"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Aslında her şey tam bir belirsizlik içerisinde. Ben Kerem’im ama ortada bulunan yegane iz bu kağıdın üzerindeki cümleler. Demek istediğim şu ki, tüm bu saçmalıkları benim adıma Kaan kurgulamış da olabilir. (Tıpkı Mete’ye yaptığın gibi, değil mi Kaan?) Beni, Kaan’ı ve diğerlerini bir başkası da kurgulamış olabilir elbette. İyisi mi ben benden isteneni yapıp kendi bildiğimi sizlerle paylaşayım. Biz kendi halinde bir arkadaş grubuyuz ve bir gün Kaan adında bir aklı evvel çıkıp bizden bir öykü yazmamızı istedi. Biz de kabul ettik. Ben de o gruptakilerden biriyim ve adım da Kerem. Bu belirsizliğin içerisinde sizi teskin etmek için yapabileceğim tek şey ise -adımı vermenin yerine- bir film repliğini sizlere tekrar etmektir: “Bana güvenmek zorundasınız.” Benden istenen şey basitti aslında. İnanılmaz bir biçimde, polis karakolunda biten o günü yazacaktım. Tıpkı diğerlerinin de yapacağı gibi. Kimse, mümkün olduğunca, bir başkasının öyküsünden etkilenmeyecekti; böylece ortaya özgün bir çalışma çıkmış olacaktı. Bu Kaan’ın fikriydi elbette. Herkes bu fikre benim kadar olumlu bakmadı. Aslan bunu beceremeyeceğini söyledi ve öykü yazma işinden sıyrıldı. Gerçi Kaan’ın mektubundan öğrendiğim kadarıyla Leyla bir kurnazlık yapıp Aslan’ın kalesini içeriden fethetmiş ve ortaya uzunca bir öykü çıkarmış; bu öykü karakolluk olduğumuz günü anlatmıyormuş ama Kaan bunun yine de kullanılabilir olduğunu, bir şekilde bu uzun parçayı olaylı güne bağlayabileceğini yazmış. (Bu güzel bir cümle oldu sanırım.) Ayrıca bu uzun öyküyle Leyla da üzerine düşeni yapmış oluyor; böylece Kaan ile beni saymazsak geriye altı kişi kalmış oluyor. Selim o günün en önemli kısımlarını uyuyarak geçirdi ve bu şekilde hem karakola gitmekten hem de bir öykü yazmaktan kurtulmuş oldu. Daha doğrusu bu fikrin ortaya atıldığı günün ardından gelen birkaç hafta boyunca bizim böyle düşünmemizi sağladı. Ancak bir gün bir kısmımızı bir araya toplayıp bize o günle uzaktan yakından alakası olmayan bir öykü okudu. Şu ana dek bahsedilenleri bir araya getirdiğimizde Kaan’ın beklediğinden oldukça farklı bir sonuç ortaya çıkıyordu. Bu sonuç şöyle özetlenebilirdi: Kimsenin o günden bahsetmeye niyeti yok gibiydi. Gelelim geriye kalan beş kişiye. Kaan fikrini ilk kez açıkladığında ona en hızlı ve en net cevap kardeşi Gözde’den gelmişti: “O günden de, komşumuz olacak o cadıdan da, polisten de nefret ediyorum. Yazacaklarımın tümü budur, buna öykü derseniz eğer.” Kaan bunun amatör bir merak olduğunu söylese de Gözde’yi ikna edemedi. Diğer taraftan :Mert’in de bahanesi hazırdı: “O kadar çok içmişim ki hiçbir şey hatırlamıyorum. Hayret, içki beni böyle çarpmazdı ama… Çok karıştırmışım, ondan herhalde.” Yaşadığım karşılıksız aşkın bayan oyuncusu Fatoş’un ise yazıp yazabileceği tek şey cep telefonu mesajlarıdır. Onun da bu hali geçerli bir bahane kabul edildi. Kendisi bir ara, birkaç dakikalığına, buna yeltendiyse de kısa sürede yapamayacağını kabullendi. Sırada Mete var. Kaan’ın kimi arkadaşlarının bildiği kimilerinin de hissettiği üzere bu projenin fikir babası Mete’yi sevmeyi asla başaramamıştır. Aralarında tuhaf bir kutuplaşma var. Kaan bunu ve anlayamadığımız birkaç şeyi daha ileri sürerek bu projeye Mete’yi dahil etmemeyi teklif etti. Ve Mete için ne acıdır ki Kaan’ın bu teklifi çoğunluk tarafından kabul edildi. İşin komiği, bu oylamadan iki hafta kadar sonra Kaan Mete’nin merkezinde yer aldığı bir öykü yazmış olduğunu itiraf etti bizlere. Mete’ye karşı beklediğimiz kadar acımasız olmayan ve onu tanıyanlar için kısmen komik olan bir öyküydü bu. Kaan’ın ‘Ada’ ismini verdiği bu öykünün dinleyenler tarafından beğenildiğini söyleyebilirim. Son olarak da bu işte en az Kaan kadar güvendiğim kişiye geliyoruz. Güvenimi boşa çıkarmayan Can, Kaan’ın öykü yazma teklifinin hemen ardından, sadece iki günlüğüne ortadan kayboldu ve harika bir öyküyle geri döndü. Arkadaşların tümü bu ilginç öyküyü çok beğendiler ve hatta itiraf edeyim, beni bu satırları yazmaya ikna eden de aynı beğeniydi. Daha önceden de söylediğim gibi yazmak pek yapabileceğim bir iş değildir ve bu konuda en ufak bir fikrim bile yoktur. Ancak en azından Can’ın yazdığı öykü üzerine ufak bir yorum yapmama izin vereceğinizi düşünerek (ve affınıza sığınarak) tek kelimeyle fikrimi bildirmek istiyorum: Değişik. (Bu arada ufak bir not: Can öyküsünü okuduğunda dinleyenler arasında sadece 7 kişi vardı. Kaan, Selim, Gözde, Mete, Aslan, ben ve öyküyü okuyan Can. Aynı şekilde, Mete için yazdığı ‘Ada’dan bahsederken de Kaan’ın yanında sınırlı sayıda insan vardı. Görünen o ki herkes öykülerinde kimilerinin görmesini istemediği mahrem cümleler bulunduruyordu. Ben de bu modaya uymuş oluyorum sanırım ve eğer bu öykü bir yerlerde okunacaksa bundan Fatoş’un ve Leyla’nın haberdar olmamasını istiyorum. Belki benden de gizlenecek öyküler olabilir; buna da saygı duyarım.) Böylece iyisiyle kötüsüyle proje sonuna yaklaşmıştı, tek eksikle. Ben, bütün yaz boyunca maç yapıp yüzdüğüm, sohbet edip kumar oynadığım için olacak, Ekim ayına dek öykümü yazacak zaman bulamadım. Kararımı verebilmemin üç ay sürdüğünü söyleyebilirim. Bu üç aylık sürenin sonlarına doğru Kaan’dan bir mektup aldım. Hayatımda hiç mektup almamıştım. Tuhaf bir his… Açıp okuduğumda gördüm ki, Kaan öyküyü yazmam için inanılmaz biçimde sabırsızlanıyordu. İstediği şeyi ona sunmadan önce onunla ufak bir oyun oynamaya karar verdim. Aralık ayının ikinci haftasında ona yolladığım bir mektupta, okuyanların çok beğendikleri, müthiş bir öykü yazdığımı ballandıra ballandıra anlattım ve düzeltmeleri tamamladıktan sonra kendisine yollayacağımı yazdım. Hemen aynı haftanın içerisinde Kaan’dan bir mektup daha aldım; öyküyü acilen tamamlamamı istediğini, işlerin tam da onun istediği gibi gittiğini, yakında ortaya, hepimizin ortak çalışması olan güzel bir şeyin çıkacağını yazıyordu. Bu son mektuba uzunca bir süre cevap vermedim. İyice sabırsızlanması gerekiyordu. Ocak ayının sonuna doğru yazdığım mektupta öykümün bir kopyasını -ki sizin de bildiğiniz gibi henüz ortada bir öykü falan yoktu- kendisine yolladığımı ancak ondan herhangi bir cevap ya da ufak bir yorum alamadığımı, yazdığım parçayı beğenmediyse bunu açıkça söylemesini istediğimi belirttim. Aldığım cevap oldukça kısa ve şaşırtıcıydı. Sevgili Kerem, Sana yazamadığım için çok üzgünüm, ne yazık ki çok meşguldüm. Öykünü elbette ki çok beğendim. Gerçekten müthiş bir çalışma olmuş. Senden de bunu bekliyordum zaten. Tebrik ediyorum canım kardeşim. Başarılarının devamını dileyen, Kaan ILGAZ. Kaan’ın blöfüme blöfle karşılık vermesi aklımı başıma getirdi ve Mayıs ayının ilk haftası kalemi elime aldığım gibi yazmaya başladım. Eh, dördüncü sayfayı da bitirmek üzereyim. Sanırım artık öyküye bir giriş yapsam iyi olacak. Bu uzun tanıtım yazısından da rahatça anlaşıldığı üzere -ve şimdiye dek birkaç kez tekrarladığım gibi- öykü yazmak pek becerebildiğim bir iş değil. Zaten böyle kıvranmamın, lafı dolandırıp durmamın sebebi de bu. Birlikte kalkıştığımız bu işte benim de bir payım olsun, bir gol de benden gelsin istiyorum. Ancak kendimi ne kadar zorlasam da doğam buna izin vermiyor. Bu yüzden ben de biraz işin kolayına kaçıp çocuğu sezaryenle aldıracağım. Madem Kaan’ın istediği gibi bir öykü yazamayacağım ben de bunun yerine o gün başımıza gelenleri başlıklar halinde yazıp ufak açıklamalarla da bu başlıkları zenginleştirir, böylece benden isteneni yerine getirmiş olurum. Gerisi de Kaan’ın takdirine kalmış olur. Ayrıca olaylı günün dökümünü yapmama çok faydası dokunacak bir kaynağım var: Şimdiye kadar kimseye bahsetmediğim günlüğüm. ‘Erkek adam günlük mü yazarmış?’ diyorlar; evet, ama ben yazıyorum. Şimdi naklen yayın için günlüğüme bağlanıyoruz. 2 TEMMUZ 1- Kaan’larda toplanıyoruz. (Benim ne zaman eve geldiğim ya da diğerlerinin ne zaman teşrif ettikleri önemli değil. Zaten bu ayrıntıları hatırlamıyorum. Bu eve gelmemiz bu güne özel bir durum değil; hemen hemen her gün geliyoruz buraya. Önceleri bu kadar çok eve kapanmaz, zamanımızın çoğunu dışarıda geçirirdik. Bir gün anladık ki dışarısı bize göre değilmiş. Başımıza gelmeyen saçmalık kalmadı; hatta bir ara oturduğumuz yere salça sürecek kadar düşürdüler kaliteyi. Evde mutluyduk. Şikayet geliyordu yine; ama en azından kız kaçırmadığımız, tecavüze yeltenmediğimiz biliniyordu. Evde zan altında değildik. En azından biz öyle sanıyorduk.) 2- Yemek yiyoruz. (Aslan bize yemek yapacağını söylediğinde evde bir şenlik havası esmişti ancak yemeğin ne olduğu ortaya çıktığında bu hava kısmen duruldu. Çiğköfte kızların pek de sevdikleri bir şey değildi ne yazık ki. Oysa birbirlerine ne kadar rakı içebileceklerini ispatlamak için bir araya geldiklerinde, erkekler bu mezeye olmazsa olmaz gözüyle bakarlar. Bizde ikisi de vardı: Bir tarafta çiğköfteye soğuk bakan matmazeller ve bir tarafta da alkol tabanlı testosteron gösterisine hazır erkekler. Aslında bu kaba bir genelleme oldu; çünkü kızların içinden sadece Fatoş çiğköfte yemeye yanaşmamıştı ve erkeklerin içerisinden de yalnızca Mert alkol komasın girmeye niyetliydi. Can çayla sarhoş olmayı tercih ederken benim tercihim de kahveden yanaydı.) 3- İçiyoruz. (Çeşit çeşit içecek tüketildi o gün; kimi alkollü kimi de alkolsüz. Kulağa komik geliyor ama çiğköftenin yanında kimsenin önceden tahmin edemeyeceği bir içeceği tercih ettik: Ayran. Yemekten sonra Can çay demlemeye ve bulaşıkların ufak bir kısmını yıkamaya gitti. Fatoş ise, içinden gelmiş olacak, bizlere kahve hazırlamaya niyetlendi. Hayatımda içtiğim en lezzetli kahveydi. Ama sonradan biraz sıkıldığımı da itiraf edeyim. Fatoş’un asıl niyetlendiği kahve yapmak değil Can’ın ardından mutfağa gitmekti. Bu kız kör sanırım ve ben de öyleyim. İşin aslını söylemek gerekirse dört kişilik sapık bir ilişkimiz olduğunu itiraf edebilirim. Ben -sebebini bir türlü anlayamasam da- Fatoş’u seviyorum; Fatoş ise Can’a aşık. Can Leyla’ya yanıyor ve korkarım ki Leyla da beni sevmekte. Kayıp aşklar diyarındayız sanki; herkes yanlış sevgiliyi kovalıyor. Ben Fatoş’un Aslı olmadığını göremiyorum, Leyla ise Mecnun’un adını karıştırıyor. İş içinden çıkılır gibi değil. Neyse, içtiklerimize dönelim: Kahveler içildikten sonra, yediklerimiz sindirilene kadar vakit geçirebilmek için, iskambil destesini alarak balkona oyun oynamaya çıktık. Kaan, Mert, Mete ve benden oluşan dörtlünün oyunu yaklaşık 90 dakika kadar sürdü ve oyunun ardından içmeye hazır bir biçimde salona dönüldü. Mert zaten çoktan başlamıştı içmeye. Onun ya da diğerlerinin ne içtiklerini hatırlamıyorum ama ben sadece iki duble rakı içtim. Mert’in hali üçüncü kadehi doldurmama engel oldu.) 4- Sohbet diyoruz, sarhoşlar ne kadar edebilirlerse. (Kandaki alkol oranı arttıkça sohbetin gürültüsü de artıyordu. Her kontrolsüz gülüşme seansı duvarların yumruklanmasıyla noktalanıyordu ama yeni gürültüler de pek gecikmiyorlardı. Korkunç bir paranoyaydı: Kim yumrukluyor duvarları? Yoksa duvarlara bir şey yapıldığı yok da bize mi öyle geliyor? Biraz olsun sarhoş olduysam da bu tedirginlik bana yetmişti; ilk birkaç yumruktan sonra tümüyle ayılmıştım. Diğerleri de güldükçe ayıldılar. Örneğin Fatoş’un kimi halleri insanları çok güldürüyordu. Can’a hoş görünmek için uğraştıkça ve kendisini olmadığı bir biçimde sunmaya çalıştıkça boş yere çırpınıyordu; Kaan da bir yandan şakayla karışık ona takılıyor ve foyasını meydana çıkarıyordu. Bunun karşısında iyice bocalasa da en azından bize bozulmuyor, bizimle birlikte gülüyordu. Ben de gülüyordum, yalana gerek yok, gerçekten bu halleri komikti. Ama bazen bu gülmeler inceden yüreğimi burkmuyor da değildi. Seviyorum, ne yapalım!) 5- Gruplara ayrılıyoruz: Bir tarafta konuşanlar ve diğer tarafta ise yine konuşanlar. (Sadece Can’ın bildiği ve Fatoş’un öğrenmek ve dedikoduya dönüştürmek istediği ufak bir bilgi, Can’ın Leyla’yla kurmaya çalıştığı sohbetin baltalanmasına sebep oldu; bu bölünmenin ilk habercisiydi. Ardından Can salonda rahat konuşulamadığını, Kaan’ın odasında sohbete devam edilebileceğini söyledi ve bu çağrıya, çağrının asıl muhatabı Leyla’dan değil, Fatoş’tan cevap geldi. Leyla, Can ve Fatoş’un Kaan’ın odasına geçmelerinden hemen sonra ya da bunun hemen öncesinde -emin değilim bundan- uzun süredir uyumamış olan Selim yatak odasına geçti. Böylece salonda altı kişi kalmış oldu: Kaan, Gözde, Mete, Mert, Aslan ve ben. Kaan arada sırada ayaklanıyor, bir mutfağa bir tuvalete gidiyor, arada sırada da yan komşunun rahatsız olduğu zamanlarda duvara attığı yumruklara bizim bulunduğumuz tarafın duvarından cevap veriyordu. Bunların arasında da salona, yanımıza gelip sohbetimize katılıyordu. Gözde’yle beraber Mete’ye bir kağıt oyunu sundular. Mete, aslında öğrenci yurtlarında klasikleşmiş bu basit numarayı, alkolün de etkisiyle, bir türlü çözemedi. Numara tamamen kurbanın buna inanacak metafizik birikiminin olmasına bağlı; önce böyle bir kurban seçilir, ardından kağıtları kendisine verir, dilediğince karıştırmasını sağlarsınız, ardından bir tanesini sırtı size bakacak şekilde kaldırır ve rengini tahmin edersiniz. Numaranın temel noktası ise şudur: Size kurbanınızdan daha yakın bir noktada oturan ve açılan kağıdın rengini görebilen bir yardımcınız size özel bir sinyal verir; Kaan’ın yardımcısı Gözde’ydi ve her kırmızı kağıt açıldığında, minik bir hareketle, yerde bağdaş kurmuş oturan ağabeyinin dizine dokunuyordu. Böylelikle Kaan kağıtları ilgisizce açıyor, dizinde hissettiği her temasın ardından da bakmadan kağıdı okumuşçasına ‘Kırmızı!’ diye bağırıyordu. Oyun bittikten sonra sarhoş Mete kağıtlarla cebelleşerek bir saat kadar sohbetimizden mahrum kaldı. Akıllıca bir taktik! Yeniden çay demlendi. Bir ara dinlenecek müzik konusunda anlaşmazlık çıktı. Çözüm olarak da rasgele bir kaset seçip dinlemek yoluna gidildi. Tüm bu süre boyunca periyodik olarak duvara atılan yumrukların uğultusu duyuldu.) 6- Sona yaklaşıyoruz. (Sanırım saat 05.30’a kadar -özetle- hiçbir şey yapmadık ve sabahın o saatinde film izlemeye karar verdik. Kimsenin kalkmaya niyeti yoktu, her şey yolundaydı. Ne var ki izlenecek filme karar vermek de pek kolay olmadı. Tıpkı kaset olayında da olduğu gibi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Bu tartışmayı, teklif edilen filmlerin isimleri ve reddediliş nedenleriyle beraber, aşağıdaki listeyle özetledim. Karmaşayı daha net görebilmek için: -The Matrix (Defalarca izlenildiği için reddedildi.) -Yurttaş Kane (‘Bu ne ya? Renkli bir şeyler yok mu?’ gerekçesiyle reddedildi.) -İsimsiz Bir Japon Porno Filmi (Mert’in çoğu teklifi refleks olarak reddedilir. Bu da aynı şekilde reddedildi.) -Olağan Şüpheliler (‘Şöyle olağanüstü bir şeyler izlesek!’ biçimindeki biçimsiz esprinin ardından teklif geri çekildi.) -Akıl Defteri (Önce teklif kabul edildi ancak filmin 14. dakikasında yükselen ‘Biz bundan bir şey anlamadık!’ çığlıklarının ardından film diskalifiye edildi.) -Blair Cadısı (‘Bizim arkadaşlar izlemişler, sonu çok salakçaymış.’ gerekçesiyle reddedildi.) -İsimsiz Bir Alman Porno Filmi (Mert’in ikinci teklifi olağan sebeplere ek olarak Almanca’nın çok kaba bulunması sebebiyle, daha eril bir toplantıya ertelendi.) -Bir Jackie Chan Filmi (Birincisi ‘Bize bu saatte dövüş filmi mi izleteceksiniz?’ ve diğeri de ‘Zaten herifin bütün filmleri aynı değil mi?’ olmak üzere toplam iki gerekçeyle reddedildi.) -Yıldız Savaşları (Kaan’a ait olan ‘Kardeşim, lütfen zırvalamayalım.’ gerekçesiyle önce teklif reddedildi, ardından da Kurul Kararıyla filme ait tüm belgeler imha edildi.) -Dövüş Kulübü (‘Dövüş filmi olmayacaktı hani!’ itirazına tepkisiz kalınmak suretiyle teklif sahibi tarafından geri çekildi.) -Çakal (‘Komünizm öldüğüne göre hala Komünizmden nefret etmeye ihtiyacımız var mı?’ sorusu yerini buldu ve film imha edilecekler listesine eklendi.) -Rüzgar Gibi Geçti ya da Titanic? (Film izleme fikrinden bir süre tiksinildi. Ve teklif zaman aşımına uğrayarak kendiliğinden diskalifiye oldu.) -İsmi Ve Uyruğu Bilinmeyen Bir Başka Porno Filmi (‘Mert, saçmalama lütfen. Başka zaman kendi başına izlersin.’ cevabının etkisiyle teklif, teklifi yapanın burnundan getirildi.) Ve sonunda, Mete hariç hiçbirimizin izlememiş olduğu bir filmde karar kılındı. Bitene dek bunun, Mete’nin kağıt oyunu için Kaan’dan intikam almak üzere ortaya sürdüğü bir film olduğunu anlayamadık; çünkü sonuna dek içinizde hep bir açılamaya kavuşma umudu ve merakı büyüyor, ancak film aniden, sessiz sedasız sona eriyordu. Sanırım senarist de olan bitene bir açıklama bulmayı becerememişti. Biz filmin sonunu düşünmekteyken sokak kapısı sert bir biçimde çalındı. Yönetmen ya da senaristin açıklama yapmak için geldiklerini umuyorduk. Kaan onları içeriye buyur etmek, Türk misafirperverliğini göstermek için kapıyı açmaya gitti.) 7- Günün sonu ve sonrası. (Ne yazık ki kapıyı çalanlar beklediğimiz kişiler çıkmadılar. Oturduğum yerden kapıdaki konuşmalara anlam veremeyip tedirgin olduğum için ayağa kalktım ve salondan çıktım. Sürpriz! Gelenler polis memurlarıydı! Filmin sonuyla ilgili bir şey bilmedikleri ise neredeyse yüzlerinden okunuyordu. “Çevreye rahatsızlık verdiğiniz için hakkınızda şikayet var. Bizimle karakola kadar geleceksiniz.” “İyi de yaptığımız gürültünün karakola gelmemizle ne ilgisi var? Karakoldan ayrıldıktan sonra hep fısıltıyla mı konuşacağız? Yoksa bizi tutuklamak yoluyla mı susturmaya karar vereceksiniz?” “Lütfen bize zorluk çıkarmayın. Evdeki tüm arkadaşlarınızı toparlayın ve bizimle gelin.” Kaan inatlaşmaktan ve onlara derdini anlatamamaktan kıpkırmızı olmuştu; polis memuruna arkasını dönüp Can, Leyla ve Fatoş’un bulundukları odaya girdi. Ben de salona geri dönüp tedirgin olmuş bir şekilde oturan arkadaşlarımı olaydan haberdar ettim. Balkon kapılarını ve pencereleri kaptık. Kaan anahtarlarını aldı, Gözde’ye giymesi için ince bir hırka verdi ve hala uyumakta olan Selim’in dışında herkesin dışarı çıkmasını bekledikten sonra kapıyı kapattı. Uzun koridordan apartmanın dışına çıktığımızda sabahın ilk ışıkları gözlerimi rahatsız etti. Gözlerim ışığa alıştığında etrafta daha rahatsız edici görüntülerin olduğunu gördüm: Balkonlardaki insanlar. Yazlıklarda yalnızca yaşlılar bu saatlerde kahvaltıya kalkarlar. Biz de onların kahvaltı sofralarına meze olmuştuk. Sanki fuhuş yaparken basılmış bir grup gibi görünüyor olmalıydık. O sırada yakın balkonlardan birinde tanıdık bir yüz gördüm. Fatoş’a döndüm. O da aynı yüzü görmüş ve terlemeye başlamıştı. 30 saniye kadar sonra Fatoş’un babası yanımızda belirdi. Hepimize kısa ve kızgın bir bakış attı ve Fatoş’u bileğinden tuttu. Bakışları benimkilerle karşılaştığında içimde bir ‘çifte rahatsızlık’ hissettim. Sonra Kaan’a dönerek sessizliği bozdu: “Neler oluyor burada Kaan? Sorun nedir?” “Gürültü…” Kaan daha fazla konuşamadı. Fatoş’un babası polis memurlarına döndü. “Çocukları biraz bağırdılar diye mi götürüyorsunuz?” “Şikayet var beyim, zabıt tutulması için karakola gelmeleri gerekiyor.” Fatoş’un ailesi polisler üzerinde ‘Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?’ türünden bir etki bırakmıştı. Bu da pek anormal sayılmazdı. Biz minibüse binerken polislerden birinin ağzından belli belirsiz bir ses çıktığını duydum: “Kızınız kalabilir beyim.” Fatoş, başı öne eğik, eve doğru ilerlerken ve hala sarhoş olan Mert sol koluyla gözlerini kapamış iki parmağıyla da zafer işareti yapmış biçimde kikirderken, minibüs harekete geçti. Siteden çıkıp dereye doğru dönerken başımıza geleni düşünmeye başladım. Dışarıda da içeride de bize rahat yoktu ve bizden bizi şikayet edenlerin geleceği olmamız bekleniyordu. Ne komik değil mi? Günün birinde Fatoş’un dedesi gibi milletvekili olsak, bu gidişle meclisi bile karıştırırdık biz. Kaan ile Komiser arasında ilginç, uzun bir diyalog geçtikten ve tutanak hazırlandıktan sonra karakoldan ayrıldık. Sadece Mete’nin yüzünde gülümseme vardı; o da gülümsemeden sayılabilirse tabii. Mete’nin huyudur. Hiçbir durumun kendisini etkilemediğini, böyle saçmalıklar yüzünden asla endişeye ya da korkuya kapılmayacağını hareketleriyle belli etmeye çalışır mutlaka. Şimdi de yüzünde pek de gerçekçi olmayan bir gülümsemeyle yürüyordu; ama gözleri dalıp gitmişti ve şakaklarında da ter birikmişti. Sessizliği ilk bozan Gözde oldu. “Kahvaltı edelim mi?” Kaan ve Gözde, yürümeyi pek becerebilecek durumda olmayan Mert’i de alıp, çay bahçelerinde kahvaltıya gittiler. Ben biraz yürümek istediğimi söyledim. Can da Leyla’yı siteye bırakacaktı. Aslan’ın nereye kaybolduğunu ise hatırlamıyorum.) Huzurumuzu bozan gün hakkında anlatabileceklerim bu kadar. Kaan’ın bu öyküyü beğeneceğini, en azından kayda değer bulacağını umuyor ve kendisinden tek bir ricada bulunuyorum: Ben bu yazıya uygun bir başlık bulamadım, lütfen benim yerime sen buluver.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |