Deney, herkesin hatalarına verdiği addır. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Bir dergi hazırlıyoruz. Sektörel eğilimli ancak benzerlerinden daha dinamik, bir tür “genç-işadamı dergisi” planlıyoruz. Planlıyoruz diyorum ama aslında “planlıyorlar” ya da “planlıyorduk” desem daha doğru olacak. İlk sayının röportajının hemen ardından gelen küskünlük, dergi sahibinin (hiçbir şeyden haberi olmadığı için) üzülmesine karşın ayrılmamı gerektirdi. Eğer bu meslekte, bugünün şartlarında, ahlaktan bahsedebilirsek, ayrılışımın zorunlu olduğu ortadadır. Gelelim o ilk röportaja: Bu tip bir derginin röportaj için gideceği ilk isim kimdir? Elbette Kazım Kazancı. Biz de öyle düşündük ve bir randevu istedik. Cevap için dört, randevu içinse yirmi üç gün beklememiz gerekti. Bu arada dergi binasının döşenmesi, matbaa ile anlaşma ve benzeri teknik işler devam etmekte olduğundan beklemekle bir kaybımızın olmayacağını biliyorduk. Bu koşuşturmanın ardından röportaj gününün gelmesi de bir tür tatil haberi etkisi yaptı. Yönetim kuruluna ait ofislerin bulunduğu plazaya girdiğimizde insanı şımartan türden bir ilgiyle karşılandık. Randevumuza yirmi dakika daha vardı, ne alırdık? Kahvaltı arzu eder miydik? Mönüden bir içecek seçmek ister miydik? Ah, her şeyi yapabilirdik ancak sigara geri kalmışlar içindi ve binada içilmesi yasaktı. Kuzey Kantin’in tam ortasında, camdan bir sigara içme kulübesi vardı ancak orası da bir telefon kabini kadardı; içinde bir kişiden fazlasına yer yoktu. Plazaya derginin şoförüyle gelmiştim; röportaj saati geldiğinde onu bu cennetin nimetlerinden faydalanmak üzere bıraktığımda az da olsa bir kıskançlık hissetmedim desem yalan olur. Çalışanlarca shuttle (mekik) olarak adlandırılan ufak ofis aracıyla, üzerinde başkan yazan dev kapıya ulaştığımızda randevuya yalnızca on beş saniye kalmıştı. Kayıt cihazımı sol elime alıp kapıyı açmaya yeltendim. Refakatçim, Amerikan kırığı bir Türkçe ile, “Daha değil!” deyip kapının üzerindeki kırmızı lambayı gösterdi. Birkaç saniye sonra lambanın ışığı yeşile döndü ve refakatçim kapıyı açtı. Ben orada değilmişim gibi odaya daldı. Aslında burası bir oda değil metal bir küptü. ‘Başkan’ yazısının bir tür önlem olduğunu düşündüm. Metal küpün bir yerinde bir hareketlenme oldu. Açılan kapı bizi Kazım Bey’in ‘asistanının asistanı’nın odasına geçirdi. Bir kriz masasının ciddiyetinde ve hızında çalışmakta olan stajyerlere direktifler veren yönetici-asistanı-asistanı bizi görünce gülümsedi: - Hoş geldiniz, buyurun. Duvara gömülü panoda bir takım matematik problemlerini çözdü ve kapıyı açtı. Kriz masasından bakanlar kurulu toplantısına girmiş gibi hissettim. Yaz ortasında ‘olağanüstü’ toplanmış bir Bakanlar Kurulu… Sağımdan, solumdan, bana çarparak geçen bu insan selinin ortasında, hiçbir şey yapmayan ve sadece konuşan hurinin yönetici-asistanı olduğunu düşünmekteydim ki o güzeller güzeli kız birden bana bakıp, - Can Bey, değil mi? Dağınıklığın kusuruna bakmayın, buyurun, Kazım Bey sizi bekliyor, dedi. Bir başka çelik israfı da gösterişli bir tekno-hamleyle açıldı ve artık Atılgan uzay gemisinin kaptan köşkündeydik. Kazım Bey gülücüklerle yanıma gelip koluma girdi. Refakatçime gitmesini buyuran bir kafa hareketinden sonra, - Hoş geldiniz, dedi. Sizleri, sizin gibi gençleri bu işte görmek ne güzel! İsminiz Cem’di değil mi? Duraksadığımı görünce masasındaki notlarına hızla göz atıp, - Pardon, Can, diye düzeltti. Evet görüşmemize başlayabiliriz; yalnız önceden size bildirildiği gibi yirmi dakikanız var. Sesli olsun, sessiz olsun, tüm harfleri ısrarla ‘u’ harfine dönüştürme çabasındaki ağzına bakakaldım; çünkü ben bu aksanın bir tür “halkla-ilişkiler projesi” olduğunu, zaten uzun yıllar boyunca yaşamını köyünden ve insanlarından uzakta geçiren bir kişide aksan kalmasının mümkün olmadığını düşünüyordum. Ne var ki bu adam hala Yozgatlı Kazım Ağa’ydı! Şaşkınlığımı hızla üzerimden atarak ilk ve tek sorumu yönelttim. (Plana göre sadece tek soru sorulacak, yirmi dakika konuşulacaktı. Bant çözüldükten sonraysa, konuşmanın uygun yerlerine, konuyu benim yönlendirdiğim hissini uyandıracak ufak sorular yerleştirilecekti.) - Kazım Bey, Para-politik Dergisi olarak biz, ülkemizin genç işadamlarının önündeki en iyi örnek olan size, başarınızın sırrını sormak istiyoruz. Yükselişinizi hazırlayan etkenleri bizim için özetlemeniz mümkün mü? - Can Bey, öncelikle size ve Para-politik dergisine teşekkürlerimi sunarım. Genç işadamları bir ülke ekonomisinin belkemiğini oluştururlar. Gençlerdeki kuvvet olmasa biz nasıl ayakta dururuz? (Güler) Böyle önemli bir grubun beni örnek alması gerçekten de büyük bir gurur. Aslında nasıl zengin olduğumu çeşitli vesilelerle, defalarca anlatmıştım. Ancak madem gençler çağırıyorlar, (güler) öyle değil mi, o halde bir kez daha anlatmakta fayda var. (Duraksar) Ticarete ilk atılışımı bugün gibi hatırlarım. O gün on paraya, o zaman kuruş çok değerliydi, gençler bilmezler, lirayı ise kimse görmezdi, neyse, on paraya kocaman, sulu bir elma aldım. Kıpkırmızı, güzel bir elmaydı ama toza bulanmıştı. Yıkadım. Bir güzel de parlattım. Bir baktım ki şahane! Yemeye kıyamadım. Elmayı, pazarda bir adama, ederinin iki katına sattım. Şahane elma, neden almasın, değil mi? İşte bu hikaye pek meşhurdur. Ertesi gün o parayla aldığım iki elmayı, yıkayıp parlattım tabii, pazarda sattım ve o parayla dört elma aldım. Üçüncü gün dört elma sekiz oldu, devrisi gün on altı. Yıkayıp parlatmayı da unutmuyorum tabii. Böyle güzel başlayan öykü sadece bir-iki dakikada bir azaba dönüştü. Elma Çığının Dönüşü. Korku filmi gibiydi. Ve çığ durmaksızın büyüyordu. - On üçüncü gün dört bin doksan altı elmayı, yıkayıp parlatıyorum tabii, sattım ve tam sekiz bin yüz doksan iki elma aldım. Ticareti hemen öğrenmiştim. On dördüncü gün… Kafamın içi uzayan ‘u’lar yüzünden uğulduyordu ve kusmak istiyordum. ‘Kusmuk’ sözcüğünde iki adet ‘u’ olduğunu, bunun Kazım Bey’in ağzında ne hale geleceğini düşünmekte olduğumu fark ettiğimde ağlanacak halime güldüm. - Peki Kazım Bey, bahsi geçen iki haftada elinizden bu kadar elma geçti ve siz bir tanesini bile… - Katiyyen! Aklımdan bile geçirmedim. Ticaret bu efendi, çocuk oyunu değil. Neyse… On beşinci günün sabahı on altı bin üç yüz seksen dört elmayı… İnsanların üçüncü sayfa haberlerine nasıl malzeme olduklarını o an rahatlıkla görebiliyordum. Şimdi şu kafamı şişiren adam elli yıldır ekonomiyi yönlendiren gruplardan birinin başkanıydı ve tüm ciddiyetiyle bana masal anlatıyordu. Gerilmiştim. Sayıları duymamak için ellerimi koltuğa yapıştırmış, parmaklarımla koltuğun altını yokluyor, desenin nasıl devam ettiğini gözümde canlandırmaya çalışıyordum. ‘U’ları duymamak mümkün değildi. Bandın çözümünü yapacak arkadaşa acıdığımı anımsıyorum. Başka şeyler düşünmeye çalıştım ama yapamadım. - Yirmi beşinci günün sabahı on altı milyon yedi yüz yetmiş yedi bin iki yüz on altı elmayı, yıkayıp parlattıktan sonra tabii, pazarda sattım. Parasıyla da tam otuz üç milyon beş yüz elli dört bin dört yüz otuz iki… Biz tam yedi cüceyiz, on dört kollu bir… Sus! Sakinleşmek için ona kadar saysam? Bir… iki… üç… Ne yapıyorum ben? Sayıların sıkıntısından kaçarken yine sayılara sığınıyorum. Meditasyon? Omm… Reiki? Yok, yok… Artık nirvanaya ersem ne yazar! Şarkı mırıldansam? Zehn kleine jagermeister… Çıldırıyorum! - Böylece ilk ayın son sabahı yıkayıp parlattığım elma sayısı beş yüz otuz altı milyon sekiz yüz yetmiş bin dokuz yüz on iki olmuştu. - Kazım Bey! - Oradan kazandığım parayla bir milyar yetmiş üç milyon yedi yüz kırk bir bin sekiz yüz yirmi dört elma aldım. - Kazım Bey!! - Dile kolay, tam bir milyar yetmiş… - Kazım Bey!!! Delireceğim, yeter artık! Lütfen! - N’oldu? Sıkıldınız mı? Daha yeni başlamıştım. - Lütfen midem bulanıyor. - Peki… Elli liran var mı? - Pardon? - Elli lira; bir başka başarı öyküsü için. Üstelik çok daha kısa. Daha on bir dakikamız var ve bu öykü yetmiş beşinci güne kadar sürebilir. - Ama… - Hadi, utanma. Hah, şöyle. Şimdi dinle. Otuz ikinci günün sonunda, ki o gün haftanın son günüydü, holdingimi kurdum. Elimdeki dört milyar iki yüz doksan dört milyon dokuz yüz altmış yedi bin iki yüz doksan altı elmanın takibini yapacak bir takım tuttum. - O yaşta mı? - Otuz üçüncü günden devam mı edeyim? - Hayır, lütfen! - Bu hikaye ve elliliğin sonu aramızda kalacak. Başka dergileri araştırın ve eski röportajlarımdan bir karışımı derginizde yayınlayın. Eğer söylemediğim bir tek harfe yer verirseniz sizi ömrünüzce mahkemelerde süründürürüm. Pis kokulu bir suskunluk esti odanın içinde. Daha dokuz dakikamız vardı ve ben kaçmak istiyordum. Kaçmak ve giden elli lirayı unutmak… O sırada Kazım Bey bir sigara yaktı. Bir tane de bana uzattı. Yasaktan bahsedecek oldum, “Onlara yasak,” dedi, “Kendime de yasak getiremem ya!” Ve gülmeye başladı. ‘U’larla dolu bir kahkaha. Bir kuhkuhu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Anıl Gökpek, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |