Aşık olmayan âdem / Benzer yemişsiz ağaca. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Benim yapmaya çalıştığım da buydu: Size açıkça söyleyemediklerimi yazıya döküyor, mesajımı bir şişeye yerleştirerek okyanusun kucağına doğru fırlatıyordum. Kimi şişeler vardır ki (belki içlerindeki mesajların ağırlığından ya da yersizliğinden dolayı) hemen su alır, okyanusun dibinde, güneş görmeyen dehlizlerde kaybolur giderler. Kimi şişeler de vardır ki (mesaja bel bağlayan umudun umarsızlığından olacak) azgın dalgalara, fırtınalara ve hortumlara rağmen suyun üstünde kalır, sonsuza dek yüzerler. Benim şişelerim de suyun üstünde kalmayı başardılar hep. Benim için bu büyük bir mutluluktur. Üstelik sadece civar sularda gezinmekle kalmadılar; bir çok deniz gezdi eserlerim, bir çok dile çevrildiler. Bu bir yazarın yaşayabileceği en büyük mutluluktur kanımca: Bir başka dile çevrilebilmek, bir başka kültür tarafından beğeniyle karşılanmak müthiş bir his. Yolladığınız mektuba hiç tanımadığınız, dilini bile bilmediğiniz bir insandan cevap gelmesi ya da en umutsuz anınızda dünyanın öteki ucundan size bir yardım elinin uzanması gibi bir şey bu. Umursanıyor olduğunuzu hissediyor ve deri değiştiriyorsunuz. Ne var ki benim için bu mutluluk fazla uzun sürmedi. Hepsi ‘En Çok Satanlar’ listelerine girmiş beş roman, sayısız çeviri, öyküler, ülkesinde başarının ölçütlerinden birisi olmuş bir yazar ve sonu böyle bir mektupla biten hazin bir öykü. Son öyküm bu. Her şey takip ettiğim aylık yayınlardan ve kimi fikir kitaplarından edindiğim bilgi kırıntılarının beynimde birleşmesiyle, kendime ait bir sonuca varmamla başladı sanırım. Onun ardından tehlikeli bir oyuna giriştim. Sonumu getiren de bu tehlike oyunun kendisi oldu. Yukarıda da bahsettiğim gibi beynimde bir takım fikirler dolaşmaktaydılar bir süredir; bir bütün oluşturamayan, birbirlerinden bağımsız, ancak bu halleriyle bile tehlikeli parçacıklardı bunlar. Doğruya ve onun nasıl oluştuğuna ilişkin kimi fikirler… Ufak bir örnek vermem gerekirse size şu soruyu yöneltebilirim: Balığın ya da fındığın kalbe yararlı olduğunu nereden biliyoruz? Benden bu soruyu duymak garibinize mi gitti yoksa, büyük yazarın bunlarla ne işi olur mu diyorsunuz? Ama beni rahatsız ediyordu bunlar, düşünmeden edemiyordum. Siz de lütfen kendi kendinize bir sonuca varmaya çalışın; yağı çıkartılan bir besin maddesi nasıl olur da kolesterole iyi gelebilir? İsterseniz bunu geçelim ve bir başka soruyu cevaplandırmaya çalışalım: Açtığı yolu göz önünde bulundurmaksızın yalnızca fikirleri bağlamında ele alındığında Platon’un insanlığa faydadan çok zarar getirdiğini düşünseydiniz bunu kaç kişiye kabullendirebilirdiniz? Zor bir soru değil mi? Peki günümüzde en prestijli bilim adamlarının dünyanın yıkımı için çalıştıklarını iddia etseniz ne gibi tepkiler alırdınız? Şu an kimilerinizin aklından geçen cümleyle, yani “Delirmiş bu adam!” cümlesiyle dosyanız kapanırdı muhtemelen. Kendi başlarına oldukça anlamsız görünebilen, ancak bir araya geldiklerinde çirkin bir gerçeği gösteren bu sorular bitmek tükenmek, durmak bilmiyor, beynimi rahatsız ederek havada uçuşuyorlardı. Tümüyle doğruları sunan bir gazete görebilmek mümkün müdür? Müşterilerini müşteri olarak değil insan olarak gören, kendisini hizmete adamış bir şirketin varolabilmesi mümkün müdür peki? Hangi deterjan gerçekten beyazlatıyor ya da gerçekten beyazlatan bir deterjan var mı? Gerçek beyazlık var mı? Böylece bu liste sonsuza dek uzatılabilir. Birkaç bin yıllık kendini tanıma sürecinin ve ‘Mutluluk nedir?’ ve benzeri soruların kovalanmasının ardından insanlık şu soruyla karşı karşıya kalmıştır: Paramın tümünü en kaliteli ürüne mi vermeliyim yoksa tasarruf yapmaya çalışırken bir yandan da çekeceğim rezilliğe mi katlanmalıyım? Bu soruyu yaşamınızın her anına rahatlıkla uygulayabilirsiniz. Bunların sonunda, herhangi bir konuda, sadece tek bir gerçeğin değil milyarlarca gerçeğin bulunduğunu, bunlardan bir tanesinin, dönem dönem, genel olarak kabul gördüğünü, işlevini yitirdiğindeyse süratle yerine yenisinin getirildiğini düşünür oldum. Bundan on yıl sonra, en zararlı yiyeceklerden biri kabul edilerek, yumurtanın kolektif bir çalışmayla tüm sofralardan uzaklaşacağını görecek olsam gerçekten de şaşırmam sanırım; tıpkı zamanında pek de sevilmeyen kimi isimlerin günümüzde birer efsaneye dönüşmeleri ya da yıllar önce ‘üstat diye anılan kimi isimlerin bugün çoktan unutulmuş olmaları karşısında asla şaşırmadığım gibi. Bugün insanların, bir şekilde kabul gören, ‘logo’laşan, markaya dönüşen bir ismin, ürünün ya da fikrin peşinden onu tüketene dek koştuklarını görüyorum. Tüm bu dökümünü aldığım fikir parçacıkları kimilerine göre hiç de yeni olmayabilir, belki de bunları demode bulabilirsiniz; sizin fikrinize saygı duymaktan başka bir şey yapamam. Elimden gelen tek şey buydu ve böylece, pek de ihtimal vermeden kendi sonumu hazırladım. Markalaşan bir şey, kalitesini düşürse bile, artık genel olarak kabul görüldüğü için sevilmeye, tüketilmeye, başarılı bulunmaya devam ediyordu ve benim korkum da bu noktada beliriyordu. Markalaşmak istemiyordum. Şişedeki mesajı suyun altında kaybolmaktan alıkoyan, onu yıllarca göz önünde tutan samimiyeti hala korumaktaydım; bu yüzden kitapları hala kapışılan ama yazdıkları pek de okunmayan bir yazar olmaktansa bir hiç olmayı tercih etmeye karar verdim. Bu Rus ruletinin en edebi biçimiydi sanırım. Bana gönüllü yardım edecek birkaç kişiyle beraber mermiyi yuvasına yerleştirdim. O andan itibaren bu oyun çok sevdiğiniz bu yazar için bir ölüm-kalım sorunuydu. Kimi okurlarıma saçma gelebilecek bu intihar oyununu hazırlamak tam iki senemi aldı. Önce bir karakter yarattım; kendi ismimi bozarak ona ‘Kaan ILGAZ’ ismini verdim. Kendi halinde, samimi, akıllı, garip, ama asla acımayacağınız bir gençtir Kaan. Kısmen benim ‘alter ego’m kısmen de olmayı düşlediğim ama olamadığım adam. Hem benim gibi utangaç hem de benim asla olamayacağım kadar girişken. O da bir sanatçıdır; arada sırada yazsa da gönlü müzikten yanadır. Aslen İzmir’lidir ama öykülerinde bir Akçay’da görünür bir İstanbul’da. Hevesli bir edebiyat öğrencisidir. İnsanları kendi evinde ağırlamayı severdi ve bunun için de en çok ailesinin Akçay’daki yazlık evini kullanırdı. Arada sırada ailesinden olumsuz tepkiler alsa da bu huyunu uzun süre devam ettirdi. Bizim gözümüzün önünde Kaan’ın öyküsü bir yıla yayılır. Bir 2 Temmuz sabahı başlayan öykü bu olaylı günden tam bir yıl sonra, bir 2 Temmuz gecesinde sona erer. Olaylı günün sabahı arkadaşlarıyla Akçay’daki evde toplanma planları yapan Kaan, sonu karakolda biten bu günü, sembolik bulduğu için, ölümsüzleştirmek ister. Sadece bu özel günü anlatan bir roman ya da öykü derlemesi yazmaktır aklındaki plan. Ne var ki tümünü kendisi yazmayacak, herkesten kendi öykülerini ya da seçtikleri kişilerin öykülerini anlatmalarını isteyecektir. Ortadaki çok sayıda gerçek üst üste konulduğunda yeni bir gerçek, Kaan’ı aradığı bir şey belirecektir. Daha sonra kitaba, onu daha da karmaşıklaştıracak kimi bölümler ekledim; bunların bazılarında Kaan ya da arkadaşları yine beliriyor, bazılarında da bu karakterler ortadan kaybolarak yerlerini başka karakterlere bırakıyorlardı. Bu karışıklığı gidermek için öyküleri, sadece benim anlayacağım bir şekilde, tasnif ettim. Artık onu kategorize etmek size kalıyordu; eğer bu gerekliyse elbette. İşte kendi idamımı infaz etmek üzere kendi celladım olmaya karar verdiğimde yüzümü örtecek maskem de hazırdı. Kaan’ın bu müthiş planı sayesinde ben hem yazarın ta kendisi hem de ortaya çıkan eserle hiçbir ilgisi olmayan sıradan bir insan oluyordum. Ancak asıl ölümcül vuruş bu değildi. Bu sadece kafaları karıştırmaya yarayacaktı. Birden fazla ana karakter ve bir o kadar da üslup ile benim biçimim perdelenecek, büyük yazarın üslubu dikkatsiz gözlerin önünde birden yok olacaktı. Bunları yazan elbette ki bendim, hassasiyetle korumaya çabaladığım samimiyet hala oradaydı ama ortaya çıkan bu kitap görüntü itibariyle benim değildi. Ve tetiği çektim. Altı adet kopyasını çıkarttığım ve Kaan Ilgaz adıyla imzalayıp ‘27’ başlığını verdiğim bu romanı -ya da öykü kitabını- arabamın arka koltuğuna atıp yakın arkadaşlarımdan Turgut’un evine doğru yola çıktım. Ben onun evinde biraz ‘hava değişimi’ yaparken o da şehirde benim yerime bu oyunun son perdesini oynayacaktı. Bakalım benim yazdıklarımın üzerinden ismim silindiğinde geriye ne kalacaktı? Şansımı bir bacağı kısa bir taburenin üzerinde, boynumda oldukça sağlam bir iple denemekte olduğumu görememiştim. Turgut Haziran ayının sonlarına doğru benim arabam ve son kitabımın altı kopyasıyla beraber şehre indi. Kendisini Kaan Ilgaz olarak tanıtacaktı. Her seferinde yanına yalnızca bir kopyayı alacak, diğerlerini araçta bırakacak, görüşmeye gittiği yayınevlerinde kitapla ilgilenilmemesi halinde bu kopya asla yayınevine bırakılmayacaktı. Ve tesadüfe bakın ki bu macera Kaan’ın sembolik olarak yeniden doğduğu o tarihin yıldönümünde, Temmuz ayının ikinci gününde sona erecekti. Turgut elinde Kaan Ilgaz imzalı kitap ile son görüşmesine gittikten sonra boğucu sıcağa ve korkunç trafiğe karşın öğlene doğru evime varacak ve acı sonucu telefonla bana bildirecekti. Elbette ki sevgili Kaan’ın kitabı asla yayınlanmadı. Böylece ben sözümde durdum ve içimdeki umut kırıntılarına rağmen bir markaya dönüştüğümü kesin olarak anladığım için geri dönmemek üzere bu mesleği bıraktım. Bunu buradan açıklamak acı olduğu kadar da gülünç bir durum. Kim bilir, belki bu istifa mektubu da yayınlanma şansını bulamaz; belli mi olur? Bu elbette yazdığım son yazı; bir mektup, bir öykü, bir idam fermanı ya da bir veda busesi. İsmini siz verin. Bunun birer kopyası, Turgut’un Kaan Ilgaz adıyla görüştüğü ve ret cevabı aldığı tüm yayıncılara ve editörlere gönderilecek. Size ulaşabilecek mi bilemiyorum. Ama sayın dostlarım bunu bir saldırı olarak kabul eder ve yayınlamaya yanaşmazlarsa belki de bir 2 Temmuz sabahı, okuduğunuz gazetede size hitaben yazılmış, biraz da sitem dolu olan bu mektubu görebilirsiniz. Şaşırmayın. Can’ın da dediği gibi, “Olur mu olur… Belli olmaz!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |