hissetmek muhteşem olur ve onun beni bir ahbabı gibi görmesi uçurur sevinçten beni. Hadi diyelim aşık oldu bana. İmkansız ya. Ya bunlar çalışanlarını köle gibi görür. Hani Afrika filmlerindeki zencileriz biz. Beyazlar patron. Efendi. Biz ağzımızla kuş tutsak bunlara yaranamayız. En iyisi karım arasa da gel desem. Bu saçma düşüncelerim son bulur. İnsan yalnızken çıldırıyor be evlat. Ama hanım belki benle yatar. Bunların sınırsız fantazileri olur. “O sana hayatta bakmaz. Pis köle, pis zenci.” Güldü. Yaşar güldü: “Ağzına sağlık. Şaka yapıyorum be evlat.” Fareyi bulamadılar; ama Yaşar fareyi bulup öldürüp çöpe attığını söyledi evini hanımına. Yemek yediler ve Halit villadan ayrıldı, sahilde çöpleri gezmeye başladı, eski gazete ve dergi toplamak için. Akşam yaklaşırken getirdi bunları, Yaşar’a gösterdi. Gazetelerden hayvan ve doğa resimlerini kesip kulübenin duvarlarına yapıştırdılar. Yaşar bir an durdu, düşünceliydi. “Ne oldu Yaşar dayı?” dedi Halit. “Bu kısım, tam şurası, olayın merkezi, orası boş kaldı, elimizde resim varmadı. Çıplak popo gibi sırıtıyor orası.” “Yarın yine gazete buluruz, uygun resim koyarız oraya.” “Bak aslanım burası özel, o resimler olmaz, burası merkez, burası tapınağın merkezi. Oraya çok özel bir resim koymamız lazım.” Az sonra; “buldum!” diye bağırdı. “Ne dayı?” “Penisimin fotoğrafını çektirip oraya yapıştıracağım. Kapış kapış gider.” “Dayı saçmalama! Ağır sonuçları olur bunun.” “Ya ben hanımım için düşünmüştüm. Hanım duvarda penisimi görünce hoşlanır benden.” “Başına baltayla vurmak gibi bir şey olur.” “Öyle mi dersin?” “Aynen.” “Ama ben oraya senin penisinin fotoğrafını koymayı düşünmüştüm, ne de olsa genç ve dinamiksin.” “Dayı, bu muhabbeti kapat lütfen. Duyan ilişkiye girdiğimizi sanacak.” Yaşar, deli gibi gülmeye başladı. “E yeter dayı, seni güldürmek için dedim; ama artık normalde dön.” “İlişkiye girmek, ha. İlginç.” Ertesi gün de bu işe devam ettiler, boş kaldıkları zamanda. Halit kimi resimleri fotokopiyle çoğalttı. Duvarda boş kalan o yere aslan resmi yapıştırdılar. Resmi Yaşar kara kalemle yapmıştı. Akşam yaklaşmıştı iyice. Beş on dakikaya hava kararır ve günün en güzel zamanları başlardı villada, bahçesinde ve sahilde. Yaşar, gün boyu çeşitli işler yapmıştı, yorgundu ve kulübede uzanmıştı. Halit ise çıkmıştı. Evin hanımı bu kez beyaz bikini girmişti. Bahçenin ışıklarını açtı. Yaşar’a bakındı. Görmeyince kulübesine doğru ilerledi. “Yaşar bey?” dedi. Yaşar duymadı. Kadın kulübeye girdi. Duvardaki hayvan fotoğraflarını görünce şaştı kaldı. “Yaşar bey?” dedi. Yaşar uyandı ve korkarak toparlandı. “Buyurun Zerrin hanım?” “Bu kulübeyi neye çevirmişsin?” “Bilmem ki.” “Kusura bakmayın. Özür dilerim.” Duvarları eski haliyle sanıyordu, bikini kadın fotoğraflarıyla kaplı, bir vahşi, kudurmuş halde. “Yok yok. Muhteşem olmuş.” Yaşar, duvarlara baktı ezilerek. “Nerden aklına geldi duvarları bu güzelim hayvanlarla süslemek?” “Oh!” dedi içinden, Yaşar ve sevinçle şöyle dedi: “Rüyamda gördüm.” Kadın duvardaki fotoğrafları incelerden Yaşar da kadını süzüyordu: Muhteşem memeler. Muhteşem kalça. Kadın güldü. Sandalyeye oturdu ve bacak bacak üstüne attı. “Dostum, burası inanılmaz! Bambaşka bir aleme sürüklendim, Afrika’ya, savanaya gittim sanki.” “Yok efendim, kıçı kırık aciz bir kulübe işte.” dedi kendiyle gururlanarak, hayret etti, kadın kendini saklamıyor, gizlemiyordu ve çok rahattı. Ve ona “dostum” diye hitap etmişti. “Çocuk elinden çıktığı çok belli: Aslan resmini hangi piç yaptı peki? Çok kötü ve komik olmuş.” “Ben efendim.” “Çok sempatik diyecektim. Kusura bakma.” “Sorun değil efendim.” “Çay içer misiniz, efendim?” “Olur; ama kahve varsa kahve.” “Var efendim. Fakir işi.” Kadın güldü. Yaşar, iki kahve yaptı hemen. “Yaşar bey, bahçe çok büyük, bahçede hayvan bakmak nicedir aklımda. Tavuk mesela. Bir köpek. Ördek. Tavukları çok severim. Bir kedi mesela. Güvercin. Civciv bul bir yerlerden. Onları yemlerim büyütürüm.” “Bulurum efendim. Ama önce kümes yapmak lazım.” “Ne gerekiyorsa yap.” “Şu gariban genci işe alacak mısınız?” Düşündüm bu konuyu, hayvanlar olacak, tek başına bakamazsın, o genci gözüm tutmuştu zaten. Ben onunla konuşurum. Geçen hafta sonu misafirlerimiz vardı, çocukların büyüğü senin kulübeye girmiş ve senin sapık olduğunu söylemişti, inanmamıştım, duvarlar boydan boya açık saçık kadın resimleriyle süslüymüş, o genç kız seni işten atmamı söylemişti, Yaşar bey yapmaz demiştim. Yalan söylediğini düşünmüştüm ve doğru çıktı, o kız uyuşturucu tedavisi görüyor şimdi. “Yanlış yapmış, efendim. Ben öyle şeylerle hiç ilgilenmem.” “Öyle olsaydı seni işten atardım. Sen evli miydin?” “Evet efendim.” “Kaç çocuk, eş? Sohbet uzadı. Kadın orada yarım saat daha kaldı ve gitti. Halit geldi kulübeye. Yaşar olanları anlattı: “İnsan yerine koyulmak inanılmaz güzel. O kadın bana bir dostu gibi sevecen davranması o kadar zevk verdi ki bana. Bilemezsin. İnsan bana yanımda çırılçıplak kalsa, ilişki teklif etse kabul etmem namussuzum.” Güldü.” “Ederim de hayda hay. Yani demek istediğim insan kalmak değerli evlat. Yaşlıyım. Çirkin. Ama sen gençsin. Belki sana verir.” “Neyi verir?” “Kendini.” “Yaşar dayı bırak bu sözleri. Duymamış olayım! Çok çirkin.” “Ya şaka yapıyorum evlat. Seni işe alacağını söyledi. Senle konuşacak.” “Süper oldu dayı! Sana minnettarım!” “Sen ne yaptın, gezdin mi?” “Hı. Bir kız gördüm. Şortlu. Çok güzel. Saf bakışları var. Sanırım benden hoşlandı. Ona arkadaşlık teklif edeceğim.” “Sana bakmaz onlar evlat. Sertleştin mi?” “Dayııı!” “Şakaydı.” dedi sırıtarak. “Neden onlar bana bakmaz?” “Giydiğin pantolon paçavra. Gömleğin yüzyıl öncesinden kalma gibi görünüyor. Saç tıraşı olman lazım. Onlar sana bakmaz. Onlar iyi giyimli yakışıklı çocuklarla ilgilenir.” “Deme. Abi çok moral verdin, teşekkür ederim.” “Sakın bulaşma onlara. Terslenirsin. Üzülürsün. Yıkılırsın. Seni kalıbın kızlar değil onlar.” “Yok abi. Ezik psikolojisi bu. Yani senin psikolojin kusura bakma. Ben şahane görünmeyebilirim. Ama kişiliğimle kazanırım o kızı.” Güldü: “Hiç sanmam. Sen buraları bilmiyorsun. Bak aslanım, evin hanımı benle sevişmeyi ne kadar çok ister. Asla istemez. İşte o kızlar da senin için o. Kasap önünde yalanan aç kedisin. Onlar ise kasap dükkanı sahibi. O kızlar züppe. Havai. Gerçekten sevmezler. Sevmeyi bilmezler. Erkeklerin ilgilisi, gözlerini çekmek için kısa, açık saçık ve seksi giyerler. Ama iş yürekten sevmeye gelince o yeni yetmeler o işi hiç bilmezler.” “E kimi seveceğim ben? Kafamı attırma Yaşar dayı!” “Onu zaman gösterir.” Güldü: “Dost acı söyler. Gerçeği söyler. Sen sen ol bulaşma o kızlardan birine. Şimdi derin nefes al, bir süre tut ve ver, sen yokken bunu çok çalıştım. Yani karımınkine ufak tıklatınca boşalmayacağım öyle mi?” Halit, istemeden gülmeye başladı. “Abi, böyle konuşmasan olmaz mı. sonra karını elinden almaya kalkarsam?” Yaşar güldü: “Alırsan al. Annen yaşında...” “Lütfen pis şaka yapma.” O gösterişli kızlardan birini mi sevmek istiyorsun?” “Evet abi.” “Gerçekten mi?” “Evet.” “Bence senin bütün derdin seks. O kızlardan birini yatağa atmak peşindesin. Sevmek filan deme bu işe! Gariban içgüdüsü.” “Yok abi. Saçmalıyorsun! Bir kız var. Onunla hep göz göze geliyorum. Ona arkadaşlık teklif edeceğim. “Bütün derdin onu yatağa atmak. Pis köylü seni!” “Yaşar dayı bana çok itici gelmeye başladın, her nedense.” Yaşar güldü: “Şakaydı canım.” “Ben bir dolaşıp geleyim” dedi Halit, sahile indi. Boş bankı görünce hemen oturdu. Çocuğun biri çekirdek satıyordu, bir bardağı bir liraydı. Gelip geçen çekirdek ya da haşlanmış mısır yiyor ya da dondurma yalıyordu, en ucuzu da çekirdekti, Halit’in canı çok çekti; ama parası yoktu. O da kendini avutmaya başladı, gelip geçen insanlara bakıyor, hayaller kuruyor ve vakit su gibi akıp geçiyordu. Derken o kız göründü. Yürüyüş yolundan geçiyordu, az sonra genç adamın önünden geçecekti, Halit, Yaşar’ın dediklerini düşündü, Yaşar haklı olabilirdi, bunu anlamak için bu kez ona bakmayacaktı, umursamaz görünecekti, onu fark etmemmiş gibi yapacaktı, “bakalım bana bakıyor mu?” diye deneyecekti onu. Başka tarafa baktı ve çaktırmadan onu izledi. Evet, kız ona bakıyordu ve Halit yüzünü ona çevirdi. Kız tatlı biçimde gülümsedi. Kız arkadaşıyla geçip gitti ve gözden kayboldu. Halit, sevinçle Yaşar’ın kulübesine gitti, soluğu orada aldı. “Yaşar, dayı kız benle ilgileniyor!” “Nasıl? Bacak arasındaki ejderini mi gösterdi sana?” “Dayı! Of!” “Kızın nasıl tepki verdiğini diyordun?” “Bana gülümsedi. İçtenlikle gülümsedi.” “Yok be, arkanda başka birine gülümsemiştir. Tanımadığı birine neden gülümsesin?” Halit, kapının menteşesini yapmaya çalışıyordu. Gevşemişti ve kapının kapanmasına engel oluyordu menteşe. “Anasını şey yaptığımın menteşesi otursana yerine!” “Kızma, yavaşça vur, oturur.” “Sen anlamazsın!” Çok sert vurdu ve menteşe yamuldu. “Kapı artık hiç kapanmaz, çok güzel oldu, yarın hallederim.” dedi Yaşar. Gülümsedi, aslında kızgındı. “He ya, sayende artık içeriyi sivri sinekler basar.” “Yarına kadar bir şey olmaz canım. Ufacık canlılara da hoş görü göster.” “Ama çok kötü vurdun menteşeye. Yavaşça vur, oturur demiştim.” İlerleyen saatlerdi. İçeriyi sivrisinekler akın ediyordu. “Anasını sevdiğimin sivrisinekleri gidin başka yere! Yediniz bitirdiniz beni!” diye söylendi Yaşar. “Abi, ilaç almak lazım.” “Bütün marketler kapalı.” “Menteşenin laneti tuttu. Metal bir nesne bile olsa iyi davranacaksın. Yamulttum onu. Sonuç bu.” “Bizim köyde sivri sinekleri kaçırmak için tezek yakarlar.” “Burada nerden buracağız tezeği?!” “Hoş görü göster diyordun sivrisineklere.” “Yok lan, insanın gözünü çıkarıyor bu namussuzlar.” Ertesi akşamdı. Ferahlık, umut ve yaşamı sevinci veren bir yaz akşamıydı. Her taraf cııvl cıvıldı. Bahçelerde insanlar çay kahve içiyor, yemek yiyor, çekirdek, çerez ya da dondurma yalıyordu, dostlarla Her taraftan müzik sesleri geliyordu, kahkahalar, söyleşi sesleri. Halit, sahile inecekti. Yaşar’dan bir miktar borç para isteyecekti. Ama utanıp diyemedi. “Nereye?” dedi Yaşar, “çay yapacağım.” “Sahile ineceğim. Bunaldım. Çay olana kadar gelirim.” “Sahilde ne yapacaksın?” “Benim kızı görmem lazım.” Yaşar güldü: “Sana bol şans, bay azgın. Kayaklıklarda kimse olmaz. Orada ilişkiye girebilirsiniz rahat rahat.” “Dayı, büyüleyici derinliğine hayranım; ama yapma.” Güldü: “Peki.” Halit, sahildeydi, bir banka kuruldu ve canı sıkılınca yürüyüş yolundan gelip geçen insanlara bakarak içinden şarkılar söylemeye başladı. Çok beklemesine rağmen mavi gözlü kız görünmedi. Sürekli takıldığı esmer kız arkadaşı da piyasada yoktu. Vakit epey geç olmuştu. Özlenen kız ortalıkta yoktu. Halit, buna inanamıyordu. Oysa bugün onunla konuşacaktı, punduna getirip konuşabilirse. Kız yoktu; yıkılmıştı Halit, yolun sağına soluna baktı. Oraya çivi gibi çakılı kalmıştı sanki. Eve gitmek istemiyordu canı, kız gelir ümidiyle. Sahil yolundan arada araçlar geçiyordu ve yürüyüş yolunda turlayan mutlu ve coşkulu insanlar erimişti. Birkaç serseri ve zibidi kalmıştı sadece. Halit, eve dönmeye karar verdi. Son kez yolun ucuna baktı. Bisikletli başka bir kız gördü İçi acıyarak banktan kalktı ve şöyle düşündü: “Yaşar dayı çok haklıymış, o kız bana asla bakmaz, sen önce aç karnını doyur. Hem onunla kayalıklarda o işi yapmak istediğimi de nasıl bildi namussuz herif! Eee, yaşlı kurt ne de olsa. Bir kez hayal ettim canım, bir kez.” Yerde duran boş teneke kutuya tekme attı. İçecek kutusu duvara çarptı ve tekrar önüne geldi. Top saydığı tenekeye tekrar vuracaktı ve onu duvardan aşırıp kumsala fırlatacaktı. Yoğunlaşmıştı. “Dur” dedi kız. “Geçeceğim.” Bisikletinin yanında yürüyordu, bisikletin lastiği patlamıştı. Kumral saçları kıvırcık, kahverengi gözlü genç kız 20 yaşındaydı, siyah tayt giymişti. Üstünde beyaz tişört vardı. Güvercin gibiydi. Makyajlıydı, tırnaklarını kırmızıya boyamıştı. Halit, başını çevirip ona bakt aval avalı: O yakıcı kızdı bu. Dona kaldı heykel gibi. “Ne baktın?” “Hiç.” “Selam olsun sana” dedi kız, “İyi geceler o zaman.” Kız, bir adım atacaktı. “Dur.” “Ne?” “Bir şey söyleyebilir miyim?” “Söyle bakalım” dedi kız. “Birlikte yürüyebilir miyiz?” “Zaten yürüyordum. Senle neden yürüyeyim ki, seni tanımıyorum?” Halit, bir elini üzüntüyle kaldırdı, “kusura bakma” dersesine, onu selamladı, dudaklarını bükerek. Halit, bastı, arkasına bakmadan ilerliyordu. İçinden ağlamak geliyordu, yok olmak şimdi hemen buradan, utanç içindeydi. Bankı gördü ve oturdu. Kız ona yaklaştı: “Kalk, yürüyelim demedin mi? Açıklama bekliyordum.” “Seni buralarda görmüştüm, sohbet etmek istemiştim sadece.” “Öyle desene, neden korkuyorsun ki.” Güldü. “Adını öğrenebilir miyim?” “Sevcan ben.” “Ben de Halit.” “Memnun oldum” dedi kız. “Ben de. Yarın buralarda mısın?” “Bilmem.” “Neden benimle sohbet etmek istedin?” “Bilmem.” “Şu büfeden bana bir şişe su alır mısın?” “Bende var, bunu kullanabilirsin” dedi Halit, şişesini uzattı. “Onu yerden buldun; gördüm seni.” “Yıkadım ama.” “Olmaz. Pistir o. Git büfeden su al bana.” “Şey, cüzdanımı evde unuttum da. “Sorun değil. Özür dilerim; bunu düşünemedim. Ben gidip alırım. Bisikletime göz kulak olursun, ha?” “Elbette dostum.” Güldü: “Dostum demek!” Genç kız, bir şişe su ve iki bira alıp geldi. Biranın birini Halit’e verdi. “Ben kullanmam.” dedi Halit. “Niye?” “Sevmem.” Genç kız, birayı açtı, biraz içti. Geğirdi, güldü. Genç kız, biradan içti ve geğirdi, bu kez çok geğirdi ve güldü: “İğrenç olduğumu düşünüyorsun, değil mi?” “Hayır.” “Sen bana ne diyecektin, neden benimle konuşmak istedin, şu meseleyi açık açık söyler misin?” “Senle konuşmak, seni tanımak istedim, seni merak ettim.” “Başka?” “Hepsi bu.” “Başka şeyler var mı?” “Yok. “Var bence?” “Yok.” “Haydi şu kayalığa gidelim. Orası ıssız. Denize gireriz. Altımda bikini var. Ne dersin? “Olur.” “Sıcak çok bunalttı. Acil denize girip serinlemem lazım. Denize geceleri çıplak girmek acayip bir özgürlük hissi veriyor. O kayalıkta hep yaparım bunu. Haydi gidelim hemen.” “Gidelim.” Genç kız, aniden durdu. “Senin gibi bir sırtlanla oraya gideceğimi mi sandın?! Şapşal! İşiniz gücünüz seks! Cebinde bir lira yok! “Yanılıyorsun.” “Benle sohbet etmek istiyorsun. Önce paranın olması gerekmez mi. diyelim karnım aç. Diyelim seksi seven bir kızım. Ama aç karna seks olur mu, beş kuruşun yok ve seks istiyorsun benden. Kendinden utanmalısın, aç zavallı!” “Öyle değil.” “Yalancı, takoz seni! Sevgi mevgi umurunda değil. Taytlı halime, vücuduma kesildin ve benle konuşmak istedin. Kalbim umurunda değil. Ruhum umurunda değil. Tamamen hayvanca içgüdülerini tatmin etmek peşindesin. Önce aynada kendine bir bak. Pantolonun buruşuk. Gömleğin kirli. Pantolonunda yırtıklar var. Ayakkabıların çok eski. Sakalların var. Dağlıya, sapığa benziyorsun.” “Sen delinin tekisin!” Genç kız güldü. Mutluluk duydu bu sözlerden. “Ispanak! Sen şehirli vahşinin tekisin. Zarif görünüşün çok yanıltıcıymış, sakal bırakıp elinde tırpan ya da baltayla gezsen çok doğru olacak, ne der usta, ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün, benim dış görünüşümle alay edip durman çorak bir zihne sahip olduğunu gösterdi, oysa ben senin içinin değerli olduğunu sanmıştım.” Genç kız şaşkınca baktı ona ve birden kahkaha attı, delice mutluydu, şöyle dedi: “Hadi ben sende! İçmişlim. Kolayım, ha? Avucuna yalarsın! O ıssız yere gitsek üstüne atlayacağımı mı sandın. Gülerim sana. Tamam; görünüşüm süperdir. Beğenebilirsin. Normal. Ama benim kalbim tuhum yok mu? “Sen kalpsizce konuşuyorsun. Çok gaddarsın. Param yok. Sebebini bilsen üzülür ve benim kucağıma oturmak istersin. Ağlarsın.” “Aaaa!” dedi genç kız şaşarak, güldü, “Hadi ben sende! Pis fakir. Uzak dur benden. Çığlık atarım, toplanırlar buraya bak, asabımı bozma! O sözden dolayı hemen özür dile benden!” “Tamam tamam, özür dilerim, sakın bağırma. Senden çok hoşlanmıştım. Her şeyi bu kadar çabuk berbat etmek çok mu hoşuna gitti? Ama zihin yapın bok çuvalının tekiymiş, çok vahşi.” “Çok mu zoruna gitti.” Güldü. “Evet.” “O zaman ağzıma sağlık. Git kendin gibi köylü bir kız bul.” “Seni anlaşılan birileri çileden çıkarmış. Kalbin katılaşmış ya da bugün berbat bir şey yaşadın ve bana patladın. Boşaldın.” “Kızlar boşalmaz.” “Boşalır.” “Senin neyin var?” “Asıl senin neyin var, odun herif! Nasıl? “Bisikleti ben süreyim, sen biranı rahat iç diye söyledin. Çok bekledim. Erkek arkadaşım, sevgilim olacak saplama satıp gitti beni. Saçma bir kıskançlık yaptı. Küfür ettim, bastı gitti. Onunla işim bitti. Su almaya ben giderim demedin. Kırık camların üstünden geçtim, demedin orada kırık camlar var, diğer lastiği de patlatma. Bira bitti, ver boş kutuyu çöpe atayım demedin, dersin diye boş kutu elimde penis gibi durdu. Bekledim. Denedim seni cacık herif! Sen odun ötesi birisin!” “Ya o kadar çok heyecanlandım ki seni görünce! Sen tam yanımda olunca normal olamadım. Kalbim kut küt çarpıyordu ve düşünemedim. Fark edemedim senin durumunu. Çok haklısın. Öküzün tekiyim.” “Yürü git işine be!” dedi kız, bastı gidiyordu. Ağlama sesi duydu Halit. Yanına koştu. “Eve kadar yardım edeyim?” “Beni yalnız bırak” dedi kız ağlayarak, “Kalbini daha da kırmayayım.” “Lütfen” dedi gözlerin ıslanarak. “Olmaz. Benim vahşi biri olduğumu söyledim, sana zarar veririm.” Halit, durdu ve kızın gözden kaybolmasını seyretti. Halit’in gözlerinden yaşlar düştü. Hayali, İç dünyası yerle bir olmuştu, karanlık bir enkazdı. Bağırmak istiyordu. Deli gibi öfke ve kırgınlık. Öfkesi kendineydi. Ona incelikli davransaydı keşke. Banka oturdu, bir paket sigara ve çakmak fark etti, bir dal çıkarıp yaktı. Güldü: “Bir fırsat vardı ve kaçırdım.” diye söyledi kendi kendine. Tamam güzelim. Sonuna kadar haklısın. İlk gördüğümden beni bayıldım beyaz bacaklarına. Pembe mini etek giymiştin o gün. Tamam. Suçsa suç. Günahsa günah. Delice yalamak istediğim onları. Ama bir çift bacak görürken bir çift çiçek de gördüm. İşte sana bunu ifade edemedim. Bir çift çiçek. Bir çift gül. Köyümdeki bizim evin bahçesindeki güllerden. Turuncu güllerden. Onları ben dikmiştim.” Çocuk gibi ağladı. Bu sırada arkadan ona yanaşan genç kız onun bütün dediklerini duymuştu. Yaşlı gözlerini sildi. Derin bir nefes aldı. Ona doğru yaklaştı ve Halit’in gözlerini kapadı, ses tonunu değiştirdi: “Bil bakalım ben kimim?” “Sevcan!” dedi öfkeli, güçlü bir ses. “Baba” dedi genç kız. “Nerdesin kızım, bakmadık yer bırakmadım, gel hemen eve gidiyoruz.” Genç kız ona doğru gitti, duvar kenarına koyduğu bisikletini aldı ve başını çevirip Halit’e baktı üzgün biçimde. “O kılıksız kimdi?” “Hiç.” “Konuşma onunla.” “Yok.” “Fatih seni sordu. Kavga ettiğinizi anlattı. Eve gelmediğini öğrenince çok endişelendi, benimle seni aramaya gelecekti; istemedim.” “O piçle işim bitti baba, adını anma!” “Hani evlenecektiniz?” Yok; bitti.” AÇ KURT SÜRÜSÜ Sabah karanlığında kafadar kurtlar uyanmıştı, yakında küçük bir dere vardı, gidip su içtiler. Çiftlik evini kesmeye başladılar. Çiftlik evininin ahırına baskın yapıp ne alabiliyorsa yapacaklardı. Bu siyah kurdun hiç istemediği bir şeydi; ama iri lacivert çok ısrar ediyor, öyle laflar ediyordu ki; siyah kurt bu işin zor olmayacağını düşünmeye başlıyordu, ama sezgisi “girme bu işe” diyordu, “ben bu işin iyi sonuç vereceğini seziyordum” dediğinde ise iri lacivert şöyle diyordu: “Tek başıma girerim, sen buradan beni izle o zaman. Onun bu işe tek başına girmesini de hiç istemiyordu. Başlarına ne gelecekti. Siyah kurt bunu kestirmeye çalışıyordu, başlarına ne gelebilirdi? Düşünüp duruyordu, ikisi de gergindi, akşam geldi ve gece yaklaştı. Gündüz çiftlik evini, ahırı gözetleyip duruyorlardı. Civarda bir tane köpek bile görmemişlerdi, siyah kurt buna çok sevinmişti. Üç koyun gördüler, ahırın bir yerinden çıktılar, çevrili alanı aştılar ve ormana doğru ilerliyorlardı. “Haydi şunların icabına bakalım” dedi iri lacivert. Gündüz ışığında o koyunların avlamaya çalışmak kendini ölüme atmakla aynı. Bir süre konuştular. İri lacivert onu ikna etmeye çalışıyordu. Sen gelmezsen gelme. Ben tek başıma giderim dedi iri lacivert. Bu sırada yaşlı bir adam göründü. Koyunları çağırdı ve koyunlar onun sesini duyar duymaz fişek gibi ona koştu. Gördün mü dedi siyah kurt. Ben sana demiştim güvenli olmadığını. Haklısın. Ama burada köpek olmaması işimizi çok kolaylaştıracak ne dersin. Köpek olmaması çok tuhaf. Koyun varsa köpek mutlaka vardır. Bu işte bir iş var. Çok kolay olacak. Öyle görünüyor ama bu işte bilmediğimiz bir şey var. Hiçbir av kolay değildir dostum. O yaşlı insan buralarda bizim gibi kurtların aç dolaştığını bilir. Kesin vardır bir numarası. Köpekler öteki tarafta bağlı olmalı. O zaman gece o tarafı gidip yoklayalım. Ama köpek olsa mutlaka havlar. Ses çıkarır. “Orası da doğru. Bilmiyorum.” Gece yaklaşmıştı. Kafadarlar gergin, heyecanlı ve kıpır kıpırdılar. Açık duygusu içlerini ezmişti. Ama yemek bulacak olmaları onları dimdik ayakta tutuyordu. “Bir çarpışma olursa” dedi iri lacivert, “Fare gibi enselenirsek?” Çok iyi dedin, Çarpışırız. İkimiz kafa kafaya verince onların işini bitiririz. “Yapma ya.” “Ya ne?” Ev sahibi ya da köpekleri karşımıza çıkarsa hemen vın kaçacağız. Ayrı kollardan. Onlarla ve köpekleriyle kapışılmaz. Benim ilkem zor duruma düşme, insan ve adi köpekleriyle muhatap olma. Olmak zorundaysan kaç. Onlarla savaş olmaz.” “Sen de çok korkaksın be.” “Bununla ilgisi yok.” “Ya neyle?” “Akıllı kurt benim gibi düşünür, avanak seni. Ama umarım Bizi enselemezler iş üstünde. E öyle olursa kaçmak için çarpışmamız gerekecektir. Anlatabildim mi?” “Anladım yoldaş.” ÇARPIŞMA Bir kuru kemik parçası için kardeşleriyle kavga ederdi siyah kurt. Göğüs göğse. Yatıp yuvarlanırlar, hırtlaşırlar, kemiği iki uçtan tutup çekiştirirler, bu sırada hırlarlar, güçlü olan kemiği alır, kaçardı uzak köşede onunla oynamaya başladı, yenilen arkadan koşar, kemiği alıp kaçardı. Çarpışma olunca kardeşini hissederdi. Yumuşaklığını. Sıcaklığını. Pis kokusunu. Ağzını sırtında ya da başka yerlerinde hissederdi. Çarpışmaya başlayınca vücut vücuda birçok noktadan temas eder, baskı uygular, biri birini yıkmaya çalışırdı, kupkuru aptal bir kemik parçası için. Her şey oyun gibi görünürken taraflardan biri gerçekten kızmaya ve kardeşini hurda haşat etmek için çılgınca kükremeye başlar. Beri ki de çıldırmıştır. Oyun gerçek bir kavga döner. İşte o zaman gerçek can yakmalar başlar. Yavruların gerçek karakterleri şekillenmeye ve ortaya çıkmaya başlar. Kimi uysal, kimi zeki, kimi atak, kimi pes etmez, kimi gaddar, kimi paylaşımcı, kimi sevgi dolu, kimi sinsi, kimi şeytanın yaveri misali, kimi ise canavarlık üstüne rakip tanımaz. Ve kardeşlerini gebertmek ister, siyah kurtta en güçlü özellik dirençli oluşuydu, ondan güçlüydü kardeşleri, o en son doğmuştu, kardeşleri canavarca hislerle doluydu, ama en akıllısı siyah kurttu, kardeşlerinin canavarca saldırılarından kurtulmak için hep aklını kullanırdı. Sevecendi ayrıca, gücü diğerlerinki kadar değildi ama pes etmez, onunla uğraşanı bezdirip moral bozardı. O güçlü kardeşleri birbirinden kemiği alıp dururlardı, kemiği alan sevinirdi, zafer ilan ederdi, sonra öteki bastırırdı ve kemik başka ağza giderdi, hepsi tatmin olurdu; ama siyah kurt tatmin olmazdı, en sonunda bütün yavruların koşturmaktan canı çıkardı ve yorgun düşüp uzanırlardı, bu kez minik siyah kurt kemiği alırdı. Kemiğe hırladı, koşardı zıplardı. Kardeşleri onu ciddiye almazdı. Neden benimle oynanıyorsunuz solucanlar der gibi onlara bakar, onları kendine çekmeye çalışırdı. Siz hiç merak etmeyin. Büyüyünce hepinizi haklayacak kadar güçlü olacağım derdi bakışları. Kavurucu bir sıcak vardı ve ormanda otların arsında çiftlik evini gözlüyorlardı. İri lacivert dedi ki: “Eğer acele etseydik yaşlı adam gelmeden o koyunlardan birinin işini bitirebilirdik.” Hiçbir kurt gündüz av aramaz. Aklı varsa ve açlıktan ölecek gibi değilse. Zaman da ne kadar ağır geçiyor. Yerleştikleri yerde kimse onları fark edemezdi. Hayalet gibiydiler. Bazen uyukluyorlar, bazen gözleri açıp çevreye bakıyorlar, bazen oralarındaki buralarındaki pireleri ısırıp kaşınıyorlar, bazen esniyorlar ve huzursuz biçimde zamanın geçmesini bekliyorlardı, ara göz göze geliyorlardı. Siyah kurt bundan çok memnundu, göz göze gelebildiği bir kurdun yanında olması ona çok iyi hissettiriyordu, iri lacivert de böyle hissediyordu ve bu göz göze gelme onları mutlu ediyordu ama asıl olan güçlü ve güvenli kılmasıydı, işte bu yüzden göz göze gelmeler ikisini de mutlu edebiliyordu. Bir yoldaşlık, fikir ve yol birliği, bir işe adanmışlık, kafa kafaya vermek.. zehir gibi sıcakta bekliyorlardı ve hiç esinti yoktu, nem korkunç bir düzeydeydi. İki sürüngen gibi yapışıp kalmışlardı oraya, bütün umutları çiftlik evinin ahırıydı, düşünüyorlar, hayal kuruyorlardı. Aslında hayal kuran iri lacivertti, koyunları yediğini düşünüyor ve görüyordu, iri lacivert ise durum nasıl olacak, iş nelere yol açacak, kafasında en kötü senaryoları çevirip duruyordu ve canı sıkılıyordu. Bu sırada sıkılan, canından bezen iri lacivert gevezelik etmeye başlıyordu, “Ortak, ne düşünüyorsun?” “Hiç.” “Umarım bu kadar beklemeye değer.” “Tabi işler umduğumuz gibi gitmeyebilir.” “Ne yaparız?” “Kaçıp başka bir yiyecek kaynağı ararız. Ama bana sorarsan o çitlik evine hiç gitmememiz lazım.” Ormanda baykuşlar ötmeye başlamıştı, gecenin karanlığı her yeri vahşi biçimde kaplamıştı. Kafadarlar gergindi, bir korku, tedirgin bir his kalplerini yalıyordu. Kıpır kıpırdılar, yiyeceğe kavuşmanın sevinci içlerinde taklalar atıyordu, delice arzuluydular, son derece kuvvetli ve yenilmez hissediyorlardı kendilerini, ama o korku hep vardı, hiç gitmiyordu. Konuşmuyorlardı. Çiftlik evini gözlüyorlardı, ışığın sönmesini ve vaktin epey geçmesini…aşağıda küçük bir dere vardı, kurbağalar şevk ve mutlukla vıraklıyordu, cır cır böcekleri ötüyordu neşeyle. Sessizdiler. Konuşmak istemiyorlardı, havayı kokuluyorlar, çevreyi dinliyorlar, sabırla vaktin ilerlemesini bekliyorlardı, bazen dört ayak üstünde, bazen yatarak. Nihayet uygun zamanın geldiğini hissetmişti siyah kurt. İri lacivert hemen hissetti onu, ardından gidiyordu. “Ben önden gideyim yoldaş.” “Neden?” “Çünkü oraya gitmemizin iyi sonuçlar doğurmayacağını seziyorsun, şayet başımıza ölümcül bir şey gelecekse önce bana gelsin, sen ise kaçma fırsatı bulursun.” “Belki de başımıza fena bir şey gelmeyecek. Gelecekse eğer. Sorumluluğu üstüme almalıyım.” “Peki o zaman. Sen önden git bakalım.” “Ahıra önce ben girerim.” “Sakın vakit kaybetme. Acele de etme. Çok dikkatli ol. Ben etrafı gözlerim. Bir sorun çıkarsa ses ederim.” Dereyi geçtiler ve çiftlik evinin tellerinin altından geçip araziye girdiler. Hiç ses çıkarmıyorlardı, toprakta hayalet gibi ilerliyorlardı. Sabah yaklaşmıştı ve bütün canlılar en derin uykularındaydı. Siyah kurt geride mevzilendi. Buradan her tarafı görebiliyordu, iri lacivert ise ahırın çevresinde dolanıp girebileceği bir yer, bir delik arıyordu. İçerideki koyunların kokusunu almıştı, sevinçten deliye dönmüştü, içeri bir an önce girmek için aralık arıyordu heyecanla ve süratle. Bulamadı. Siyah kurdun yanına gitti. “İçeri girmenin yolunu aradım ama bulamadım. Tekrar bakayım.” “Boş ver. Gidelim buradan. Zorlamayalım.” “Saatlerce bekledik. İyice denemeden gitmek aptallık olur. Bekle beni.” İri lacivert ahırın çevresinde tekrar dolanmaya başladı, küçük bir aralık vardı, tahttalar eskiydi, çürümüştü, arayı genişlenirse içeri girebilirdi, kemik kıran güçlü dişleri elbette bu çürük tahtaları kırardı, aralığı büyültüyordu, çok vakit geçmişti ve siyah kurt telaşlandı. “Nerde kaldı bu?” diye acıyla düşündü. Biraz daha bekledi ve başına bir şey geldiğini düşünüp fırladı. İri lacivert deliği büyültmüş ve heyecanlanıp acele edip sığabileceğini düşünüp atılmış, ama gövdesinin yarısı deliğe sıkışıp kalmıştı, ne ileri gidebiliyor, ne geri çıkabiliyordu. “Ne bekliyorsun orada?” “Sıkıştım. Bana yardım et!” Siyah kurt kuyruğunu yakaladı ve onu geri çekmeye çalıştı. İri lacivertin canı çok yanıyordu ve bıraktı. “Böyle olmuyor. Bütün gücünle zorla.” Tam bu sırada yukarda gözüne bir şey çarptı. “Yukarda açık bir pencere var dostum, eğer başını yukarı kaldırsaydın onun görürdün ve buraya sıkışmazdın. Gözün heyecandan kör olmuş demek ki.” “Ne bileyim. Görmedim işte.” “Arkadan seni iteceğim. Sen de bütün gücünle it kendini. Canın acır ama çıkarsın. Bir iki üç deyince bastır.” “Tamam.” İri lacivertin canı çok yandı ama o dar pis delikten kurtulmayı başardı. O sırada acıyla inlemişti. “Umarım sesi duymamışlardır. Ben etrafı kolaçan edeyim.” Siyah kurt eski yerine gitti, çevreyi araştırıyordu. Vakit geçmişti ve iri lacivert gelmemişti. Siyah kurt fırladı, sıçrayıp pencereden ahıra girdi. İri lacivert kuzunun biriyle oyun oynuyordu. Seni geri zekalı ne yapıyorsun burada. Şuna baksana ne kadar sevimli. Beni annesi sandı. Sokuldu. Onu gebertemezdim herhalde. İki öfkeli köpeğin sesini duyduklar dışarıda. “Eyvah! Köpekler! dedi siyah kurt. Köpekler öfkeyle hırlıyorlardı, ahırın kapısı önünde. “Bunlar gündüz yoktu, nerden çıktılar?!” dedi iri lacivert. “Acilen burayı terk etmeliyiz!” “Önce sen kaç, eğer seni takip edelerse ben fırlar, peşimden gelmeleri için onları oylarım. Kurtulursam senle dinlediğimiz yerde buluşuruz. Bir saat içinde orada olmazsam benden umudu kes ve yoluna git. Bana yaşattığın her saniye için, geçirdiğimiz günler için sonsuz teşekkür ederim sana yoldaş. Siyah kurt dedi ki: “Sen yaşayacaksın!” Berikinin içi parladı sevinçle: “Neden biliyorsun?” “Sezgilerim.” Siyah kurt tam çıkacaktı. Dur dedi iri lacivert. Yanlış bir plan yaptım. Onlar şimdi çok öfkeli, güçlü. Süratle koşup yakalayabilirler seni. Önce ben çıkarsam güçleri erir, takatleri kalmaz. Senin peşinde düşseler bile kısa süreli olur. Ben önce çıkarsam onları yorar oyalar ve sana zaman kazandırırım.” “Haklısın. 10 tane olsalar da sorun değil. Kendimi hiç bu geceki kadar cidden bir kurt gibi hissetmemiştim. Atalarımın ruhu ruhumda sanki. Bana güç verdiler ve ne senin ne kendimi onlara yem yapmayacağım.” İri lacivert pencereden atladı ve köpeklerin seslerinin geldiği ahırın önüne doğru ilerledi sakince, ve onları az ötede gördü, İki kangal köpeği onları az ötelerinde görür görmez çıldırdı öfkeden ve onun paramparça etmek için fırladı ve iri lacivert de fırlamıştı. Kangalın biri önde, diğeri arkadaydı, on metre kadar ilerdeydi iri lacivert. Çok çabuk dikenli tellere geldi. Hızını düşüremedi ve dikenli tellere tosladı ve top gibi geri düştü tepe takla ve doğrulup yumuldu tellere, tellerin altından son anda geçti ve onun başına gelen erkek kangal köpeğinin başına geldi ve çok iriydi, canı o kadar yandı ki, acıyla ciyakladı, teller birçok yerini parçalamıştı. Diğer kangal akıllıydı, yavaş gelmişti sakatlanan kangal yerde ceset gibi kalırken akıllı dişi kangal bir süre şaşkınlıkla ona baktı, onu bu kadar aciz ve sefil biçimde ilk kez görüyordu, kalın kafalı seni gidi der gibi bakıyordu ona. Hemen ayıldı ve fırladı tellerin arasından süzüldü. İri lacivert dereye yaklaşmak istiyordu, bütün gücüyle koşuyordu, dere uzaktı, eğer yaklaşırsa dereye işi çok kolaydı, karşıya geçecek ve geçti mi kendini ormanda bulacak ve kayıplara karışacaktı, kangal ormana girmezdi, giremezdi, korkardı, o çiftlik arazinden sorumluydu çünkü. Orman ise başka canlılara, yani vahşi hayvanlara, kurtlara aitti. Ki evcil köpekler bu ayırımı çok iyi bilirdi. İri lacivert asılıyordu. Adeta ruhuyla koşuyordu. Dayan diyordu kendine. Ama arkadaki erkeğe göre ufak olan kangal mesafeyi git git kapatıyordu. Bu sırada siyah kurt yoldaşının başının belada olacağını sezip ayrı yoldan kaçmamış, iri lacivertin izlediğini düşündüğü rotayı takip ediyordu. Sakatlanan kangal onu görünce doğrulmaya çalıştı, bir ayağı fenaydı, topallıyordu, havladı hırladı ama ilerleyemedi, siyah kurt onun ötesinden tellerin altında süzülüp ilerledi. Daha hızlı ol diyordu içindeki ses, yoksa onun ölüsünü bulacaksın, daha hızlı. Çok daha hızlı. Eğer koşup ona yardım etmese iri lacivertin kesinlikle öleceğini zımba gibi hissetmişti kalbinde. Dürtüsü yanılmıyordu ve rüzgar gibi koşuyordu. Leş gibi uzanan ve inleyen iri erkek kangalın yanından geçip gitti. buna ne olmuş böyle diye geçirdi içinden. Orada dikenli emir tellerin olduğunu unutmuştu, ay ışığının yansıması parıltısı kımıldatmıştı ve zorlukla durdu, nerdeyse tellere toslayacaktı, kangalın başına geleni anlamıştı, tellerin arasında kuş gibi süzüldü. İri lacivertin nefesi tükeniyordu. Arkadaki kangal çok yaklaşmıştı. Birkaç metre daha yaklaşırsa fena olacaktı. Dişi kangal onun arka ayaklarına göğsüne çarpıp yere devirmeyi planlıyordu. İri lacivert dereyi geçemeyeceğini anlayınca yön değiştirdi. Yokuştu ve yokuş gücünü kesmişti. Çiftlik arazinden aşağı doğru, ama ormanla arayı çok açmadan koşarsa, çiftliğe doğru koşar gibi yaparsa, onu şaşırtıp ya da ekip tekrar yokuşa asılabilir ve dereyi geçip ormana dalabilirdi. Orada bir yerlere saklanabilirse…evet…evet… saklanmak… eğer… öyle yaptı… yokuş aşağı koşmak kolaydı. Kangal köpeği şaşırmıştı. Ama ısrarlı koşusuna devam ediyordu. Ona ölümcül bir ceza vermekte çok kararlıydı. Siyah kurt durdu ve ötedekileri duymaya çalıştı. karanlıkta yankılan nefes seslerini duydu. Ayak seslerini duydu. Ayakların süratle yuvarladığı taş toprak seslerini duydu. Tamam, nerde olduklarını duymuştu. Fırladı. Elli metre kadar ilerledi ve sonra aniden kendini su içinde buldu, boğulmamak için çırpınıyordu. Bahçe sulamak için yapılan eski bir su havuzuna düşmüştü. Su derindi ve çok geçmeden boğularak öleceğini anlamıştı. Gücü tükenince. Gökyüzünde binlerce yıldız vardı. İri lacivert ne haldeydi ve kendini burada ölüp gidecekti, ona yardım edemeyecekti, ölecek olması değildi, zaten çok sevdiği ailesini ve sürüsünü kaybetmişti, o gündür yaşama sevinci tuz buz olup gitmişti, öleceği için delice seviniyordu, bu can sıkıcı hayatta kalma savaşı bitecekti, her gün delice yiyecek bulmak için çırpınıyordu, o çıldırtan açlık duygusunu bir daha hissetmeyecekti, ölünce ailesine ve sürüsüne kavuşacağından emindi. Bırak kendini, mücadele etme, boğul ve öl diyordu içindeki bir ses. Ama öteki ses mücadele et diyordu, buranda kurtulmanın bir yolu vardır. İri lacivert aklından gitmiyordu, onun canı cana öyle çok karışmıştı ki. Onun ruhu ruhuna öyle sımsıkı dolanmıştı ki, onunla kardeşlerinden olduğundan yakın bir bağ kurmuştu. Bunu heba olup gitmesi ve ona yardım edememek…işte en can sıkıcı olan buydu, giderek daha sakinleşiyor, panik duygusunu atıyordu, birden karşısında yoğun bittiler gördü, mucize gibiydi. O tarafa gitti, akyalarına bir şeyler takıldı. Evet, çamurdu burası, kayıyordu ve bitkilere takıyordu ayakları. Ön akyalarıyla bitkilere tutundu, başta kaydı, bir süre dinlendi ve tekrar denedi ve sıçrardı. Bir parça kendini yukarı aldı, bekledi, tekrar sıçradı. Ve kendini havuzdan çıkarmayı başardı. Silkindi ve bastı. Bataklığa dönmüş bu iğrenç havuzda boğulmadıysa artık ona ölüm yoktu. Sevinçle fırladı. İri lacivert zikzaklar çiziyordu. Kangal köpeği başını uzatıyor, onun bir tarafını tutup çekmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu, kurun bu direnişi onu deli etmişti, hemen önündeydi ve ona bir türlü yetişemiyordu, yetişir gibi oluyor, bir anlık kurt atak yapıp yine onu arkada bırakıyordu, hemen ardındaydı kangal köpeği, onun pes etmemesi sinirlerini bozmuştu. İri lacivert zikzak çizerken ayakları kayıyordu, kangalınki de. kangal bazen soldan yaklaşmak için çırpınıyor, bazen sağdan asılıyor, bazen arkaya düşüyordu, bu kovalamacada yarış pistindeki atlar gibiydiler. Bazen iri lacivert bu iş bitti diyordu içinden, ama bırakmıyordu, o esnada ise kangal köpeği atak yapacak gücü bulamıyordu kendinde. İri lacivert onun yaklaşıp onu devirmediğini görünce şaşırıyor ve yeniden doğmuş gibi koşuyor, adeta yenileniyor ve güç doluyor sevinçle koşuyordu, işte bittim, sonunda bittim, az sonra işimi bitirecek diyor, ama o gerçekleşmiyordu. Pes etmemsi, direnişi hep lehineydi ve bunun farkında değildi. Kangal köpeği bu teslim olama karşında ezilip ufalanıyordu adeta ve bu işin uzaması onun kaybetmesi demekti, bırakmayı düşünüyordu, bu pis lanet kurdun peşini bırakmayı kararlı biçimde düşünüyordu. Ama gücü cidden tükenmemişti. Biraz daha zorlamalıydı. Perişan olana dek en azından. Onun peşinden koşmak anlamsız gelmeye başlamıştı. Heyecanını yitirmişti. Onu parçalamak isteği erimişti. İri lacivert koşuyordu ve düşmanı bezdirmenin onu yenmek olduğunu bilmiyordu ama hayatta kalma içgüdüsü ona devam etme gücü veriyordu. Kangal köpeği için böyle bir şey söz konusu değildi. Onun itici gücü yoktu, ha, başta sahibinin arazisini korumak ve sevmediği pis, sefil, asalak kurdu gebertmek şahane gelmişti gözüne ama çok yorulmuştu. İri lacivert yine düşündü: işim bitti. Kangal köpeği canhıraş koşuyordu ve şöyle düşündü: “Az sonra işini bitireceğim!” Kader böyle anlarda saklıydı. İri lacivert yine asılıyordu ve kangal köpeğinin ayağı iri bir taşa takıldı ve yuvalandı. İri lacivert arayı açtı ve karaltılar arasında bir yer fark etti. Eski arı kovanlarının arasına sığındı. Burada dizi dizi birçok arı kovanı vardı. Çiftlik sahibi birkaç yıl kadar önce arıcılık yapmıştı ve kovanları buraya yığmıştı. İri lacivert nihayet nefeslenme fırsatı bulmuştu ama burada fazla kalamazdı. Güç topladıktan sonra bütün gücünü dereye doğru koşmak için harcayacaktı. Kangal köpeği toparlanıp gelmişti. Bir kedi tıslaması duyuldu, kangal durdu ve geri çekildi. Havladı. Kedi tısladı. Kedinin dört yavrusu vardı. Yeni ayaklanmış kediler arı kovanı kutusunun arkasına gizlenmişlerdi. Hemen arkalarında ise, bir kutu sıra arkasına iri lacivert saklamıştı. Anne kedi iri lacivertin sesine uyanmış, korkmuş, az beklemiş, dışarı çıktığında ise kangalı fark edince yavrularını savunmak için saldırı başlatmıştı. Kangal köpeği bu kediyi tanırdı, çiftlikte dolanan bu kediyle hiç ahbaplığı yoktu ama. Ona ses etmezdi. Neden böyle tepki verdiğini anlayamıyordu. Oraları kolaçan etmek istiyordu ama kedi izin vermiyordu, nereye gidecek olsa kendi önünü kesip tıslıyordu. Kangal köpeği mesafeyi koruyup havlıyor, çekil yolumdan diyordu. Kedi ise burası benim, çekil git diyordu. Benim mekanımda böyle dolaşamazsın. İri lacivert havlamaları ve tıslamaları duyunca yavaşladı. Dostu burada bir yerde olmalıydı. Salanmış olabileceğini düşündü. Sessizce, adeta hayalet gibi yaklaştı ve zihni meşgul olan kangalın tam arkasına gelip bir bacağından ısırıp fırladı. Korkan ve şaşkına dönen kangal köpeği çok kızdı ve canı yandı ve ne olduğunu anlayamadı ama kurt kokusu alıp fırladı. Havlayarak gitti bir yöne. İri lacivert ortalığın sessizlini dinledi. Uzaktan gelen sesleri. Dostunun hırlamasını. Kangalın hırlamasını duydu. Kapışıyor olmalıydılar, canı çıkmıştı koşmaktan ama onu yalnız bırakamazdı. Siyah kurdun onun kaçması için bu fırsatı yarattığını anlamıştı ama onu yalnız bırakmak yoldaşlığa uymazdı. Seslere doğru fırladı. Çok yorgun ve gücü tükenmek üzere olan kangal köpeği bir yanda, siyah kurt bir yandaydı, kangal ona yaklaşamaya cesaret edemiyordu çünkü bütün heyecanını yitirmişti. Hırlayıp köpürüp ona gözdağı verip direncini yıkmak istiyordu. Oysa iri lacivert oyuna yeni dahil olmuş, bütün gücü kuvveti yerindeydi ve tam bu sırada iri lacivert sahneye girdi. Hırlayıp diş göstermeye başladı. Şimdi ikiye karşı birdi. Kangal köpeği çaktırmıyordu ama müthiş bir korku içindeydi. Fırsat bulup hemen buradan toz olmalıydı. Siyah kurt yoldaşını görür görmez müthiş sevinmişti ve cesaretle doldu yüreği. Atıldı ve kangalı bire yerinden kaptı kangal acıyla cıyakladı. Arkadan da iri lacivert atıldı, kıçtan ısırdı. Kangal köpeği panikle cıyaklayıp geri çekildi, çok korkmuştu ve korkuyla panikle yanlış yöne fırladı, çiftlik evinin tam tersi yöne, ormana doğru ilerliyordu. Ve kafadar kurtlar süratle uzaklaştılar oradan. Neden kaçmadın. Senin kaçman için fırsat hazırladım. Mankafa. “Bana kızacağını biliyordum ama seni tek başına bırakamazdım. Kader nedir dostum?” “Bu da nerden çıktı?” “Kader nedir dostum?” “Bilmem.” Pes etmemek. Direnmek. İşte bunu yaptın mı kaderini sen şekillendiriyordun demektir. “Nerden çıkardın bunu?” “Tam işim bitti dediğim an pes etmedim. Direncim canımı dişime taktım. Ama bir an cidden geriledim. Basamadım güzelce. Beni yakalardı istese. Ama bir şey oldu. Ayağı bir şeye takıldı herhalde. Yavaşladı. Ensemdeki soluğu gitti. Ayak sesleri. O taşı oraya tanrı koydu. Aptal köpek. O taşı oraya Tanrı koydu çünkü direndiğimi, pes etmediğimi gördüğü için. “İşte kader budur kardeşim. Peki, neden geç kaldın?” “Bir havuza düştüm. Nerdeyse geberip gidiyordum.” “Bence yarım kalan işi gidip halledelim. Nasılsa köpeklerin icabına baktık.” “Bu delilik olur. Yürü gidelim buradan!” Ertesi günün erken saatleriydi. Ali dayı köpekler yerinde yok. Yaşlı adam uykudan yeni uyanmış evini verandasında çay içip kahvaltı yapıyordu. Dün yemek verdim, yerinde olmamalarının imkanı yok. Gidip baktılar. Dişi ve erkek kangal ortada yoktu. “Dayı onlara çok para verdim. Birkaç gün sonra gelip alacağım dedim. Sense köpekleri kaybettin.” Kemal’in erkek kardeşi trafik kazası geçirmişti. yolda almıştı telefon. Köpekleri dayısı Ali’ye bu yüzden bırakmıştı. Köpekleri o gün satın almıştı. Çiftliğin çevresinde köpekleri arıyorlardı. Erkek kangalı buldular. Ölmüştü. Delik deşik olmuştu, perişandı ceset. Kahraman edasıyla kasıla kasıla yeşil çimlerin üstünde yürüyen muazzam heybetli kangalı böyle görmek yürek yakıcıydı. “Dayı ne oldu bu köpeğe?” dedi gözlerinden yaşlar düşerek. “Bilemiyorum, çok pis parçalanmış zavallı.” “Dayı bunu ne yapmış olabilir?” “Bilemiyorum. Başka köpekler olabilir.” “Kurt olmasın?” “Uzun zamandır burada kurt görmedim. Bunu yapsa yapsa güçlü ve büyük bir ayı yapmıştır.” İlerlediler. Dereyi aştılar. Dişi kangal yoktu. Kemal, o gün adam topladı. 8 kişi. Av tüfekleri vardı v av köpekleri de vardı. Arkadaşlarının biri iz sürmede uzmandı. 2 saat sonra aramaya başladılar. Dişi kangalı ormanda dereyi geçtikten sonra bir ağacın altında parçalanmış halde buldular. İz sürmede uzman Mustafa bazı tüyler buldu ve bir diş. “Senin köpekleri kurtlar parçaladı. Şu tarafa gittiklerini düşünüyorum.” “Onları bulacağız. Gece gündüz aramaya devam. Onları bulana kadar devam. Gelemeyecek olanlar bıraksın, kalanlarla devam ederiz. Gidip tam teşkilat hazırlanmamız lazım. En az bir hafta dolanacağız peşlerinden. Belki 10 gün.” Adamlardan ikisi bıraktı işi. Birisi karısı birisi de işi yüzünden. Kemal, delirmişti. Öfke doluydu. Musa dedi ki: “En fazla üç gün devam edelim, o kurtlar çoktan gitmiştir. Boşuna kendimizi perişan etmeyelim. Buralarda bir yerdeler. Yukarı köyde, olmadı ötekinde. Mutlaka kendilerini belli ederler. Açlar. DÖRTLÜ KURT ÇETESİ Dörtlü kurt çetesi önlerine ne çıkarsa öldürürdü, aç olmasa bile yaparlardı bunu. Onlar yeni tanışmıştı. Önce kırmızı gözlü iri kurt tek başına takılıyordu. Sonra diğerleri dahil oldu çeteye. Kırmızı gözlü kurt liderdi. En güçlüsü oydu. Bu dört kurt daha önce insanlarla hiç karşılaşmamıştı ve ilk kez karşılaştıkları iki kangalı da öldürmüşlerdi. Onlar katil doğmamıştı; ama öldürmekten büyük zevk alıyorlardı. Kırmızı göz en beter şartlardan bu günlere kadar gelebilmişti. Onlar çok sistemli organize olmayı geliştirmişti ve çok akıllı hareket ediyorlardı. Korktukları hiçbir şey yoktu. Ve onlar normal kurtlara göre çok iri yapılıydılar. Kırmızı gözün anne ve babası o yöreye yeni gelmişti. Yaz ayıydı ve burada av boldu. Burada kalmaya karar verdiler ve yavruları oldu. Sekiz yavru doğmuştu. Bölge sahipli değildi ve yiyecek çoktu burada. Burayı sahiplendiler ve birden bire verimli bir av sahasına sahip olmuşlardı, mutlu güzel günler geçiriyorlardı. Buraların kışının çok sert geçtiğini bilmiyorlardı ve kış aniden bastırdı. Neye uğradıklarını bilemediler. Kar buradan çıkmalarına da izin vermiyordu. Adam boyunu kat kat aşan karda neye gidebilirlerdi ki. Her şey çok sıradan başladı. Bir sabah uyandıklarında kar yağdığını gördüler. Ertesi gün biraz daha, ertesi gün biraz daha. Ve bir gece kar kesmeden yağmaya başladı ve boylarını aştı. Kar günlerdir yağıyordu ve burada kapana kısıldıklarını anladılar. Ormanın ücra bir köşesinde tutsaktılar. Dişi kurt, erkeği, bir dişi kurt ve tek gözlü yaşlı bir kurt ve sekiz yavru. Avlanmanın imanı yoktu, yuvaları kayaların altındaydı. Burası topraklı, ve içeriyi genişletmişlerdi. Yaşlı kurt hastalandı aç kalınca ve kısa sürede öldü, onu yediler. Ve çok geçmeden açlık yine başladı. Sonra dişi kurt hastalandı, eş kurtlar onu öldürüp yemeye başladı, yavrular da yedi. Sonraki günlerde açlık yine başladı. Baba kurt en büyük yavruyu öldürdü. Onu yediler. Sonra diğer yavru. Kırmızı gözlü kurt bir gün sıranın kendisine geleceğini biliyordu. Gelecek yıllarında kanına işleyen bütün karanlık ve kötü şeyleri, hisleri ve acımasızlığı o haftalarda edinecekti. Ve bu onun karakteri olacaktı. Sürekli öldürme isteği duyacaktı. Son bir yavru daha öldürdü baba kurt. Ertesi gün sıra kırmızı gözdeydi. “Neden birbirlerini öldürmüyorlar?” diye düşündü. Buradan kaçmayı düşündü. Gündüz saatleriydi ve yuvadan dışarı çıktı, kardan bir dağ vardı çevresinde. Kale gibi. Arkasında babasını gördü. Ona kükredi. Korkarak yuvaya kaçıp saklandı. Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu o müthiş güzel yaz gecelerinde babasının sırtına çıkıp oynar, onu dişlerdi. Şimdi o baba açtı ve onu öldürecekti. Annesi yuvanın bir köşesindeydi, yavrusuna öfkeyle hırladı. O da annesine karşılık vardı. O güzel yaz gecelerinin birinde annesi ona ve kardeşlerine tavşan getirmişti. Tavşan çok lezzetliydi ve tavşanı iştahla parçalarken kardeşleriyle yiyecek kavgası yapardı, o kardeşlerin hepsi ölmüştü, oysa o mutlu gecelerin süreceğini hayal ederdi, mutluluk ne kısaymış ve kabus başlamıştı, bunlardan nasıl kurtulurdu. Katil anne ve babadan!? Kurt sürüsünün ininin olduğu yere çok yakın noktadan bir yol geçiyordu, belediye arası yolu kardan temizliyordu. Anne ve baba kurt ve kalan son yavruları sesi işitmişti. Ve o gün bölgece bir avcının kaybolduğu bildirilmiş, arama kurtarma ekipleri bölgede araştırma yapıyordu. Kurt ini yakınında bir kurtarma görevlisi onu izleyen kurtları fark etmedi, dişi ve erkek kurt adama saldırdı. Adamın çığlıklarına arkadaşları koştu, adam ağır yaralıydı. Kurtlar kaçmıştı. Ve yavru kurt cıyaklamaya başladı. Arama kurtarma görevlilerinden biri yavru kurdu karların arasında aldı. Yavru kurt kaçmak isterken karlara saplanıp kalmıştı. Yavru kurda araca götürdüler ve yiyecek verdiler. Bisküvi ve süt içinde kendine geldi. İlk kez insan görüyordu ve bu büyük varlıklardan çok korkmuştu. “Er ya da geç bunlar da beni yiyecek” diye düşünüyordu. Araç yola devam etti, görevlilerin karnı açtı, yol üstünde bir benzin istasyonunda durdular. O esnada yavru kurt kapı açılınca fırladı ve gözden kayboldu. Burada da kar vardı ama büyüdüğü yerdeki gibi değildi. Benzinliği arkasında tavuk kümesi vardı, burada ördek tavuk çoktu, yesinler diye ekmek atıyorlardı pilav ve yemek artığı, yavru kurt geceleri oraya çıkıp karnını doyuruyor ve sonra ormanda saklanıyordu, eğer onlara yakalanırsa öldürülüp yeneceğini düşünüyordu, tıpkı anne ve babasının kardeşlerine yaptığı gibi. Onlara görünmemek için çok dikkatliydi, büyük bir titizlikle hareket ediyordu, orada bol yiyecek ve su vardı. Aylarını böyle geçirdi. Sonra bir gece aklına tavukları öldürmek geldi. O gün hiç ekmek bulamadı tavukların gezdikleri yerde. İçine canavarca bir his geldi. Onlar beni görüp yiyeceklerse ben onların tavuklarını gebersem iyi olacak. Tavukların birini yedi ve doydu. On tanesini boğdu. Sonra tüfek sesi duydu ve bastı ormana, orayı terk etti. “Bunlar da beni öldüremediler” diye düşündü. Onda takıntı olmuştu öldürülüp yenme endişesi. Kemal ve arkadaşlar kamp ateşi yakmıştı, ateşin çevresinde oturuyorlardı. Saatlerdir yol yürümüşlerdi ve ayakları çok yorulmuştu. Kemal bir an önce eve dönmeyi düşünüyordu, ama yol boyunca iki köy vardı, eğer o kurtlara rastlarlarsa o köylerin birinde rastlarlardı. Öfkesi zayıflamıştı ve bitik hissediyordu kendini. Sıcak yatağını özlemişti ve diğerleri de aynı durumdaydı. İri lacivert ve siyah kurt ertesi günün öğle saatlerine ormanda yeni ölmüş bir at buldular ve tıka basa yediler. Yiyecek çoktu ve birkaç gün daha burada kalmaya karar verdiler, içecek su vardı, dereye yakındılar ve dinlenip bol bol yiyip güç toplayacaklardı. Siyah kurt dereye su içmeye indiğinde yakından gelen sesleri işitti. O tarafa doğru ilerledi saklanarak ve av köpekleri tutan adamı ve silahlı bir adamı gördü. Süratle koşarak yerlerine döndü. İri lacivert ortalıkla yoktu. Oradan çekip gitmeye karar verdi. Ama bir an durmak geldi içinden. Durdu ve gri baktı. Bir tüfek sesi patladı, av köpekleri heyecanla havladı, bir tüfek daha patladı. Arkadan koşarak gelen iri laciverti gördü. İri lacivert onu fark etmişti. Çok geçmedi ona yetişti ve birlikte koşmaya başladılar. Ayrı yönlerden kaçsak onları ekme şansımızı daha kuvvetli olur dedi siyah kurt. Sen dere altından koş, ben üstten. Bir süre öyle koş. Sonra dağa doğru git. “Dağda buluşuruz.” Ayrıldılar. Avcı köpekleri salmıştı. Köpekler fişek gibi ilerliyordu, 2 köpek bir yöne, 2 köpek başka yöne fırladı. Çok geçmedi. Siyah kurt iri lacivertin acı çığlığını duydu, av köpeklerinin havlamalarını ve bir tüfek patladı. İri lacivert belki de ben dere altından gitmeliydim diye düşündü, zavallı dostum. Saatlerce koştu. Artık arkasında havlayan köpeklerin sesi yoktu. Küçük bir dere kenarında durdu, cılız derenin suyu çok soğuktu, terlemişi bitikti. Kana kana içti ve suya girip her yerini ıslattı. Büyük bir umut ve heyecanla onu bekliyordu, gölgeye uzanmıştı, uyku uyanıklık arasında onunla ettiği son konuşmaları hatırladı, sonra onunla tanışması, ilk anlar ve gelişen dostlukları. Uykuya daldı. Kargalar ötüyordu. Uyandı. Kargaların ötmesi onu huzursuz etti, gerindi ve kalktı. Vakit epey ilerlemiş olmalıydı. İri lacivert görünürde yoktu. Aniden bir yerden çıkıp üstüne atlayacağını, şaka yapacağını hayal etti. Oturdu ve yine beklemeye başladı. Çoktan burada olması lazımdı. Mutlaka gelecek, kaçmanın bir yolunu bulmuştur dedi içinden. Ya vurulmuşsa. Geleceğine inanmak istiyordu ve inatla bekliyordu ve artık geleceğine inanmayı sürdürmenin boş olduğunu fark etmeye başladı. Yıkıldı o an. Burada gitmeliyim diye düşündü. Onun yokluğu korkunçtu, yeniden o dayanılmaz yalnızlık duygusunu hissediyordu, ona ne çok bağlanmıştı böyle. Yürürken arkasında ya da solunda da sağında olurdu, başını çevirip ona bakardı, iri lacivert dostça yanıt verirdi, birbirlerinden güç alırdı ve güven hissederlerdi. Bir tehlike varsa birbirine sinyal verip uyanırlardı. Bu dostluk canına can katmış, gelecek günlere umudu artmıştı, ama günün birinde bu dostluğun ansızın biteceğini de hep düşünüp durmuştu. İşlerin aniden kötüye gitmesi kaçınılmazı ormanda. Ve her şey aynı gitmezdi. Korkunç değişiklikler olurdu ve siyah kurt bunu yaşamıştı, korkunç değişikliklerden sonra ormana adapte olarak, duruma yeni duruma adapte olarak hayatta kalmayı başarmıştı. Çok üzgündü. Onu perişan eden üzgün bir his vardı kalbinde. Ve ayrılığın böyle aniden gelmesi kalbini çok kırmıştı. Bir köpek sesi duydu sonra bir tane daha. İşte o an korkuyla zıpladı yerinden kalbi. Bastı. Süratle orayı terk ediyordu. O an şöyle düşündü. Belki hayatta kalmayı başarmıştır, eğer öyleyse bir yerde karşılaşırız umarım yeniden diye düşündü. Bu düşünce içini ısıttı. Ona adımlarını hızlandırmada büyük bir güç verdi. Azim ve inançla koşuyordu. Rüzgar gibi. Ama gözlerinden yaşar düşüyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |