İste, sana verilecektir; Ara, bulacaksındır; Çal ve kapı sana açılacaktır -İncil |
|
||||||||||
|
Başkalarıyla konuşurken tuhaf hatalar yapıp cümlelerini çokluk anlaşılmaz hale getirse de Aslan kendi kendisine konuşurken çok güzel cümleler kurduğunu söylüyor. (Zaten başkalarıyla pek konuştuğu da söylenemez. Daha çok bir köşede oturmayı ve dalıp gitmeyi tercih eder.) Konuştuğu sayılı zamanlarda kendisine yapılan hataları da hatayı yapanın suratına vurmaktansa içine attığını da ekliyor. “Her şeyi orada, kendi başıma çözmeye çalışırım, gereken cevapları orada veririm.” Cevap çok olumsuz olsa bile içeride kalıyor, ve Aslan’ın tavırlarını da asla etkilemiyor. Teknik olarak buna ‘ikiyüzlülük’ demek mümkün elbette. Ancak burada asıl anlatılan ikiyüzlülükten çok Aslan’a özgü bir tür rahatsızlıktır. Günlüğünden bu rahatsızlık -ya da paranoyaklık- konusuna ilişkin yapacağımız ufak bir alıntı ile onun bu durumunu aktarmak yolunda iyi bir başlangıç yapabiliriz sanırım:
“Şehirde yaşamlarımız o kadar iç içe ki paranoyak olmamamız olanaksız. Düşünsene... Yan komşunun ‘gece-gündüz-seni-dinleyen-bir-deli’ olmadığını sana kim garanti edebilir ki? Ya da karşı komşunun en olmadık zamanlarda (ve en alışılmadık sıklıklarla) balkonunu yıkamasının seni izlemek için kullandığı çocukça bir bahane olmadığını kim bilebilir? Psikologun mu? Ancak o sana duymak istediklerini değil de doğruları söyleyecek olursa onun karnını kim doyuracak? Sen mi? Öyleyse şehirlerde yaşamanın paranoyaklık için yeterli olduğunu kim anlatacak insanlara? Karşı komşun mu? Ya söylemezse? İstersen bunları bir daha düşün, sonra (olmadığını bile bile) medeni cesaretin varmış gibi yap ve bu konuda yan dairedeki yaşlı kadının fikrini al. Kim bilir, belki de o bir psikologdur; ona karşı önyargılı olma.”
Görünen o ki Aslan’ın iflah olmaz bir paranoyak olduğunu kabullenmeye hiç mi hiç niyeti yok. Ne var ki -yukarıdaki metnin bir iç monolog olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda- dikkatli bir çözümleme ile Aslan’ın paranoyak bulduğu ve ‘sen’ diye hitap ettiği kişinin aslında bizzat kendisi olduğu açıkça anlaşılmaktadır. (Zaten Aslan’ın hikayesi ilerledikçe bu durum daha da netleşerek -kendisinin de sunacağı ipuçlarıyla beraber- gözler önüne serilecektir.)
Aslan televizyon izler. Sanırım onun yaşam içerisindeki konumunu en iyi özetleyebilecek cümle budur. Aslan televizyon izler. Ne var ki onun televizyon izleme alışkanlığını normal insanlarınkinden farklı kılan eylemin sıklığı değildir. Aslan bu eylemi gerçekleştirmek için televizyonun çalışır durumda olmasını şart koşmaz. Kapalı bir televizyonu izlerken ise saplantılı bir biçimde bir nesneye takılıp giden bir otistikten çok bir an gözü dalan sağlıklı bir insanı andırıyor olması tuhaftır.
Kendisinden ‘sosyal ilişkiler’ kurması beklendiği anlarda dahi televizyon izleme konusunda ilgi çekici bir tutarlılık ve başarı göstermektedir. Buna örnek olarak arkadaşlarıyla çıktıkları ‘yaz-gecesi-yürüyüşleri’nde yanından geçtikleri evlerin açık balkon kapılarından ya da açık perdelerden görünen televizyonları sıkı bir takibe alması gösterilebilir.
Aslan sürekli değişiklik gösterebilen yayın akışlarından dolayı gazetelerde yayınlanan televizyon programlarından nefret eder. “Onlar nereden bilebilir ki...” der gözlerini ekrandan bir an için bile çekmeden, “...nereden bilebilirler ki? Nasıl olur da bugün yayınlanacak filmi bir hafta önceden bilebilirler? Saçmalık!” Gazetelerin programlarını okumak zorunda kaldığı zamanlarda ise -ki bu sadece bulunduğu yerde televizyon bulunmadığında gerekleşebilir- Aslan programın içeriğini incelemektense ‘a’ların, ‘e’lerin, ‘o’ların içlerini karalayıp doldurmayı tercih ediyor. (Bu gazetelerdeki insan fotoğraflarına ‘bıyık-sakal-gözlük-konuşma balonu’ eklemek biçiminde kendisini gösteren saplantının daha gelişmiş bir biçimi olabilir.)
Aslan aynı şekilde Atilla Dorsay’dan da nefret ediyor. “Adam benim hangi filmi beğenip hangisini beğenmeyeceğimi nereden bilebilir ki?” ‘A’ların, ‘e’lerin, ‘o’ların içlerini karaladığı bir gün gözü Atilla Dorsay’ın Yurttaş Kane hakkında yazdığı yoruma takılıvermiş. Normalde böyle şeylere pek önem verecek bir insan olmasa da filmin övüldüğü cümleler gözüne öyle güzel görünmüş ki dayanamamış ve belirtilen saatte filmin yayınlanacağı kanalı açıp beklemeye koyulmuş. “Bunu biraz da bilinçsizce yapmıştım. Kendimi öylece ekranın başında filmi bekler halde bulduğumda filmin başlayacağı saat gelmişti. Kendimi bundan alıkoyamadım.” Sonra Atilla Dorsay’ı -yanında birkaç kişiyle beraber- film hakkında konuşurken görmüş ve duydukları onu (filmden soğutmak şöyle dursun) inanılmaz biçimde şevklendirmiş. Sonrası ise hüsran: “Film o kadar saçma sapandı ki! Adam önce ölüyor, sonra tekrar doğuveriyor, gencecik oluyor, sonra tekrar yaşlanıyor, falan filan...”
O gün bugündür Atilla Dorsay’dan da yazılarındaki anlam veremediği övgülerden de nefret edermiş. Bir yaz gecesi Atilla Dorsay’dan bahsedildiğini duyduğunda onun film yorumlarını arkadaşlarının arasında dönen ‘rakı sohbetleri’ne benzetmişti: “Rakı gibi... Rakı sohbetlerinden hiçbir farkı yok o saçmalıkların... Tıpkı rakı sofrasında dönen o saçma sapan sohbetler gibi... O sohbetlerde de rakıdan böyle bahsedilir hep. Sanki rakı değil de şerbetmiş gibi. Oysa normal bir insanın anason kokusunu duyar duymaz kusması gerekir. Benim rakıyı sevip sevmeyeceğimi kim, nereden bilebilir ki?”
Alkolün her çeşidinden nefret eden Aslan, kendi tabiriyle ‘kafayı bulmak’ için rakı ve benzerleri yerine anti-depresan kullanıyor. İlk kullanmaya başladığında “Sadece tedavi bitene dek...” diye geçirmiş içinden, “...sonra kendi kendimi tedavi etmeye başlayacağım. Ben kendimi tedavi edemezsem bu hapların bana hiçbir faydası dokunmaz. Kendi kendimi tedavi edeceğim, yapabilirim bunu.” Ne var ki yapamamış. Ev arkadaşı ise onun her zaman -örneğin sınav haftalarında- aynı yöntemle kendisini kandırdığını söylüyor: Sınav haftasının ilk gecesi televizyon sefasına, “Saat 10’a kadar televizyon izlerim, sonra sabaha kadar oturup çalışırım.” demekle başlarmış önce, “Şu film bir bitsin de...” Sonra saat 11 olduğunda, “Önce şu dizi bitsin bakarım...” dermiş. Sonra gece yarısı: “Şu program bir bitsin de...” Uzatmak gereksiz, sonrası rahatlıkla tahmin edilebilmektedir zaten.
Aslan’ın -Atilla Dorsay’ın ya da gazetelerde yayınlanan televizyon programlarının da ötesinde- daha birçok mantık dışı genellemeleri ve tuhaf önyargıları var. Bunlardan özellikle bir tanesi, amatör tiyatrocular hakkındaki yargısı incelenmeyi hak etmektedir: Aslan’a göre tüm amatör tiyatrocuların ardında tek bir itici güç vardır ve bu da sanat aşkı falan değildir. ‘Sanatla hiçbir ilgisi olmayan bu insanlar’ın onun fikrine göre tek beklentileri -tiyatronun da yardımıyla- karşı cins ile ilişki kurabilmektir. Bu tuhaf genellemeyi kendine özgü paranoyasıyla da harmanlayıp en akla gelmeyecek sonuçlara rahatlıkla varabilmektedir. İşin daha da kötü olan yanı Aslan’ın bu çıkarımlara kendisini iyiden iyiye inandırmış gözükmesidir. “Herkes böyle görgüsüzce birilerinin peşinde kendisini rezil ettiğine göre... Herkesin bu kadar rahat olduğu bir ortamda her türlü ahlaksızlık mümkündür bence.”
Amatör tiyatrocular hakkındaki bu tuhaf yargılarının sebebi ise (başka bir konu hakkında konuşmakta olduğu sırada) yine tuhaf bir biçimde, kendiliğinden ortaya çıkıvermişti. Anlattıklarından edinilebilecek izlenime göre Aslan’ın eski kız arkadaşı onun bu yargıyı edinmesinde en önemli rolü oynamıştı. “Bir kız arkadaşım oldu, evet, eğer merak ettiğiniz buysa. Ayrılmamız ise tiyatrocuların yüzünden olmuştu. Belediye’nin tiyatro grubuna katılmıştı. İstemedim. Ama o da gruptan ayrılmamayı kafasına koymuştu, benimle bu konuda sürekli inatlaşıyordu. Dediğim dedik insanlardan nefret ederim, ama o benim kız arkadaşımdı, herhangi bir insan değildi. Bu yüzden onu, inatlaşmadan, olduğu gibi kabullenmeyi istiyordum. Oysa mantığım bana onun o grubun içinde yeri olmadığını söylüyordu. İçim içimi yiyordu, bu kavgalar, bu inatlaşmalar beynimi kemiriyordu sanki. Rahatsızdım. Olayı rahatlıkla kabullenmek elimden gelmiyordu, zıtlaşmaya mecbur gibiydim. Bu şekilde çok kavga ettik. Ayrılana dek. Sonradan duydum ki o yere batasıca tiyatro grubunun yönetmeni olacak züppeyle çıkmaya başlamış...” Onu yakından tanıyanlar için işin asıl tuhaf olan kısmı ise Aslan’ın terk edilmesi değildir; tuhaf olan onun iyi ya da kötü bir kız arkadaş edinebilmiş olmasıdır, üstelik zamanının büyük çoğunluğunu televizyon ekranına bakarak geçirdiği halde.
Aslan’ın aşk hayatını bir kenara bırakıp onun çocukluğuna doğru bir uzanalım şimdi. 1980 Eylül’ünün 12. gününde yapılan müdahaleden sadece yarım yıl önce doğmuş olması onun psikolojik yapısını anlamamıza yardımcı olabilecek önemli anahtarlardan biridir. O -bu tabir uygun düşerse eğer- bir darbe çocuğudur; gömlek değiştirmekte olan dünyaya bir orta sınıf ailesinin çocuğu olarak gelmekle de darbe çocuğundan öte bir sıfatı hak etmektedir: O bir X-Kuşağı çocuğudur. Belki de sadece bu sebeple ‘Aslan’ gibi bir delikanlı olması beklenirken o bir ‘kedi’ bile olamamıştır. Balıkesir’de doğmuş, ama o doğduğu yerden bahsederken Aslanesir demeyi tercih etmiş her zaman. Kaderin kendine özgü mizah anlayışıyla -cilvesiyle de diyebiliriz- o bir ‘balık burcu’ insanıdır. Bu tip şeyleri önemsemek akıl işi midir bilinmez, ancak bir an için astrolojiye inandığımızı düşünsek bile, onun (görece akıllı ve) her daim içine kapanık olmasının, doğduğu gün itibariyle gök cisimlerinin birbirleri arasındaki ilişkilerden çok daha farklı, çok daha kişisel sebepleri olduğu kesindir. Zira annesi klasik bir Aslan burcu insanıdır; diğer bir deyişle katı, disiplinli ve baskın bir karakterdir. Annesinin karakterini açıklamak -ve zihninizde canlandırmak- için Aslan’ın bir arkadaşının şu tanımına burada yer vermek muhtemelen yararlı olacaktır: “Daima gözlük ipleriyle boyna bağlı duran, alındaki sörf dalgası modeli bukle ile kafasının arkasındaki katı ve dik görünüşlü topuzun arasında sıkışıp kalmış, plastik çerçeveli, metal ve taş işlemeli gözlükleriyle, (okulda olsun ya da olmasın) herkesin işine burnunu sokmayı kendisine birincil görev edinmesiyle her yerde göze batan -boya- sarı saçlı, uzun boylu, iri yapılı, dul bir ilkokul öğretmeni. Özetle dehşet verici!” Bu tanımla beraber, artık Aslan’ı daha yakından tanımaya başlıyoruz.
Aslan’da göze batan özellikler arasında en tuhaf olanı onun kolaylıkla anlaşılabilir olmasıdır. Taktığı tüm maskelere, girdiği tüm rollere, tüm sahteliklerine rağmen yeni tanıştığı -yani tanışmak durumunda kaldığı- herhangi bir insan bile, tanışmalarının ilk saatinde onun kişiliğinin en ince, en saklı ayrıntılarını (sanki o kendine özgü, karmaşık bir yapısı olan canlı bir organizma değil de bir kavanoz dolusu incir reçeliymişçesine) kolaylıkla görebilir. Bu, tanıştığı insanın zeki olduğunu göstermediği gibi Aslan’ın da aptal olduğunu göstermez. Bu sadece onun bir parça düz (başka bir deyişle ‘tabula rasa’) olduğunu ve biraz da sıradan olduğunu gösterir. Tıpkı görür görmez bir zamanlar bir bunalım atlattığını anlayıverdiğimiz tüm diğer insanlar gibi. Yürek burkacak denli sıradan, normal ve bir hayli de rahatsız... Aslan’ın güzel yanı ise bu rahatsızlığının nedenini anlamanız için sizi 27 soru sormak zorunda bırakmayışı, açık, net ve anlaşılır oluşudur.
Kader Hanım -Aslan’ın saygıdeğer annesi- idealist bir ilkokul öğretmeniydi, emekliliğine dek ömrünü Aslan’ı dümdüz, pürüzsüz, net ve sıradan bir çocuk yapmaya adamıştı. Tıpkı öğrencilerinde yapmaya çalıştığı gibi. Emekliliğinden sonra da yukarıda bahsi geçen idealizmini Aslan üzerinde sürdürmüş ve başarılı da olmuştu. Tıpkı -emekliliğinden önce- öğrencilerinde de olduğu gibi. Aslan onun için bir oğuldan çok bir öğrenci olmuş, Kader Hanım ona tıpkı öğrencilerine yaklaştığı gibi duygusuzca yaklaşmış, ona ve tüm öğrencilerine sadece öğretmesine izin verilen şeyleri öğretmiş, gerisini ise (anmak şöyle dursun) aklından bile geçirmemişti. “Aman, neme lazım?”
12 yaşındayken yaşadığı (ve kişiliği açısından yıkıcılığının açıkça hissedilebildiği) o uğursuz güne dek Aslan, sadece öğrenmesine izin verilen şeylerle ilgilenmeyi reddetmiş ve bu sessiz protestoyla beraber kendisini, her şeyi, ama her şeyi öğrenmeye adamıştı. Kendisini buna adayan herhangi bir çocuğun ilk yapacağı şey bilgisine en çok güvendiği kişi ya da kişileri soru yağmuruna tutmaktır. Aslan da sıradan bir çocuktu, ne var ki herhangi bir çocuk değildi. Tüm sosyal yetenekleri -ki bunlara ‘soru yağmuru’ da dahildir- o henüz küçücük bir çocukken, “günah-ayıp-yasak” üçgeninin yardımıyla, itinayla törpülenmişti. O da bu açığını telafi etmek üzere okudu, gezdi, gördü, denedi, bozdu, tekrar yaptı, tekrar bozdu ve sonunda hızla öğrenmekte olduğunu fark ettiğinde bundan tarifsiz bir zevk aldı. Öyle ki bu onun için inanılmaz bir itici güç oldu. Bu gücü de ardına alan Aslan hem bilgiye, yeni şeyler öğrenmeye duyduğu susuzluğu gideriyor, hem de zevk aldığı şeylerle ilgilenen yarı-özgür bir çocuk olarak mutlu günler yaşıyordu.
Yarı-özgür bir çocuktu, çünkü bunları ancak annesinin gölgesinin vurmadığı, güneşli ve ferah yerlerde, yani evin dışında yapabiliyordu. Bir memur ailesi olduklarından ve bu nedenle tayinlerle yurdun dört bir yanını dolaştıklarından dolayı Kader Hanım adıyla da bilinen o yarım asırlık çınar taşındıkları her yeni ilde ilk iş olarak kök salmaya, (Aslan’ın istediği gibi yetişmesini sağlamak amacıyla) çevreye nüfuz etmeye uğraşırdı. Kök salması ve ancak bunun ardından çevreye yayılıp koca dallarıyla güneşi örtmesi de normal olarak zaman alıyordu. “Böylelikle ben de zaman kazanıyor ve öğrenmeye devam ediyordum.” Elbette evin dışında olmak şartıyla. Evde ise sadece matematik, fen bilgisi ve hayat bilgisi öğrenilirdi. “Özetle evde hiçbir şey öğrenemezdim.”
Evde düzen vardı.
Aslan’ı sıkan -aslında sadece onu değil her çocuğu sıkan- düzen.
Özellikle tatil günlerinde, yani Kader Hanım’ın gölgesinin Aslan’ın üzerine çöktüğü günlerde, evdeki hayat aşağıdaki çizelgeye tümüyle uyularak geçirilirdi:
07:30 Kalkış
07:45 Kahvaltı
08:15 Sabah Yürüyüşü
09:15 Gazete Okuma (Bu süre dahilinde Aslan da bir gazete okumak zorundaydı. Çizgi film ise kesinlikle yasaktı.) 10:00 Çalışma Saatleri 1 (Bu üç saatlik dilimde Anne ve Baba okul programları dahilinde çalışırlarken Aslan da onların seçtiği bir kitabı okumak zorundaydı.) 13:00 Öğle Yemeği 13:30 Öğle Uykusu 15:00 Çalışma Saatleri 2 (Bu iki saatlik dilimde Aslan kitap okumak yerine ödevlerini yapardı. Ödevler yapılmışsa işlenen konular annesinin ya da babasının gözetiminde tekrar edilirdi.) 17:00 Boş Zaman (Anne akşam yemeğini hazırlarken, Aslan da babasıyla beraber ev ya da bahçe işlerini görürdü.) 18:00 Çalışma Saatleri 3 (Bu iki saatlik dilimde ‘Çalışma Saatleri 1’ aynen tekrar edilirdi.) 20:00 Akşam Yemeği (Yemek TRT’nin Ana Haber Bülteni eşliğinde yenilirdi.) 21.00 Kahve Saati (Aslan’ın kahve içmesine izin verilmezdi. Ona meyve ya da çerez verilirdi.) 22:00 Yatış
Tatil günlerinde sabah 07:30’da uyanmak Aslan için tek bir anlama gelirdi: Gözlerin yanması. Öğlenci ya da sabahçı olması fark etmez; her öğrenci tatil günlerini doya doya dinlenerek geçirmek ister. Zaten Aslan da, (tüm yaşıtları gibi) özellikle de bahsi geçen tatil günlerinin sonunda, yatma vakti geldiğinde odasına gidip ışıkları söndürür ama uyumazdı. “Uyuyamazdım daha doğrusu. Gecenin karanlığı ve sessizliğinde kendime değişik oyunlar, eğlenceler bulurdum.” Yalnız kaldığı saatleri sevdiği için uyumayı zaman kaybı gibi görürdü. Gece yarısından çok sonra sızıp kaldığında henüz yapmak istediklerini (ya da icat ettiği türlü eğlence ve oyunları) tamamlayamamış olmanın verdiği rahatsızlık uykusuna da işler, korkunç kabuslara dönüşerek küçük çocuğu rahatsız ederdi.
En sık gördüğü kabus henüz okula gitmediği yıllarda akrabalarını ziyarete gittikleri köyde başına gelen o üzücü olaydı. Anne tarafından akrabalarının yaşadığı Paşaköy’e bir Eylül günü gitmişlerdi. “Belki de sırf bu olayın yüzünden Eylül ayından nefret ederim.” O güne dair hatırlayabildiği ilk şey avucunu dolduran bir tomar paraydı. (O yaştaki çocuklar paranın değerini değil kapladığı yeri önemserler; tedavülden kalkmış bir tomar banknotu tedavüldeki en değerli banknotun bir tekine yeğlerler. Aslan da o yıllarda henüz öyleydi.) Hatırladığı ikinci şey ise köy yolunda peşine takılıveren sürüydü, bir düzine civarında çocuktan oluşan bir sürü. “Peşime takılmışlardı çünkü beni görünce farklı bulmuş ve muhtemelen büyülenmişlerdi. Kıyafetlerim, tavırlarım, saç ve ten rengim, konuşma tarzım... Kim bilir? Belki de paranın kokusunu almışlardı. Bilemiyorum.” Köyün tek bakkalına doğru bir sürü halinde, bir akına ya da tüm tanışların kendilerini katılmak zorunda hissettikleri mahalle kavgalarına gidercesine, hep beraber yürümüşlerdi. Daha önceden hiç görmediği -ve sonradan da asla göremeyeceği- sarı, naylon bir paket içerisinde satışa sunulmuş olan, sürüdeki tüm köy çocuklarının rüyalarını süslediğini açıkça hissettiği bol oyuncak hediyeli, o tadı damağından hiç gitmeyecek olan sakızları çocuklar ona bir hayli övmüş olacaklardı ki hatırlayabildiği birkaç andan bir diğeri de elleri ve cepleri o sarı, ‘hışırdayan’ sakız paketleriyle dolu olarak bakkal dükkanından çıkışıydı. “Ben bakkal dükkanına girerken ve çıkarken o çocuk sürüsü yanımda mıydı, yalnız mıydım yoksa?” Bu ufak ayrıntı kendi zihninde de, rüyalarında da silikti.
Bakkaldan çıktıktan sonra Aslan ve yanındaki akıncı sürüsü büyük bir taşın üzerine oturmuşlardı. Sarı paketler teker teker açıldılar; birbirinden değişik birçok oyuncak -plastik oyuncaklar, metal oyuncaklar, maskotlar, vb.- birden Aslan’ın kucağını dolduruvermişti. Sakızlar ise hepsine yetecek kadar çoktu. Oyuncaklar Aslan’ı -sanki kendi kazandığı parayla ilk kez kendisine ait bir şey almış gibi- bir hayli sevindirmişti. “Elbette. Çünkü bu benim ilk özgür alışverişimdi. Tepemde dikilip, ‘Hayır, onu değil diğerini al.’ diyen kimse yoktu yanımda. Hayatımda ilk kez oluyordu bu.” Bu ilk özgür alışveriş doğal olarak çocuğun zihninde yer edecekti. Ne var ki bu alışverişin Aslan’ın zihninde böylesine yer etmesinin, onun kabuslarına konu olmasının sebebi başkaydı.
Aslan bu rüyayı (ya da kabusu diyelim) tıpkı zihnine kazındığı şekliyle, yani parçalar halinde görüyordu ve hatırlayabildiği son şey eve dönerken bahsi geçen oyuncaklardan geriye bir tanesinin bile kalmamış olduğuydu.
Bu olay Aslan’ın -belki de kendisini ömrü boyunca iyi hissetmesini sağlayabilecek ilk özgür alışverişi sırasında yaşandığından dolayı asla aklından atamayacağı- ilk dolandırılışıydı.
Aslan altıncı yaşının ikinci yarısında insanlık ile tanışmıştı.
Bu tanışıklık ve sık sık gördüğü bu kabus yüzünden, çocukluğu boyunca uyku Aslan için (ileriki yaşlarında olacağı gibi) sıkıntılarından kaçarken sığınabileceği bir liman olmak şöyle dursun, sıkıntının ta kendisi olmuştu. Asla hevesle beklemediği, tersine kaçındığı, anne-babasının zoruyla kabullenmek durumunda kaldığı uyku, onlu yaşlarının sonuna doğru -sakinleştiriciler ve televizyondan sonra- en güvenilir dostu olacaktı.
“Ne var ki bu, o zamanlar nefret ettiğim uykudan kolaylıkla sıyrılıp, sabahları rahatlıkla uyanabildiğim anlamına gelmiyordu.” Tatil günleri 07:45’te -yani uyandıktan sadece on beş dakika sonra- önüne konan tatsız tuzsuz kahvaltı, tatsız tuzsuz geçmeye mahkum edilmiş yeni bir günün kara-habercisiydi Aslan için. Üçüncü sınıfa başladığı sene bir tanıdığıyla beraber gittiği orduevinde yedikleri kahvaltının bile tatil günlerinde kendi evinde maruz kaldığı kahvaltılardan -açık bir farkla- çok daha renkli, keyifli ve daha lezzetli olduğunu üzülerek fark etmişti. Orduevi kahvaltısından daha sıkıcı, daha rutin olan ‘tatil-günü-kahvaltısı-ritüeli’ Aslan için -akşam yemeği ile birlikte- günü en boğucu anlarıydı. Bu ritüel, her şeyin ötesinde, yeni günün gebe olduğu tüm sıkıntıların kısa bir tanıtımıydı. Aslan’a göre aile kahvaltı süresince yeni günün getirdiği her şeye sorgusuz, sualsiz teslim olmaya yemin ediyordu.
Yeni günün cömertlikle ona sunduğu bu sıkıntıların birincisi (ki Aslan bunun nedenini hala anlayamamış olduğunu söylüyor) beraberce çıkılan sabah yürüyüşüydü. “Ben beş yaşıma girdikten birkaç ay sonra annemin tayini İzmir’e, Bornova’daki bir ilkokula çıkmıştı. Bu yüzden ne zaman çocukluğumun o anlamsız sabah yürüyüşlerini aklıma getirsem hep Bornova’nın sokakları gözümün önüne gelir.” Kader Hanım’ın tayini Yahya Kemal Beyatlı İlköğretim Okulu’na çıktığı için Aslan’ın babası da eş durumundan dolayı tayinini Bornova’ya, Ali Suavi İlköğretim Okulu’na aldırmıştı. Bu dönemde kaldıkları ev Kader Hanım’ın çalıştığı okulun sadece bir sokak arkasında, 217. sokakta, okul binasını çaprazdan gören, dört katlı bir binanın üçüncü katındaydı. 11 numaralı bu apartmanın, (yıllar sonra mahalleyi ziyarete gittiğinde Aslan 11’in yerini ‘Sistem Apartmanı’ adının aldığını görecekti) 3 kapı numaralı dairesinin, (her katta yalnızca tek bir daire vardı) yola bakan cephesinde yer alan, küçücük balkonlu, kendisine ait oda dokuzuncu yaşının sonlarına dek onun -ev yaşantısı içerisindeki tek- sığınağı olmuştu. “Sayılara karşı her zaman bir sevdam olmuştu. Bu, oturduğum tüm evlerin kapı numaralarının 3 olduğunu fark etmemle başladı. Garip ama gerçek.” Kaderin tuhaf bir oyunu ile Aslan’ın -üniversite eğitimini sürdürürken kaldığı iki ev de dahil- oturduğu tüm evlerin kapı numaraları ‘üç’tü, ve böylece onda sayılara karşı tuhaf bir saplantı başlamıştı. Tamı tamına dokuz ev; tümünün kapı numaraları ilginç bir rastlantıyla ’üç’ olan tam dokuz ev. Ne var ki bu saplantı kapı numaralarında sınırlı kalmamış, sonunda Aslan’ın tüm hayatına nüfuz etmişti. (Toplamalar ve çıkarmalar, çarpmalar ve bölmeler. Ve çığ gibi büyüyen bir saplantı. Öyle bir saplantı ki, Aslan’a okuduğu kelimeleri -hatta okuma hızına bağlı olarak harfleri- saydırıyor ve onları üçerli gruplar halinde kümeletiyordu. Bütün metinlerin tek bir önemi vardı Aslan için: Üçe bölünebilmeleri.
Sayıların Aslan’ın hayatına böyle nüfuz etmesinin ardındaki gerçek neden ise kapı numaralarının ona oynadığı bu ilginç oyun değil onun çocukluğunu sıkı sıkı kontrol altına almış olan düzenli aile yaşantısıydı muhtemelen. Çünkü evdeki yaşantısı kesin bir program dahilinde, dakikası dakikasına yaşanıyordu. Aslan bu programın tüm ayrıntılarını hala -yukarıda da verildiği üzere- net olarak hatırlıyordu. Bu programın haricinde annesi ile babasının üzerinde titizlikle durdukları notlar vardı: Sınavlardan alınan notlar, başarılı notlar, başarısız notlar... Sonra hiçbir şeye yeterli olmayan para vardı. Ve taksitler. Sayıların dünyası çocukluğu boyunca -kendisi bunun pek farkına varamamış olsa da- Aslan’ın üzerinde inanılmaz bir etki bırakmıştı. Kapı numaralarının bu oyunundan sonra da sayıların ona yıllardır yaptığı baskı kendisini böyle dışa vurmuş olmalıydı.)
Sığınaktan ‘dakikası dakikasına’ 08:15’te çıkılarak yapılan sabah yürüyüşü 217. sokaktan başlayıp yarım saat boyunca güneşin doğduğu yöne doğru gidilmek suretiyle Bornova Hükümet Konağı civarında -meydan diye tabir edilen alanda- son bulurdu. “Meydandan sonrası ise tam bir tekrardan ibaretti: Aynı yollardan, aynı hızda geri dönülürdü.” 08:45 sularında gelinen yolun geriye doğru takip edilmesi ile sabah yürüyüşü 09:15 sularında evde noktalanırdı. “Evden çıktıktan sonra, evi solda, evin tam karşısında kalan, zeytin ağaçlarıyla çevrili olan ve kime ait olduğu belli olmayan büyükçe tarlayı da sağda bırakacak şekilde elli metre kadar yürür, 215. sokağa çıkardık.” (Görüldüğü üzere Aslan, konuşma boyunca, ayrıntılara çok önem vermiş, özellikle de sayıları vurgulamıştı. Bunları asla unutmadığı ve unutamayacağı anlatış biçiminden de anlaşılabiliyordu.) 215. sokak doğuya doğru takip edilince, sağda kalan parkı da geçtikten sonra, İş Bankası’na ait, tellerle çevrili, boş araziler (solda) ile mandalina bahçesinin (sağda) arasındaki yol yine doğu yönüne doğru takip edilir, dar bir sokakta karşılıklı yer alan Yurt binası ile iki katlı evlerin arasından Aslan’ın babasının çalıştığı Ali Suavi İlköğretim Okulu’na çıkılırdı. Okul solda kalırdı, (Aslan bu binadan tiksindiği için sağda devam eden iki katlı eski evlere bakarak yoluna devam etmeyi tercih ederdi) bu yönde devam ederek, sokağın sonunda ve okulun bahçesinin de tam karşısında bulunan, çam, zeytin ve akasya ağaçlarıyla çevrili olan çocuk parkına çıkılırdı. “Parkın diğer ucu ise Gediz Caddesi’ydi.” Parkın solunda, Gediz Caddesine ve parka bakan köşede yer alan dükkan, küçücük bir kırtasiye olmasına rağmen Aslan’ın Bornova’da en çok sevdiği yerlerden biriydi. “Çünkü o kırtasiyede gerçek AK-47 görünümündeki su tabancalarından satılırdı. Sadece orada, o küçük dükkanda satılırdı, başka bir yerde bulamazdık.” Birkaç ay para biriktirerek bahsi geçen oyuncaktan bir tane alabilmişti, ancak bir bahar sabahı okulun tuvaletinde -tabancasına su doldururken- müdüre yakalanmıştı. Kırtasiye dükkanının sahibi Aslan’ın ‘Müdür Bey’e kaptırdığı oyuncağın bir diğer eşini, ilki satıldıktan hemen sonra vitrine yerleştirmişti ve Aslan buradan gelip geçerken bu ikinci silaha yüreğinde buruk bir mutluluk ile bakar olmuştu. “Keşke bunu hiç hissetmeseydim. Keşke o su tabancasını hiç almamış, bir süre sonra da unutmuş olsaydım.” (Bu mutluluk çocuklara özgü bir tür keyiften, burukluk ise küçük yaşlarda bize aşılanan sahiplik duygusundan ve bu duygunun zaman içinde, doğal olarak beraberinde getirdiği kırgınlıklar, üzüntüler ve de kayıplardandı.)
“Kırtasiyenin önünden sağa, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin binalarına doğru uzanan, sol tarafta da Mustafa Kemal Bulvarı’nı ikiye ayırarak ilerleyen Gediz Caddesi’nin, Bulvar ile kesiştiği kavşakta Bornova’nın ilk ‘Migros’u açıldığı için caddenin kavşak tarafındaki yarısına, tahmin edilebileceği üzere, marketin adıyla hitap edilirdi. ‘Migros’ta inecek var.’ Oysa marketin çaprazında kalan Bornova Şehir Stadyumu, amatör sporcular ve esrarkeşlerin dışında hiç kimsenin ilgisini -bu marketin çektiği kadar bile olsun- çekmezdi.” Üniversite yıllarında Aslan da arkadaşlarıyla bu stadyumda bir kez esrar içmişti. Ne var ki tam da bu ilk denemede uyuşturucunun aktif maddesi ile kullanmakta olduğu anti-depresanın aktif maddesi bir araya gelerek beklenmeyen bir etki göstermişlerdi; Aslan o gece bacaklarına söz geçiremedi. Ama Aslan bu ‘beklenmeyen-etki’yi hissettiğinde doktoruna başvurmayacaktı. “Ailem, özellikle de annem bundan haberdar olsun istememiştim. Bu sadece arkadaşlarımla benim aramda kalsın istemiştim.”
Gediz Caddesi’nin Tıp Fakültesi binalarına doğru uzanan tarafına ise -cadde tarafından orta yerinden ikiye ayrılmış olan, solda bir duvarla, sağda ise üzerine kondurulan evlerle caddeden ayırt edilen İtalyan Mezarlığı’ndan dolayı kısaca- ‘mezarlık’ denirdi. “Duvarın ardında ya da binaların ve yolun altında kalan mezarları göremesem de mezarlığın içinden gökyüzüne doğru uzanan servilerin korku veren görüntüleri ile mezarlığın yan tarafında kalan yeşil demir kapının soğuk ve tuhaf ifadesinden dolayı, oradan geçerken damarlarımın tedirginlik ve korkuyla dolmasına engel olamazdım.” Babası ona ölülerden korkması için bir sebep olmadığını, bir kimsenin öldükten sonra bir başkasına hiçbir şey yapamayacağını söylemişti, ve Aslan da bu konuşmanın ardından uzun uzun ölümü düşünmüş, günü sonunda da yastığına sarılıp ağlamıştı. Aynı gece gördüğü kabusta bir düzine çocuk onu sarı, hışırdayan ambalajlı, oyuncak hediyeli sakızları için öldürmüştü. Böylelikle Aslan ölümle de tanışmış oluyordu.
“Yolun sonuna varıldığında, mezarlığın yanından sola dönülürdü, asla değişmeyen güzergahımız gereği...” Burada iki caddenin birleştiği noktada birkaç metrelik, çirkin ve işlevsiz bir refüj ve refüjden yukarıya doğru uzanan iki caddeyi ayıran delta biçimindeki apartman blokları vardı. “Modern şehir yaşamının alüvyonsuz birikintileri.” Bloklar batıya -refüjün bulunduğu noktaya- doğru biçimsizce incelerek gelirlerdi. Refüjün sol tarafında demir soğukluğunda, sevimsiz, yeşil mezarlık kapısı ve hemen yanında, köşede, daha soğuk ve daha sevimsiz görüntüsüyle bir trafo (“modern şehir yaşamının enerji birikintileri”), refüjün sağındaysa Aslan’ın sürekli bisikletini tamire getirdiği bir tamirci dükkanı vardı. Dükkanın önünden (mezarlık korkusu yüzünden Aslan yolun bu tarafından geçmeyi severdi ve her seferinde annesi ile babasını da bu taraftan geçirebilmek için türlü yollara başvururdu) geçip ilk sağdan -deltanın sağındaki caddeye paralel uzanan- bir üçüncü caddeye çıkılırdı. Bu cadde ile deltanın sağında kala caddenin buluştukları alanda birkaç fırın, kıraathaneler, bir-iki birahane, bir müzik evi, ve kırılacak ev eşyaları satan bir dükkan ile çevrili bulunan güzel, küçük bir çocuk parkı vardı. Bu muhite de -çocuk parkından dolayı- Küçükpark deniliyordu. “Şimdilerde İzmir’i her gözümün önüne getirdiğimde bu şehir için parkların ne kadar önemli olduğunu düşünürüm; şehrin dört bir yanına dağılmış irili ufaklı birçok parkın dışında, Fuar da denilen, şehrin tam orta yerindeki Kültürpark, Kültürpark’ın Basmane kapısı tarafındaki Lunapark, Bornova’daki Büyük Park ve elbette Küçükpark... Küçükpark.” Tüm şehir gibi Küçükpark da, Aslan’ın Bornova Şehir Stadyumu’nda esrar içtiği yıla doğru gelinirken, onu ve bir çok benzerini büyülercesine, inanılmaz bir değişim geçirmişti; neredeyse birdenbire oluveren bu değişimin sonunda da muhit Ege Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerin uğrak yeri, buluşma mekanı oluvermişti. “Hızla büyüyen bir ilçenin hızla değişen aynasıydı Küçükpark. Ben ise bu büyüleyici değişim boyunca hep İzmir’in, Bornova’nın uzağındaydım. Ama arkadaşlarımı görmek bahanesiyle her fırsatta İzmir’e gittim, bu güzel şehrin tadını çıkarmaya çalıştım, onlar gibi...”
Yıllar önce -1988’de- Küçükpark’a bakan köşelerden birinde yer alan kırılacak eşya dükkanını işleten Ragıp Bey’in kardeşi Reha Bey’in dükkanında, kırılacak eşya dükkanı ile pide salonunun arasındaki müzik evinde, Aslan piyano dersi almıştı. Reha Bey, ilk metot kitabını bitirene dek -kitap Beethoven’in Für Elise’si ile bitiyordu- piyano yerine org ile çalışması gerektiğini söylemişti ve piyanodan zaten soğumuş olan Aslan ilk kitabı bitirmek üzereyken -yani orga karşı duyduğu ilk hevesi çoktan yitirdiğinde- kurs öğretmeni ona, piyano çalmak istiyorsa öncelikle duruşunu düzeltmesi gerektiğini belirtmişti. Bu moral bozucu açıklama şöyle sona ermişti: ‘Piyano çalarken dik durmalısın, kamburunu çıkartmadan.’ Sonra Reha Bey yandaki pide salonundan gelen öğle yemeğini yemek üzere yan odaya geçmişti. “İki odayı sürgülü ve boydan boya camlı bir kapı ayırırdı; kapı asla tümüyle kapalı olmaz, yarıya kadar sürgülenirdi.” Masasına oturan ve kıymalı-yumurtalı pidesinden ilk lokmasını ağzına atan Reha Bey’e kaçamak bir bakış attıktan sonra duruşunu düzeltmiş ve içeriden gelen direktifle beraber ‘Für Elise’yi çalmaya girişmişti. Ne var ki eli tuşlardan birine yanlışlıkla tuşlardan birine çarpmıştı. “Alnım bir anda terle kaplanıvermişti.” O sırada yemeğine devam etmekte olan Reha Bey kafasını bir an için bile olsun tabağından kaldırmadan, içeriden ‘Mi’ diye seslenivermiş. “Reha Bey’in sesleri nasıl tanıyabildiğine şaşırmıştım. Bir an bile duraksamadan ‘Mi.’ diye seslenivermişti, ‘Mi ile başlayacaksın, do diyez ile değil’ ” Aslan sonra özür dilemiş, istemeden yaptığı yanlışlığı açıklamış, ve bu sefer mi ile başlayarak parçayı çalışmaya başlamıştı. Yemeğini bitirip ellerini yıkadıktan sonra Aslan’ın çalıştığı odaya geçen Reha Bey bir süre sessiz kalıp çalışmayı dinledikten sonra tekrar aynı konuya, ‘piyano başında oturuş ve kolların pozisyonu’ konusuna dönüş yapmıştı. “Arkamda sessizce dikilip çalışmamı dinlerken zaten diken üstündeydim ve o birden aynı konuya dönüş yaptığında boş bulunup yerimden sıçramıştım. Cümle ağzından bir solukta çıkmıştı ve beni yıkmaya yeterliydi. ‘Piyano çalarken piyano çalarmış gibi durmak zorundasın, böyle çiğköfte yoğurur gibi değil.’ ” Aslan bir sonraki derse gitmemişti, ve diğer derslere de. “Aradan geçen onca yıla rağmen, İzmir’e son gidişlerimde bile, Küçükpark’a her uğrayışımda, Reha Bey’in müzik evinin ya da Ragıp Bey’in -bir zamanlar kırılacak ev eşyaları satışı yaptığı ancak sonradan müzik stüdyosuna çevirdiği- dükkanının yakınlarından geçerken o utancı anımsar ve sıkılırım. Bugün bile...”
“Küçükpark’tan yukarıya doğru gitmek için birbirinden farklı üç-dört yoldan gidilebilirdi. Ama bizim önceden belirlenmiş rotamızın dışına çıkma şansımız yoktu. Bizim rotamız fırının yanından yukarıya doğru gider, subay gazinosunun önünden geçerdi.” Gazinonun kapısının karşısında, Mahfel durağına çıkmadan birkaç metre geride, -Aslan’ın o zamanlar ‘isyankar abiler’ diye nitelediği kimi- Bornova’lı gençlere asker postalı, kamuflajlı pantolon, asker çantası ve benzerlerini satan bir dükkan vardı. Dükkanı işleten gri saçlı adam bir subay emeklisiydi. “Ve hala orayı her hatırlayışımda ‘danışıklı dövüş’ ve ‘ticari çıkar’ tanımlarını düşünürüm istemeden.”
Sol tarafta kalan ‘İsyan Giyim’den birkaç adım sonra sola döndüğünüzde -Mahfel durağını da arkanıza alırsanız- gazinonun çaprazında, Topçu Tugayı’nın bitişiğinde, üçgen biçimindeki yan-bahçesinin ardında Aslan’ın kayıtlı olduğu Yavuz Selim İlkokulu vardı. “Annem ve Babam büyük ihtimalle ‘Başka bir okulda okusun ki her başarılı oluşunda biz suçlu durumuna düşmeyelim’ kaygısıyla beni kendi çalıştıkları okullara değil de o okula yollamışlardı.”
Okulun ismi Aslan için uzunca bir süre bir sır perdesi olarak kalmıştı. “İlkokul çocukları kendi okullarının adının nereden geldiği konusunda en ufak bir fikre bile sahip olmazlar. Örneğin, Akçay’da yaşayıp Naim Süleymanoğlu İlköğretim Okulu’na giden çocukların nerdeyse hiçbiri bilmez Naim Bey’in kim olduğunu.” Aynı şekilde Aslan’da uzun süre Yavuz Selim’in kim olduğunu bilmeden onun adını taşıyan okula devam etti. Komşularının çocuğunun kendisine anlatıp durduğu Hitler’in de kim ya da ne olduğunu bilmez, arkadaşının anlattığı hikayeleri dinlerdi sadece. “O yıllarda Yavuz Selim dendiğinde -okulumun adını saymazsak- aklıma sadece okulun girişinde, duvarda asılı bulunan bir resim ve bu resimde gösterilen komik bıyıkları, kulağındaki küpeleriyle tuhaf görünüşlü amca gelirdi.” Okula başladıktan -ve okuma yazmasını iyice geliştirdikten- kısa bir süre sonra, bir Çarşamba sabahı -dersten izin alarak çıktıktan sonra, midesindeki o iğrenç bulantıyı unutmak için kendisini oyalayacak bir şeyler ararken- aklına tuhaf amcanın resminin altındaki yazıyı okumak ve ‘küpeli’ adamın esrarını çözmek gelivermişti. Ne var ki -tıpkı ‘Kavgam’ı okuduktan sonra hissettiği gibi- ‘küpeli’nin hikayesini de pek çekici bulmamıştı. Ve esrar arkasında en ufak bir tat bile bırakmadan uçup gidivermişti. “En azından bu adın nereden geldiğini -rastlantıyla da olsa- öğrenmiştim.”
Bu okulla ilgili Aslan’ın kafasını kurcalayan bir diğer esrarlı hikaye de okul bahçesinde top oynayan çocukların dilden dile yaydıkları bir söylentiymiş. Aslında tam olarak okulla ilgili değilmiş, ama orada anlatıldığından dolayı Aslan bu hikayenin esrarlı kısmını okulla bağdaştırmış. “Okulun yan tarafındaki üçgen biçimli küçük bahçe askeriyeyle (o yaşlardaki çocuklar orduya ait tüm binalara kısaca askeriye derler) bitişikti ve orada genellikle erkek öğrenciler top oynarlardı; top tellerin diğer tarafındaki çimenlere doğru gittiğinde çocuklar o tarafın mayınlı olduğunu ve topu almaya gidenin top ile beraber havaya uçacağını telaşlı fısıldaşmalarla kulaktan kulağa yayarlardı.” Oysa Aslan midesi bulandığı için izin aldığı ve üçgen biçimindeki yan-bahçeye gezintiye çıktığı günlerde (ki, nedense, çoğunlukla Çarşamba günleri olurmuş bu) tellerin diğer tarafında, mayınlı çimenlerin üzerinde oturan ve yanlarındaki siyah poşetlerin içindeki şişelerden büyük yudumlar alan, yeşil elbiseli, kırmızı yanaklı, şapkalarını çıkartıp atmış ‘abi’leri çok görmüştü. Hatta birkaç kez onlara sigara bile almıştı, yine Çarşamba günleri elbette. Zaten top oynayan çocuklar da -topları yan tarafa kaçırdıkları ve telaşlı telaşlı mayın söylentilerini yaydıkları teneffüsün hemen ertesinde- toplarını, sanki ‘mayınlı arazi’ye kaçan top o değilmişçesine, okulun bahçesine geri dönmüş bulur ve sevinirlermiş. “Topun askeriyeye her kaçışında, telaşla koşuşturan çocuklara çimenlerin mayınsız olduğunu söylemek için heveslenirdim. Ama nedense beni ciddiye almayacaklarını düşünür ve vazgeçerdim.”
Sabah yürüyüşleri sırasında Yavuz Selim İlkokulu’nun yakınından her geçişinde Aslan mayınsız çimenleri ya da ‘küpeli’nin esrarını düşünürdü. “Çoğunlukla da çimenleri, mayınları ve askeriyeyi...” Aslan mayınları -ve ne işe yaradıklarını, neden yapıldıklarını- düşünürken, annesi ve babası da gazinonun karşı köşesinden sola dönüp okula doğru yönelirlerdi. “Sola dönüldüğünde okul sağda kalırdı, solda ise Süvari Caddesine ve oradan da Mustafa Kemal Bulvarı’na kadar uzanan apartmanlar vardı, Bornova’nın en güzel apartmanları. Orada dolaşırken şehrin çirkin yüzünü görmezdiniz, daha çok sükunet hakimdi o sokakta. Düşünmeye bol bol fırsat bulabilirdiniz, ben de öyle yapardım. Elimden geldiği kadar...” Aslan tam olarak mayınlar konusundan silahlar ve askerlik konusuna geçmekteyken düşünceleri annesi ya da babasının okul ile dersler üzerine sordukları saçma sapan, zamansız ve de gereksiz bir -ya da birkaç- soruyla bölünürdü. “Bu soru ve devamında gelen aynı türden sorular yüzünden de düşündüklerimi tümüyle unutur, yolumuzun üzerindeki Büyükpark’ı, ve pamuk helvayı düşünmeye koyulurdum.” Okul ile dersler üzerine ısrarla sorulan bu ve benzeri sorular sebebiyle Aslan bir daha asla silahlar ve askerlik üzerine -ve bunların ne işe yaradıkları, neden varoldukları üzerine- asla sağlıklı bir biçimde düşünememişti.
Sorular bittiğinde -yani Aslan Büyükpark’ı ve pamuk helvayı düşünmeye başladığında- Yavuz Selim İlkokulu’nun yan tarafından ilk sağa dönülerek, Adliye’nin arka tarafında kalan karakolun bulunduğu sokaktan geçilmiş ve batı yönündeki kapısından parka girilmiş olurdu. “Büyükpark benzerlerinden, örneğin Adana’daki Atatürk Parkı’ndan daha geniş bir alana yayılmıştır ve daha kapsamlıdır.” Ancak Aslan için parkın önemi bambaşkaydı. Onun için Büyükpark birçok yaşıtıyla aynı ortamı ve oyuncakları paylaşmak, ve bir de pamuk helva istemek anlamına gelirdi. “İstemek diyorum çünkü ben ne kadar yırtınsam da annem, pis oldukları gerekçesiyle pamuk helva ve benzeri sokak gıdalarının satılmasına da alınmasına da kesinlikle karşıydı.” (Kader Hanım’ın kesinlikle karşı olduğu şeylerden bir diğeri de ‘at yarışı’ ya da ‘ganyan’ adı verilen bahislermiş. Aslan da ileriki yaşlarında, muhtemelen onunla içten içe inatlaşmak uğruna, gizlice bu bahislere katılmaya başlamış ve bir hayli de para kaybetmiş. Yatırdığı paranın tam 150 mislini kazanacağı -ve bahislere katılmayı bırakacağı- o talihli ‘16 Haziran’a kadar da sürmüş bu sevda.)
“Bornova’da yaşadığımız süre boyunca bir kez olsun yiyememiş olsam da, pamuk helvanın tadını zihnimde kesin olarak canlandırabiliyordum. O kocaman pamuk kütlesinin ağzın içinde nasıl eriyip gidiverdiğini tahmin edebiliyordum.” (Çocukluk yılları boyunca dış dünya ile bağları koparıldıkça, Aslan da, doğal olarak iç dünyasını kuvvetlendirmiş, güçlendirmişti. Dış dünyadaki ulaşamadığı nesnelerin birebir kopyalarını kendi iç dünyasında canlandırmış, böylelikle -bilinçsizce- ruh sağlığını korumaya çabalamıştı; ne var ki sürekli oluşturmaya devam ettiği bu simülasyonlar sonunda onu kendilerine öylesine kuvvetli bağlarla bağlamışlardı ki, günün birinde Aslan bu taklit dünyadan gerçekliğe geçmeye cesaret edemez olmuş, yavaş yavaş içine kapanmıştı. Kader Hanım bunun tek sorumlusu değildi elbette, ancak sorumluluğun büyük kısmı onundu.) “Annem benim pamuk helvayı düşünmeme, hatta neredeyse onun tadından emin olmama asla engel olamazdı. Hiç kimse bir başkasının düşüncesini engelleyecek kadar güçlü değildir sanırım.” (Aslan sabah yürüyüşleri sırasında Yavuz Selim İlkokulu’nun bulunduğu sokaktan geçerlerken, annesiyle babasının onun askerlik ve silahlar hakkında düşünmesini -istemeden de olsa- başarıyla engellediklerini göz ardı etmiş gibi gözüküyordu. O bu konuda kendi hayallerini yıkmak istemese de üzerindeki kontrol bazen düşüncelerine kadar ulaşabiliyordu. Bahsi geçen kontrol sadece çocukluğuyla sınırlı değildi; Atilla Dorsay örneğinde de görülebileceği üzere benzeri kontrol ve etkiler ileriki yaşlarında da onu biçimlendirmeye, yönetmeye devam edecekti.) “Parkta oynarken pamuk helva tezgahlarının çevresini saran çocuk sürülerine bakarken, duyduğum üzüntünün yanı sıra büyük bir şaşkınlığa da düşerdim ister istemez. Diğer çocukların aileleri pamuk helvaya izin verirdi, ve bu bana çok tuhaf görünürdü. ‘Madem bu kötü bir şey nasıl oluyor da herkes pamuk helva yiyebiliyor?’ diye sorardım kendime.” (Kendileri karşı cinsle beraber yapılabilecek ahlaksızlıklara tümüyle açık olan ancak bunu bir türlü yapamayan erkeklerin, aynı şeyleri bir kez olsun yapmış bulunan kızları dahi en ağır sıfatlarla nitelendirmeleri ile neredeyse aynı türden bir aşağılık kompleksiydi bu. Konuşmalarımız boyunca Aslan kızlar için bu tip sıfatları ya da benzeri imaları hiç kullanmamıştı ancak onun amatör tiyatrocularla ilgili fikirlerinin bir sebebi de yukarı da örneği verilen kompleks olmalıydı.)
Aslan’ın Büyükpark sefası -ve pamuk helva konulu gündüz düşleri- 10 dakikadan uzun sürmezdi. “Sadece 10 dakika. Sonra o sıkıcı yürüyüşe geri dönmek zorundaydım.” Parkın doğu çıkışında, merdivenleri çıkınca sağda kalan, gösterimdeki filmlerin ilan edildiği panoya bakmak da bir aile geleneğiydi. Pano yazlık bir sinema olan Hayat Sineması’nındı. “Hayat Sineması parkın çıkışında, yolun karşı tarafında, sağda kalırdı. Ama bizimkiler bizzat sinemaya gidip gösterime girecek tüm filmlerin afişlerine bakmak yerine yolun diğer tarafında kalıp o işe yaramaz panoya bakmakla yetinirlerdi. Zaten sadece afişe bakardık. Filme asla gitmezdik.” Sinemanın girişinde, gişenin de bulunduğu holde onlarca film afişi bulunurdu. Bunların bir kısmı henüz gösterime girmemiş, bir kısmı yakın zamanda gösterimden kalkmış filmlerin afişleriydi. Geriye kalanlar ise yerli ve yabancı sinema klasikleriydi. Aslan da her çocuk gibi dergi, gazete ve televizyon reklamlarını, ve benzeri renkli görüntüleri inanılmaz bir tutkuyla severdi. Hayat Sineması’nın afişleri de bundan nasibin alırdı; o afişler arasında en sevdikleri ise Süpermen ve -kaçamak bakışlarla, utanarak baktığı- Emanuelle afişleriydi. “Televizyonda bir öpüşme sahnesi çıktığında da aynı şekilde utanır, ekrana bakamazdım. Sanki ortada olmaması gereken bir şeyler oluyormuş ve bunun sorumlusu da benmişim gibi. O zamanlar zaplama şansımız da yoktu ne yazık ki.”
Sinemanın tek afişlik reklam panosu ve Bornova Belediyesi’nin binası geçildikten sonra, soldan devam edilerek Dokuz Eylül İlkokulu’na doğru yürünürdü. Aslan yürüyüşün bu kısmını çok renksiz bulur ve hiç sevmezdi. “Binalar ve çevre çok güzeldi, fakat yürüyüşün bu son kısmını nedense hiçbir zaman sevemedim.” Güzel binalardan bir tanesi Dokuz Eylül İlkokulu ile belediye binasının arasında kalıyordu. Geniş fakat kısa bir bahçenin tam ortasında yer alan bu üç katlı köşkün, iki tarafında içe doğru dönerek yükselen, beyaz ve geniş merdivenleri vardı. “Çok sevdiğim bir İngiliz müzik grubu var; The Smiths. Grubun ilk albümünün açılış şarkısında ‘patio’ diye bir sözcük geçer. Sözlükte sözcüğün anlamına baktığımda ‘patio’nun yanındaki açıklama resminde hayalimin evini görmüştüm: Bu pembe köşkün aynısı. Patio İspanyol tarzı avlu anlamına geliyor. Buradan yola çıkarak Fevzi Çakmak Bulvarı’ndaki 34 kapı numaralı bu köşkün de İspanyol mimarisine ait olduğu sonucuna varmıştım.” (Aslan vardığı bu sonuçtan emin değildi elbette, ancak -aksi ispatlanana dek- onun için doğru buydu.)
Güzel binalardan bir diğeri ise İlkokul’un karşı köşesindeki yeşil, metal panjurlu, iki katlı yapıydı. Pembe köşk kadar gösterişli olmasa da yapının kendine özgü görüntüsü ve vakur duruşu onu insanın gözünde bir hayli çekici kılıyordu. “Binanın ön cephesine her bakışımda uzun ve nemli kirpikleriyle, yaşlı ve terkedilmiş bir adamın hüzünlü yüzüne bakıyormuş gibi hissederdim. Şimdiye dek gördüğüm tüm yapılar arasında cephesiyle ve duruşuyla insanı andıran tek bina budur.” (Aslan yapıyı tasvir ederken kendi muhtemel geleceğini -yüreği burkularak- öngörüyormuşçasına duygulanmıştı. Sanki bu haliyle dış dünyanın gerçeklerinden -ve kurallarından- tamamıyla kopmamış olduğunu, kendisiyle ilgili kimi aksaklıkları görebildiğini ancak engelleyemediğini gösteriyordu.)
Okulu ve -uzun kirpikleri nemlenmiş, yaşlı ve terkedilmiş bir adamı andıran- o hüzünlü binayı geçtikten sonra solda Bornova Halk Kütüphanesi’ne çıkan sokak, sağda da otobüs duraklarının yer aldığı sokak önünüze çıkardı. Daha ileride, sağ kolda ise meydan ve Hükümet Konağı vardı; sabah yürüyüşlerinin noktalandığı alan. Sol tarafta, kütüphaneye çıkan sokağın girişinde, köşede minibüs durakları vardı. Bu köşede mavi minibüsler ve insanlar sıraya girer, birbirlerini beklerlerdi. Sağdaki sokakta ise otobüsler ve insanlar karşı köşede bekleşen minibüsler ve insanları taklit ederlerdi. “İşe gidenler-işten dönenler, okula gidenler-okuldan dönenler, gezmeye gidenler-gezmeden dönenler, boş gezenler...”
Aynı yoldan dönüldüğünde Aslan’ın içini sıkıntı basardı; değişik yerleri görme şansına pek sahip değildi ve bu yürüyüşlerde değişik yerleri görme isteği onu sarıyordu. Fakat yeni yerler görmek şöyle dursun, çoğu zaman robot gibi aynı yollardan, aynı adımlarla ve aynı ritimle geri dönülürdü. “Fareler gibiydik, yeni yollar keşfedemez, önceden hafızamıza kazıdığımız rotayı asla terk etmezdik.” Nadiren de olsa aynı yoldan dönülmediği zamanlarda ise kullandıkları iki alternatif yol vardı. Birincisi minibüs durağından yukarıya, meydana doğru çıkıldığında solunuzda kalan Mustafa Kemal Bulvarı’ydı; ikincisi ise Dokuz Eylül İlkokulu ile yeşil panjurlu köşkün arasında kalan sokaktan aşağıya, batıya doğru inen Süvari Caddesi’ydi.
Mustafa Kemal Bulvarı -kendine özgü birkaç güzelliği bulunsa da- tahmin edilebileceği üzere sıradan bir bulvar, diğer bir deyişle bir şehir klasiğiydi. “Meydandan Migros’u ve Bornova Stadyumu’nu buluşturan dört yola kadar durmaksızın akan bir trafik, solda yoğunlaşan binalar, ışıltılı vitrinler, gürültü... Ve bu keşmekeşin ortasında, yolun sağ tarafında, yalnız başına dikilen Peterson Köşkü.” Aslan bu yapıyı ilk gördüğü günden beri ona tapıyordu. “Orada, o kocaman köşkün içinde, tek başıma yaşamayı asla göze alamazdım. Ama yanından her geçişimde de kendimi ona bakmaktan alamazdım. Müthiş bir görüntüsü vardı, müthiş ve heybetli.” Aslan köşkün hikayesi hakkında bildiklerinden pek emin değildi, (yalan hikayeler anlatmayı oldukça seven bir arkadaşından duymuştu köşkün hikayesini, emin olamaması da bu yüzdendi) ancak duyduğu kadarıyla köşk Bornova’da yaşayan zengin ve yabancı uyruklu bir vatandaşa aitmiş. 19. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmeye başlanan yapının kırka yakın odası varmış. “Buraya kadar köşke dair duyduklarım gerçekçiydi; hikayenin komik kısmı ise bundan sonrasıydı. Sözüm ona köşkün sahibi I. Dünya Savaşı sırasında, öldürülmekten çok korktuğu için, köşkün altına bir sığınak ve gerekli olduğunda kullanabileceği bir de tünel kazdırmış; tünel evin hemen altında yer alan sığınaktan Kemalpaşa’ya kadar uzanıyormuş. Yani kilometrelerce...” Altında dünyanın en uzun tünellerinden biri olsa da olmasa da, Aslan bu köşkün inanılmaz bir güzelliği olduğunu söylüyor. Buradan bahsettiğinde annesinin ya da dünyanın kendisine çektirdiği tüm acıları unutup bir an için bozulmaya başlamadan önceki haline, en saf, en çocuk günlerine dönüveriyordu.
Konuşmamız boyunca Aslan’ın bu saf ve çocuksu hali yalnızca bir kez daha görünmüştü; pamuk helvadan bahsettiğinde birkaç saniyeliğine de olsa bu saf görüntü üzerinde belirmiş, fakat annesinin pamuk helva yasağını anarken tekrar yok oluvermişti. Çocukluğunun en güzel anılarını kendi evinin dışında bulan bir insan için bu tür nostaljik anlatılar önemlidir elbette, Aslan için de Bornova’nın caddeleri -o sıkıcı sabah yürüyüşlerini anımsattıklarında bile- önemliydi.
Çocukluğu ile ilgili konuştuğumuzda Bornova’nın bu denli ayrıntılı bir tasvirini yapması Aslan’ı inanılmaz derecede rahatlatmıştı; konuşma durmaksızın ilerliyor, dallanıp budaklansa da aynı tempo ve coşkuyla devam ediyordu. Normalde konuşmayı hiç sevmeyen, onun yerine suskun suskun oturup televizyon izlemeyi tercih eden birisinin böyle uzun uzun konuşabileceği konuların sayısı pek azdır: Mutlu anlar, keyif alınarak yapılan şeyler, vs. Bunlar -özetle- konuşan insanın kişisel konularıdır, yani kendilerini konuşmaya en yetkili gördükleri konular. Aslan da kendisini -kişisel konuları hariç- hemen hemen hiçbir şeyi konuşmaya yetkili göremiyor olmalıydı. Muhtemelen annesinin baskılarından kaynaklanan bu özgüven eksikliği onu suskun bir insan yapmış ve o da konuşmak yerine uzun uzun televizyon ekranına bakmayı tercih etmişti. Ta ki birisi gelip de ondan en sevdiği şeyleri anlatmasını rica edene dek; işte gün bugündü. Gün konuşma günüydü. Konuşma boyunca kumandaya bir kez bile dokunmamış olması onun bu sohbetten ne denli keyif aldığının en güçlü kanıtıydı zaten.
Önce karaladığı (‘yazmak’ diyemiyor, bunun yerine ‘karalamak’ demeyi tercih ediyordu çünkü bu yapılan işi çok ciddi göstermiyor böylelikle Aslan herhangi bir konuda sivrilmemiş, göze batmamış oluyordu) ufak tefek şeylerden bahsetti. Günlük gibi düzenli bir biçimde ve fakat birbirinden kopuk şeyler hakkında yazıyordu. Yazdıkları edebi bir dil ile kağıda dökülmüşlerdi ve ortak noktaları ‘paranoyaklık ve şehir’di. Başkalarıyla konuşmadan, fikir paylaşımında bulunmadan hayatı çözümlemeye çalışıyor ve elde ettiklerini kağıda döküp biriktiriyordu. Bunun ardından biraz daha genel şeylerden ve kendisinin bunlara ilişkin kişisel çözümlemelerinden bahsedildi. Atilla Dorsay örneği bunların en göze batanıydı.
Ardından konu görmeye devam ettiği psikolojik tedaviye ve kullandığı haplara geldi; bunlar konusunda da Aslan’ın bir takım kendisine özgü ve tuhaf genellemesi vardı. Örneğin ‘anti-depresan’ demek yerine ‘kafa hapı’ demeyi tercih ediyordu. Bu tip hapların tümünün işe yaramaz olduklarını, ilaç şirketlerinin bunları -tedaviye asla faydalarının dokunmayacağını bile bile- sadece ticari çıkar için piyasaya sürdüklerine inanıyordu. Önceleri bu hapların kendi tedavisine yardımcı olabileceklerine bir parça da olsa inanmıştı. Ancak zamanla bütün inancı silinip gitmiş, yerini bağnazca bir reddedişe bırakmıştı. Bunun ardında da büyük olasılıkla dünyaya karşı hissettiği güvensizlik vardı.
Güvensizliğinin sebepleri konuşma ilerledikçe yavaş yavaş ortaya dökülmeye başladı. Kız arkadaşı ile yaşadıkları güvensizliğinin sebeplerinden biriydi. Kendi kanısına göre insanlar onu üzmek için elbirliği etmişlerdi ve sistemli olarak onun yıkımını hazırlıyorlardı. Örneğin kız arkadaşının tiyatro grubunun yönetmeniyle sadece onu kızdırmak için çıktığına emindi. Bunu bir türlü içine sindirememişti; bu kadar güvendiği, hayatını paylaşmayı düşündüğü bir insanın böyle bir davranışta bulunmasını anlayamıyordu. Yine de içten içe eski sevgilisine haksızlık ettiğinin farkındaydı Aslan, fakat bunu kendisine itiraf etmekte zorlandığı da su götürmez bir gerçekti. Bir taraftan insanların kendi yollarını seçme özgürlüğüne ihtiyaç duyuyorken bir taraftan da sevgilisinin özgürlüğüne sınır koymaya çalışıyor, kendi değerlerinin yarattığı çelişkinin orta yerinde kendisine olan güvenini de yitiriyordu. Ne var ki -kendisinin de açıkça itiraf ettiği üzere- onun tüm öz-güvenini yitirmesinin asıl sebebi Kader Hanım’dı.
Kader Hanım tüm iyi niyetine, oğluna beslediği tüm sevgiye karşın hayatı kesin kuralların güdümünde olan bir insan olarak benzeri kuralların Aslan’ın hayatını da biçimlendirmesini beklemişti ömrü boyunca. Aslan’a -belki de farkında bile olmadan- verdiği tüm rahatsızlıkların sebebi bu kuralcılıktı; Aslan Bornova’da geçirdiği yılların, günlük programların, çocukluğunun içten içten köreltilişinin tüm ayrıntılarını inanılmaz bir netlikle hatırlıyordu. Hatta ev içinde uyulması gereken günlük programın bir kopyasını bile hala saklıyordu; kendi kelimeleriyle bu program ‘cendereye sokulmuş bir çocukluğun ayakta kalmış tek kanıtı’ idi. Bu program ve Bornova yılları onun için mutluluk ile acının, rahatlık ile rahatsızlığın iç içe geçmesi demekti. Rahatlık programın uygulanamadığı hafta içi gülerindeydi, rahatsızlık ise hafta sonlarındaydı; acı 217 sokaktaki evdeydi, mutluluk ise Bornova’nın sokaklarındaydı. O sokaklarda mutluluğu, öğrenmenin coşkusunu, paylaşmayı öğrenmişti Aslan. Elbette bunlar evde yasak olan şeylerdi ve duyulması halinde Aslan’ın ceza alması işten bile değildi. O günlerin tarifi de -kendisi için ifade ettiklerinin böyle dolu olmasından dolayı- doğal olarak bir hayli uzun sürmüştü. (Henüz hepsinin aktarılmadığı da hesaba katılırsa bu yoğunluk daha net anlaşılacaktır.)
Bornova’yı anlatmaya başlamadan önce Aslan evin kurallarını anlatıyordu, ne var ki konu konuyu açtı ve bahsedilen kurallar konuşmayı bu yöne çektiler. Her tatil günü sıkıcı bir sabah yürüyüşüyle başlıyordu. Geceyi uyumakla harcamak istemediğinden sabahın köründe zorlukla kalkıyor, bir saat boyunca annesi ve babasıyla çıktıkları sıkıntılı yolculuğa katlanmak zorunda kalıyordu. Aslında Aslan, gezdikleri bu yolları, sokakları, parkları, ağaçları, ve diğerlerini, hafta içi kendi başına çıktığı gizli gezintilerinden dolayı az da olsa biliyordu. Örneğin okuldan çıktıktan sonra asla annesi ve babasıyla geçtikleri yoldan geçmez, her seferinde yeni yollardan geçerek yeni yerler görmeye, öğrenmeye çalışırdı. Mide bulantıları nedeniyle izin alıp okuldan erken ayrıldığı günlerde -bilindiği üzere Çarşamba günleri- Peterson Köşkü’nün bahçesine gidip ağaçların arasında oturmayı çok severdi. Bazen de anne ve babasıyla gezerken pek sık göremediği Pembe Köşk’ü görmeye giderdi. Ya da Rektörlük Binası’na kadar gider, çok geç kalmadan eve dönerdi. Her zaman başka yoldan eve dönmek onun için çocukluk eğlencelerinin en güzeliydi; bir gün çiçeklerin ardına gizlenmiş bahçesiyle güzel bir ev, bir başka gün daha önceden fark etmediği bir park ya da bir oyuncakçı bulmak onu önceden insan ayağı basmamış bir cennet parçasını keşfetmiş gibi keyiflendiriyordu. Ancak her keşif, keşfettiği yeri bir daha ki görüşüne dek, kaşife sıkıntı dolu bir sabırsızlık hissi verirdi.
Yeni yerler, yeni keyifler ve heyecanlar... Ancak hepsinin sonunda eve dönmek vardı. 217. sokağa dönmek -her gün bambaşka yollardan olsa da- onun çocuk yüreğine nasıl büyük bir burukluk veriyor olmalıydı ki Aslan Bornova sokaklarındaki sabah gezintilerinin gidiş kısmını anlatırken gösterdiği coşkuyu dönüş kısmını anlatırken sergileyemiyordu. Bu yüzden dönüşün ayrıntılarını verirken ailecek pek tercih etmedikleri yolları daha büyük bir keyifle anlatıyordu. Şimdi kaldığımız yerden -yani sabah yürüyüşlerinin dönüşünde kullanılabilecek alternatif yolları anlattığı bölümden- Aslan’ın uzun hikayesine geri dönelim.
Peterson Köşkü geçilip Mustafa Kemal Bulvarı batıya doğru takip edildiğinde, çevrede Aslan’ın ilgisini çeken pek bir şey kalmazdı; onun gönlü Süvari Caddesi’ndeydi. Cadde, meydanın alt kısmında Fevzi Çakmak Bulvarı’yla kesiştiği yerden, Dokuz Eylül İlkokulu’nun yanından başlayıp Mustafa Kemal Bulvarı’na paralel yönde İtalyan Mezarlığı’na kadar uzanıyordu. “Bornova’nın gerçek anlamda en güzel evleri, bahçeler, güzel dükkanlar, hepsi buradaydı. Belki de bir çocuk olarak beni çeken bir şeyler vardı Süvari Caddesi’nde, çünkü, nedenini gerçekten bilemiyorum ama, artık oradan geçmek bana eskiden verdiği zevki vermiyor.” Bir ihtimal Aslan çocukluğunda bu caddenin sabah yürüyüşlerinde ailenin olağan rotasına alternatif oluşunu ve Mustafa Kemal Bulvar’ı kadar trafikle iç içe olmayışını sevmişti. Dokuz Eylül İlkokulu ile yeşil panjurlu köşkün arasındaki alanda, yani Süvari Caddesi’nin üst girişinde ‘Sanat Sokağı’ vardı. Caddenin yaklaşık elli metre kadar uzanan ve trafiğe kapalı olan bu üst bölümünde yan yana sıralanmış tezgahlarda hediyelik eşya, kitap, ucuz takılar, kullanılmış giysiler ve gümüş satılırdı. Sanat Sokağı’nın onu saran bir havası vardı ve Aslan her İzmir’e gidişinde oraya da uğramayı adet haline getirmişti. “Belki çevredeki binalardan başka bir şeye dikkat etmeyişimden belki de hafızamın bana oynadığı bir oyundan dolayı bu tezgahların ne zaman faaliyete geçtiğinden emin olamıyorum. Ben oradayken mi başlamıştı bu değişim, yoksa İzmir’den taşınmamızdan sonra mı bilemiyorum. Küçücük bir çocukken oralardan geçtiğimi ve bundan çok zevk aldığımı biliyorum, yine de tezgahların ne zaman oraya geldiklerini çıkartamıyorum.”
Çok sevdiği bu mekanların kimi ince ayrıntılarını, ya da bu ayrıntıların tarihlerini hatırlayamamak Aslan’ı inanılmaz derecede rahatsız ediyordu. “Gerekli olduğunda bir şeyi bulamamak, size ait bir şeyi nereye koyduğunuzu hatırlayamamak, ya da sizi tanıyan ve sizinle karşılaştığı her yerde konuşan birisinin ismini bir türlü çıkartamamak gibi... Böyle durumlarda insan kendisini tamamen bir aptal gibi görür ve o suçluluk hissi herhalde rahatsızlıkların en büyüğüdür. Unutkanlık korkunç bir şey...” (Unutkanlık konusunda Aslan’ın sinirlerini bozan unutkanlığın asıl sebebiydi muhtemelen, kendisine bile itiraf edemediği ve fakat açıkça hissettiği o asıl sebep: Haplar. Belki de bu yüzden bir zamanlar yardımlarını güvenle beklediği hapları artık düşman gibi görüyordu. Ama unutkanlık konusunda hapları suçlayamıyordu, çünkü tedavisi hala devam ediyordu ve uzunca bir süre de edecekti. Unutkanlığının bir sebebi de hissettiği rahatsızlıktı; kendisini yaşadığımız dünyaya ait hissedemeyişi, güvensizliği, çekingenliği ve benzerleri onun zihnini fazlasıyla meşgul ediyor, böylece zihnini dolduran şeyler dışında hemen hiçbir şeye odaklanamıyor, hiçbir şey üzerinde sağlıklı düşünme imkanı bulamıyordu. “Annemle aramdaki ilişkiyi düşündüğüm kadar maddelerin yapıları üzerine düşünseydim eğer atom mühendisi bile olabilirdim.” diyordu şakayla karışık. “İsteseydim atom mühendisi bile olabilirdim.” Atom mühendisi olsaydı eğer kim bilir Kader Hanım buna nasıl bir tepki gösterirdi?)
Aslan İzmir’e son gidişinde Sanat Sokağı’ndaki metal -ve rahatsız- banklarda arkadaşlarıyla otururken kafasını sağında oturan arkadaşına çevirdiğinde yeşil panjurlu, yaşlı evin kendisine baktığını, bir an için göz göze geldiklerini sanmıştı. “Bu evin görüntüsünde yüreğimi burkan bir şeyler vardı ama aynı zamanda kanımı da kaynatıyordu, sanki bir parçammış gibi. Tüm güzel binalar, köşkler, bahçeler bir yana bu yaşlı evde bana çok yakın gelen bir şeyler vardı. Hala da öyledir. Bunun ne olduğunu tarif edemeyeceğim, ama orası benim için hep özel bir yer olmuştur.” Okul günleri zaman bulduğunda, org kursuna gittiği günlerde, ve yıllar sonra Bornova’da okuyan arkadaşlarını görmeye gittiği günlerde bile, tek başına ya da arkadaşlarıyla olsun o evi görmeye gitmek için hep bir sebebi olmuştu. En sık kullandığı bahane ise evin hemen önünde, Sanat Sokağı’nın girişinde sağda kalan büfeden bir Leman almaktı. Evin karşısındaki banklardan bir tanesine oturur, akasya ağacının gölgesinde dergisini okurdu. Bu bahanenin gerçekliği bir parça şüphe uyandıran cinsindendi, çünkü dergi onun için pek önemli değildi, birkaç sayfasını ya okur ya okumaz, sonra dergiyi arkadaşlarına götürmek üzere katlar ve asıl işini yapmaya, yani evi izlemeye koyulurdu. Bu ev yüzünden onu Sanat Sokağı’na götüren Süvari Caddesi’ni ve cadde üzerindeki her şeyi çocukça bir tutkuyla, açıklaması zor bir mantıkla sevmişti.
Yeşil panjurlu ev ile Dokuz Eylül İlkokulu’nun arasından girilip Sanat Sokağı aşağıya -batı yönüne- doğru takip edildikten sonra, sokağın bitiminde başlardı Süvari Caddesi. Sokağın bitiminde, sağda caddeyi Mustafa Kemal Bulvarı’na bağlayan sokak ile Sanat Sokağı’nın oluşturdukları köşede Nikah Dairesi, solda ise PTT vardı. “Yan bahçesi Büyükpark’a bakan PTT’nin önü gençlerin buluşma mekanıydı, güzel kızlar telefon kulübelerinden sevgililerini arar ve burada onların gelmelerini beklerlerdi. Sonra da parka girip banklardan birinde baş başa otururlardı. Onların bu mutluluklarını görmek çok hoşuma giderdi. Çarşı iznindeki askerler, liseliler, üniversiteliler doldururdu Büyükpark’ı ve bu kalabalığı görmek beni mutlu ederdi.” Çoğunlukla buraya yalnız gelen Aslan erkenden evine dönme mecburiyetinden dolayı park insanlarını geride bırakır ve yürümeye devam ederdi.
“Bahçeli evler, cafeler, sağdaki cami... Aşağıya doğru ilerledikçe solda Küçükpark havası kendisini hissettirmeye başlardı.” Süvari Caddesi’nin sonlarına doğru sol tarafta kalan pastanenin yanından Küçükpark’a çıkan bir sokak vardı. Aslan org kursuna geldiği günlerde, aç ise bu yönden gelip köşedeki pastaneden bir pastiç yerdi. “O zamanlarda pastiç benim için çok yeni bir şeydi, çok ilgimi çekerdi. Eh, sonuçta sokakta satılan bir gıda olmadığı için de annem tarafından yasaklanmamıştı. Aç olduğumda bu pastanede sıcak çay içip pastiç yemek benim için büyük mutluluktu. Pastanenin düzenli bir müşterisiydim. Şimdi, bu halimle gitsem, belki benim, elinde kocaman bir kılıfın içindeki orguyla her hafta pastaneye gelen, pastiç ile çay ısmarlayan o küçük çocuk olduğumu hatırlayamazlar, ama o zaman tanınırdım. Düşünsene, küçücük bir çocuk ve kocaman bir org... Zavallı Aslan.”
Pastaneyi geçtikten sonra biraz ileride, sağ tarafta, Aslan’ın film kiraladığı video kulübü vardı. Videonun salgın olduğu yıllarda Aslan buradan birçok film kiralamıştı. “Film izlemem yasak değildi, sadece belirlenen saatlerde izlemek zorundaydım. Belirlenen saatler dışında, yani annem ve babam işteyken de kendime film izleyecek zaman yaratabiliyordum. Sürekli yeni film kiralayacak para bulmam pek mümkün olmadığı için çoğunlukla evde bulunan birkaç filmi tekrar tekrar izlerdim. En çok izlediğim film de Harrison Ford’un oynadığı ‘Indiana Jones’tu.” Kiralayabildiği zamanlarda ise komedi filmlerini tercih ederdi. Bunların başında ‘Polis Akademisi’ serisi, ve yerli komediler gelirdi. “Metin Akpınar’a tapardım. O benim idolümdü.”
Nispeten mutlu olduğu yıllarda kendisini belli eden bu komedi filmi düşkünlüğü ileriki yıllarda başka film türlerine duyulan düşkünlüklere bırakacaktı ne yazık ki: “Artık komedi izlemeye pek dayanabildiğimi söyleyemeyeceğim. Metin Akpınar’ı hala severim ama onun filmi ile aynı saatte başka bir kanalda bir macera filmi yayınlanıyorsa macera filmini tercih ederim. Sanki Metin Akpınar beni güldüremeyecekmiş gibi... Bilemiyorum.” (Görünen o ki artık Aslan’ın gülmeye inancı kalmamış, belki de insanlarla ilişkisini kesmesinin sebebi budur. Eskisi gibi gülemeyeceğine kendisini inandırdığı için bu beklentiyi üzerinden atmış, kendisini -ve doğal olarak da hayatı- böyle kabullenmişti. Kendisini bu durumdan kurtaracak tek kişiymişçesine bahsettiği Metin Akpınar’a bile güvenemiyordu, çünkü bundan böyle herhangi bir tedaviye yanıt veremeyeceğini düşünüyordu.)
Video kulübünü geçip ilerleyince, sağ tarafta İtalyan Mezarlığının duvarları görünür, solda ise iki caddeyi ayıran delta bloklarının sonunda karşınıza biçimsiz ve işlevsiz refüj çıkardı. Sabah yürüyüşünün dönüşünde aynı yoldan dönmekte ısrar eden anne ve babasının yanından zihnen ayrılmış olan Aslan işte tam da bu işlevsiz refüje gelindiğinde hem onlarla hem de yalnız bıraktığı bedeniyle tekrar buluşurdu.
Refüjdeki buluşmadan yaklaşık 10 dakika kadar sonra sıkıntılı sabah yürüyüşü sonlanır ve Aslan’ı yeni sıkıntıların kucağına bırakırdı. Kader Hanım’ın Aslan’ı itinayla gözetlediği tatil günleri yürüyüş ile başlayıp gazete okuma saati ile devam ederdi. Kader Hanım Cumhuriyet okumayı tercih ederdi, eşi ise -yaşıtı olan tüm erkekler gibi- Milliyet. Aslan doğal olarak bu iki gazeteyi de tercih etmeyecekti. Ancak onun da bir gazete okuması zorunluydu. Önceleri Cumhuriyet ile Milliyet’in eklerini okumayı deneyen Aslan buna ancak kısa bir süre dayanabildi. Zaten çoğunlukla resimlere bakar, özellikle de Haslet Soyöz’ün köşesinden keyif alırdı; ama hepsi buydu, “Topu topu 5-10 dakika...” İki gazeteden de sıkıldıktan sonrabir gün annesine, ani bir kararla, Sabah okumak istediğini söyledi. Artık Aslan’a özel olarak bu gazete alınıyordu. “Okuyacağımdan değil elbette, sadece o zamanlar yeni bir gazeteydi, çok renkli ve resimli... O zamanlar bu tip resimler beni MGK’nın yaptığı açıklamalardan daha çok ilgilendiriyordu, hiç olmazsa bu resimlerde çirkin ifadeli çirkin suratlar yerine sevimli ifadeli güzel suratlar vardı. Reklamlarda ve çizgi filmlerde olduğu gibi... Gerçek olamayacak kadar güzel ve çekici hayatlar...” Gazete saatinde Aslan’ın gazete harici herhangi bir şeyle ilgilenmesi, özellikle de çizgi film izlemesi kesinlikle yasaktı. Propagandaya açık bir zemin olsa da çizgi filmlerin çocukların zihinsel gelişimi üzerinde faydası olduğu bilinmektedir, ancak herkes tarafından değil. “Annem benim çizgi film izlerken ne kadar mutlu olduğumu ısrarla görmezden geliyordu, çizgi film izleyenlerin aptal olduklarını ve ömür boyu öyle kaldıklarını söylüyordu hep. Ben de çizgi film izlemedim ve sonunda başarılı bir atom mühendisi oldum!”
Yine de gazete saatleri Aslan için programın devamındaki dilimden daha keyifliydi. Saat 10’da başlayan çalışma saatlerinin ilk dilimi, kanı kaynayan, hayatı öğrenmeye can atan çocuğu tam üç saat boyunca bir sandalyeye bağlıyor ve önündeki kitaba bakmaya zorluyordu. Bunun da ortak çözümünü bulmuşlardı annesiyle beraber; oturduğu masaya bir teyp koyuyor ve istediği kaseti -kulaklıkla- dinleyebiliyordu, kafasını kitaptan kaldırmamak koşuluyla elbette. Küçük çocuk onun için seçilen kitaplar arasından bir seçim yapmakta da özgürdü; bu kitapları şöyle listelemek mümkündü:
Jules Verne - Neredeyse tüm kitapları
Daniel Defoe - Robinson Crusoe
Charles Dickens - David Coperfield, Büyük Umutlar
Mark Twain - Tom Sawyer
Alexander Dumas - Monte Kristo Kontu
Vasconcelos - Şeker Portakalı
Edmondo de Amicis - Çocuk Kalbi
Jack London - Beyaz Diş
Gülten Dayıoğlu - Yeşil Kiraz
Prometheus Destanı - (Çocuklar için kısaltılmış versiyon)
William Shakespeare - Venedik Taciri
Ömer Seyfettin - Gizli Mabet, Pembe İncili Kaftan
Reşat Nuri Güntekin – Çalıkuşu, Bir Kadın Düşmanı
Bu liste okumasına izin verilen kitapların içerisinden Aslan’ın aklında kalanlardı ve -tüm kitapları hatırlaması durumunda- bir hayli uzatılabilirdi. Aslan bu kitaplar içerisinden özellikle bir tanesini çok çarpıcı bulmuş ve hala unutamamıştı. “‘Bir Kadın Düşmanı’ okumama izin verilen kitapların arasına muhtemelen yanlışlıkla karışmış olmalıydı. Kitabın iç kapağına babam el yazısıyla bir not almış ve kitabın alınış tarihini yazmıştı. Kapağa alınan not hala, kelimesi kelimesine aklımdadır: ‘Frankenstein’ın ve ‘Notre Damme’ın Kamburu’nun bir nevi Türkçe’ye uyarlanması... Arka kapaktaki tanıtım yazısı ile kitabın arasında bir parça bile alaka yok...’ Bu not yüzünden bu kitabın yeri benim gözümde hep apayrı olmuştu. Küçük bir çocuktum ama kitabın anlatmaya çalıştıklarını açıkça hissedebilmiştim. Ayrıca yıllardır şu ihtimal beni hep güldürmüştür: Belki de babam annemden gizlice kitabı benim kitaplarımın arasına koymuş ve kendisini anlamamı beklemişti. Ne yazık ki -o fark edemese de- benim de kendime göre beklentilerim vardı.”
Diğer kitaplar içinde Aslan’ın çocukluğuna gerçekten damgasını vurmuş olan kitap ise kuşkusuz Tom Sawyer’dı. Maceraya düşkünlüğünün baş gösterdiği yıllarda ‘Tom Sawyer - Huckleberry Finn’ ikilisi onun kahramanları olmuştu. “Benim önüme konan o kitapların hemen hepsinde hikayenin gidişi az ya da çok tahmin edilebilirdi. Örneğin Robinson Crusoe’yu düşün, bir gemi kazası sonucu bir adaya düşüp kendi başına yaşamaya çalışıyor. Kendisine bir düzen kurarak adada yaklaşık yirmi yedi yıl kadar yaşıyor, daha fazla da olabilir; ancak bu hikayeyi kendisinden dinlediğin için onun sonunda vatanına döneceğini bilirsin. Ne var ki Tom Sawyer’ın hikayesinde bu monotonluk yoktur, bir sonraki sayfada neler olacağı pek tahmin edilemez. İşte gerçek heyecan da bu.” Aslan uzun bir süre bu kitapla yatıp kalkmış ve kitabı her bulduğu fırsatta tekrar tekrar okumuştu. Şu sıralar kitaplarla pek işi olmasa da çocukluğunda zaman zaman okumaktan zevk almış, sayfaların arasında kendi dünyasını yaratabildiğini fark ettikten sonra da fırsat buldukça bu yeni alışkanlığını sürdürmüştü. Tom Sawyer kadar etkilenmese bile aynı dönemde Jules Verne’in kitaplarını da keyifle okumuştu. “Jules Verne’in kitaplarını okurken hep Beatles dinlerdim. Ayarlanmış bir şey değildi bu, Beatles’a merak sardığım günlerde bir yandan da Jules Verne’i keşfediyordum herhalde. Böylelikle Beatles ile Jules Verne’i -farkına bile varmadan- özdeşleştirmişim, şimdi ne zaman ‘Eleanor Rigby’yi dinlesem ‘Dünya’nın Merkezine Yolculuk’u hatırlarım.”
Tüm bu keyifli okumalara rağmen Aslan yine de üç saat boyunca annesinin zoruyla çalışma masasına oturtulmayı ve bu koşullar altında okumayı asla sevememişti. Gözleri hep kitabın çok yakınında olan ama asla kitabın üzerinde olmayan bir noktaya -çoğunlukla da kenarlarını kemirdiği tahta kalemin arkasındaki kararmış silgiye- takılırdı; böylelikle Kader Hanım oğlunun kitaba baktığını sanmaktayken Aslan kendi dünyasında kaybolur giderdi. Bu dalışlar onu bazen Peterson Köşkü’ne, bazen Pembe Köşk’e, yeşil panjurlu eve, ya da Bornova’nın sokaklarında gördüğü diğer güzel şeylere götürürdü; kimi zaman kendisini sıkıldığı, üzüldüğü bir şeyleri düşünürken bulur, kimi zaman da hiçbir şeyi düşünmeden öylece durur ve sadece kenarları kemirilmiş tahta kalemin arkasındaki kararmış silgiye uzun uzun bakar kalırdı.
Öğle vakti yenilen yemek Aslan için bir tek şeyi çağrıştırırdı: Rehavet. “Belki ardından gelen uykudan, belki de yemek masasındaki sessizlikten dolayı, bilemiyorum... Ama öğle yemeklerimiz -kahvaltılarımızdan farksız olarak- monoton ve de sıkıcı geçerdi. Bir köşede annem, bir köşede babam ve bir köşede de ben...” Tüm bu yemek tasvirleri, özellikle Aslan ile ilk kez tanışan bir insana, onun yemek yemekten nefret ettiği izlenimini verebilecek türdendi. Sıkıcı sofralar, monoton ve boğucu yemek merasimleri, vb. Ne var ki Aslan yemek yemekten, özellikle de dışarıda yenilen hazır yemek cinsi gıdaları tüketmekten inanılmaz bir zevk alırdı. “Çocukluğum boyunca yerken en çok zevk aldığım yiyecek Değirmen Pastanesi’nden aldığım pastiçti. Bir de evde kimse olmadığında yaptığım sandviçler var...” Bu yemek faslını onun için özellikle sıkıcı yapan ise sonrasında gelen uyku saatiydi. “Nazi’ler ve Hitler ile ilgili birkaç kitap okuduktan sonra Yahudileri gerçekten çok iyi anlamıştım. Onların toplama kamplarında yaşadıkları benim annemin gözetiminde yaşadıklarımdan farksızdı. Orada da zorunlu uyku saatleri, iğrenç yemekler ve benzeri işkenceler vardı.”
Başkasının zoruyla uyuduğunda zaman kaybettiğine inandığından dolayı Aslan öğle uykusu için odasına her gönderilişinde uyumamak için direnip, kendi dünyasında yeni bilgilerin ve eğlencelerin izini sürmenin planlarını yapardı. Yazık ki bu planlar asla başarılı olmazdı. Aslan o tuhaf ve insanın kanını uyuşturan öğle yemeğinin ardından -istemeye istemeye de olsa- kendisini saran sinsi, ikna gücü yüksek uykuya teslim olur, ne olduğunu anlamaya fırsat bile bulamadan sızıp kalırdı. (Bazen paranoyakça bir tutumla annesinin, yediği yemeğin içine uyku ilacı karıştırdığını düşünürmüş, ancak konuşma sırasında kendisi de -dile getirdikten hemen sonra- bu fikri saçma bulmuş olacaktı ki üzerinde fazlaca durmadan süratle konuyu değiştirmişti. Bu Aslan’ın, kendisiyle ilgili ya da ilgisiz olsun, her konuda suçu başkalarına mal etme eğilimine iyi bir örnekti. Dış dünyadan -o kusurlu ve beğenemediği dış dünyadan- öylesine uzak ki, muhtemelen kendisini kusursuz görüyor ve karşısına çıkan her hatada yakın çevresinden suçlayacak birini bulup böylelikle haklı çıkıyor, kendisini rahatlatıyor. Kendi rahatsızlığı için adeta çaba gösteren bir insanın, kendi rahatı için -bilinçsizce de olsa- böylesine tuhaf yollardan yararlanması çok çarpıcıcı; ne var ki bu durumdaki insanların gerçeği bu. Benzerleri gibi Aslan da köşeye sıkıştığında bir akrep gibi kendi kendisini zehirlemektense, muhtemelen, çareyi bu zehri başkalarına atıp kendisini haklı çıkarmakta buluyor.) Sızdığı ana dek ise, kapatıldığı bu odanın penceresinden, kahramanı Tom Sawyer’ın da yapacağı gibi, gizlice aşağıya inmenin ve dışarıda kendisini bekleyen maceralara koşmanın hayalleri içinde yüzerdi.
Yaklaşık bir buçuk saat süren bu zorunlu uykudan sonra, program gereğince iki saatlik bir başka dilime girerlerdi: Çalışma Saatleri 2. “Bu çalışma diğerlerinden bir parça farklıydı. Bu dilimde zorunlu gazete ya da kitap okuması yoktu, bu iki saat içerisinde hafta sonunda yapmam için verilen ödevleri tamamlardım, daha doğrusu -biraz da nazla- bu ödevleri çoğunlukla anneme yaptırırdım. Ama bu iki saati farklı kılan asıl sebep benim sabırsızlığımdı.” Sabırsızlık yaratan saat 17:00’de başlayan boş saatin yaklaşmasıydı. Boş saatte Aslan babasıyla beraber ev işlerini görür ya da bahçenin düzenlenmesine yardımcı olurdu. “Özellikle ev içindeki ufak tefek tamir işleri beni çok mutlu ederdi, babamın bu işlerden anlamaması yüzünden bunlar bana kalırdı ve tamirat boyunca kimse işime karışmazdı, kendi kendimin patronu olurdum.” Bir saatliğine de olsa evin sıkıcı ve rutin programından -yine bu program dahilinde de olsa- kurtulan Aslan bu önemsiz tamir işlerinde kendisini kanıtlamış olurdu. Annesinin kalesine, mutfağa ise uğramamak için elinden geleni yapar, bir saatlik özgürlüğün tadını çıkarırdı.
“Yemek hazırlandıktan ve boş zamanımız ufak tefek işlerle doldurulduktan sonra, sinirimi bozan ve bana gereksiz görünen üçüncü çalışma saati başlardı. Daha yeni çalışılmış ve yemek bile hazırlanmıştı. Ama onlara göre hep daha çok çalışılmalıydı, yemek her şeyden sonra gelirdi. Eğer yemek yemeden de yaşanabilseydi annem ve babam uyanık oldukları süreyi tamamıyla çalışmaya ayıracaklardı, bundan eminim. Onlar için yemek yemek bir keyif değil bir zorunluluktu, bundan keyif aldıklarını hiç görmemiştim.”
18:00’de başlayan son ‘Çalışma Saatleri’ diliminden sonra, 20:00’de başlayan yemeğe, bahsi geçen bu ‘keyiften uzak zorunluluk havası’ hakimdi. TRT Ana Haber Bülteni izlenerek yenilen yemeği Aslan ‘Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde verilen İftar Yemekleri’ne benzetirdi. “Aynı sıkıcı sessizlik ve aynı ciddiyet... Sözüm ona izledikleri televizyonun bile sesi tam olarak duyulmazdı, sadece çatal bıçak sesleri gelirdi kulağa...” Yemeğin ardından gelen Kahve Saati ‘kahve’yi sadece isminde bulundururdu, Aslan için ‘Kahve Saati’ aslında ‘Meyve ve Çerez Saati’ydi, anneannesinin kahveyi yasaklamak için söylediği cümle ise hala zihninden çıkmamıştı: ‘Kahve içersen bıyıkların ters çıkar.’ Artık ailesinden ve insanlardan ayrı yaşayan, sadece bir arkadaşıyla -o da mecburiyetten- evini paylaşan ve diğerlerinin saçma sapan laflarına katlanmak zorunda olmadığını düşünen Aslan her kahve içişinde ya da her tıraş oluşunda bu komik cümleyi hatırlar ve bıyık altından gülerdi.
Yemek sonrasının verdiği rehavetten faydalanarak, kaşla göz arasında, bir saate yakın bir süre boyunca televizyon izlemeye fırsat bulduğu ‘Meyve ve Çerez Saati’nin ardından Aslan uyku emrini alarak odasına yollanırdı. Resmi yatış saati 22:00’ydi. “Fakat bahsettiğim gibi benim uyumam çoğunlukla sabaha karşı ikiyi bulurdu.” Odasına kapandığı saatten uyuyakaldığı saate kadar Aslan -yukarıda da bahsedildiği gibi- türlü oyunlar icat ederdi. “En sevdiğim oyunlardan biri odamın duvarında elimin gölgesiyle şekiller oluşturmaktı, ay ışığının güçlü olduğu gecelerde bu oyun en az iki saatimi alırdı; zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamazdım.” Bu oyunların sonunda -uyumamak için direnerek yorduğu- küçük bedeninin uykuya teslim oluşlarının ve aynı kabusu değişik şekillerde, tekrar tekrar görmesi nedeniyle kesik kesik devam eden rahatsız uykularının ardından kırmızı gözlerle yeni güne merhaba demesiyle Aslan’ın bu kısır döngüleri bir sonraki güne devrederdi. “Sonrası hep aynıydı, ta ki çocukluğumun sonuna dek.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |