Işık verirseniz, karanlık kendiliğinden yitecektir. -Erasmus |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu ‘Ben Herostratus. Artemis Tapınağını ben yaktım. Benim adım çağlar boyunca anılacak ama sen Kleon, Efes kentinin baş yargıcı. Seni kim hatırlayacak? Hayır, sen de beni yargıladığın için anılacaksın.’ Megalomaninin üst sınırlarında gezinen Herostratus oyunun bir yerinde seyirciye döner ve şöyle der ‘Artemis tapınağının mimarı kim bileniniz var mı?’ Salonda çıt çıkmadığına göre, cevabı bilenin olduğunu sanmıyoruz. İşin kötü yanı, naçizane biz de bilmiyoruz. Kendinden emin, kibirli Herostratus, derin sessizlikten hoşnut, devam eder. ‘Ama benim adım hep bilenecek. Artemis Tapınağını yakan Herostratus, çağlar boyunca anılacak’ Milattan Önce 356, yer Efes Kenti. Liman Kenti olarak bilinen Efes, Antik dünyanın en seçkin ticaret ve kültür merkezlerinden biri. Dahası politik bakımdan çok hassas bir dönem yaşıyor. Çünkü, kent Pers istilası altında ve Pers Valisi Tsafernes (Safernes diye okunuyor) tarafından yönetilmekte. 21 Temmuz gecesi, çılgın esnaf Herostratus tarafından Artemis Tapınağı yakıldığında, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü Herostratus sadece tapınağını yakmakla kalmaz, toplumdaki ‘hukukun üstünlüğü ilkesini’ de adaletin terazisine oturtur, yasalarıyla ünlü Efes Kentinin gerçekleriyle yüzleşmesini sağlar. Laik sistem, din devlet ilişkisi ve hukukun egemenliği tartışması belki ilk kez Efes’te, bundan tamı tamına 2356 yıl önce, ‘Gavur İzmir’ diye anılan bu topraklarda, hem de gavuruna yapılmıştı. Rus yazar Grigory Gorin’in kaleme aldığı, Filiz Ofluoğlu’nun dilimize kazandırdığı ‘Bir Efes Masalı’ isimli oyun, tarihi gerçeklerden yola çıkılarak tüm zamanlara yayılan kavramları bir kez daha sorguluyor. Konu öylesine taze ki sanki bugün yaşanıyormuşçasına güncelliğinden hiçbir şey yitirmeden karşımıza çıkıyor. Yönetmen Bülent Arın’ın sahneye koyduğu ve dramaturjisini Haluk Işık’ın yaptığı oyunu maalesef izlemek artık olası değil. Çünkü, açık açık repertuardan kaldırmak yerine, İzmir Devlet Tiyatrosu oyunu, bir iki defa sessiz sedasız sahneledikten sonra, hiçbir gerekçe göstermeden oyun programından siliverdi. Adaletin gözü kapalı terazisine ‘hukukun üstünlüğü ilkesi ve din olgusu’ bir arada fazla gelmiş olmalı ki, terazinin ibresi tıpkı Neron’un baş parmağı gibi aşağı dönüverdi. Sonuçta, tüm zamanların en güzel oyunlarından biri olan ‘Bir Efes Masalı’ isimli oyun, İzmir Devlet Tiyatrosu’nun repertuarından sessiz sedasız, yangından mal kaçırır gibi kaldırılıverdi. ‘Ben Herostratus. Straton’un oğluyum. Efes’te doğdum. Özgür bir Efes vatandaşıyım. Balık, sebze ve yün satardım pazarda, iflas ettim. Ticareti bıraktım. Tapınak yakıcısı oldum.’ diye tanıtır kendini şu bizim çılgın Herostratus. Baş yargıç Kleon’un ‘Neden?’ sorusunun cevabını ise çok basit bir biçimde yanıtlar. Şan, şöhret sahibi olmak, çağlarca boyunca anımsanmak ve unutulmamak. Herostratus’da insanı dehşete düşüren hastalıklı yan, çıkarmış olduğu yangını, yarattığı eserden haz duyan bir sanatçının duyarlılığı ile anlatmasıdır. Artemis Tapınağını yakmaktan duyduğu hazzı, bir övünme vesilesi haline getirir. Baş yargıç Kleon’un ‘neden’ sorusunu yanıtlarken olayları sanki bir kez daha yaşar. ‘Artemis Tapınağını ben, kendi başıma yaktım. Bu zaferi başkalarıyla paylaşamazdım. Ben, korkunun bütün basamaklarını tek tek çıktım. Her aşamasını iliklerime kadar yaşadım ve bitti. Birincisi, yaptığım şeyi ilk düşündüğüm an duyduğum korkuydu ama şan ve şöhret kazanacağımı bildiğim için bu korku uçup gitti. İkincisi, beni tapınağın içinde yakaladı. Duvarlara zift sürüp çırayla tutuştururken. Bir kaç vuruş, o korkuyu da alıp götürdü. En berbatı üçüncüsüydü. Tapınak yanıyor, tavan çatırdıyor, sütunlar devriliyor, mermer parça parça oluyordu. İnsanlar çığlık çığlığa saçlarını yolarak benim yaktığım ateşi görmeye geliyorlardı. Bunu da çabuk atlattım. Yanan tapınağın yanında bir tümseğe çıktım. Ve haykırdım. Heeeey, beni dinleyin. Bu tapınağını ben yaktım. Ben, Herostratus. Beni duydular, birden sus pus oldular. Ortalıkta sadece yanan tapınaktan çıkan sesler vardı. Sonra, üstüme doğru gelmeye başladılar. O suratlar. Gözlerindeki alevleri gördüm. İşte o an dördüncü korkuyu duydum. Ölüm korkusu. En cılızı da buydu. Çünkü, ben ölüme inanmam. ’ Oyun basit bir kundaklamadan öte, hayatta kaybedecek hiç bir şeyi kalmayan Herostratus’un, görünüşte mükemmel yasalarla idare edilen Efes’in yozlaşmış düzenine bir çeşit baş kaldırışı. Kapitalist sistemle yönetilen zengin Efes kentinde, dürüstlükle her şeyini kaybetmiş olan sıradan bir esnafın adım adım devletin en tepesine kadar nasıl ulaştığının hikayesi anlatılıyor. Bunu yaparken, yaşadığı acı deneyimlerle insan karakterini ve en önemlisi insan zaaflarını çok iyi öğrenen Herostratus’un herkesi parmağında nasıl oynattığını görüyoruz. O sistemi zayıf karnından vurur. İnsan zaaflarından yola çıkar. Yönetmen Bülent Arın, antik çağın kapitalist Efes’i için mükemmel bir profil çiziyor. ‘Dönemin Efes kentinde, zengin daha zengindir, yoksul daha da yoksullaşmaktadır. Çünkü, Lidya’da para ortaya çıktıktan sonra, toplumsal yapıda dengeler bozulmuş, yozlaşmalar ortaya çıkmıştır. Tefecilik, özellikle küçük esnafı bunaltmakta ve giderek yok etmektedir. Böyle bir sosyo-ekonomik yapıya bir de dönemin çok tanrılı din anlayışı eklendiğinde sistemin bir noktada tıkanması kaçınılmaz görünüyor.’ Gerçekten de, kayınpederi Efes’in ünlü tefecisi Krisipus, kızını Herostratus’a verdiğinde çok sevinen esnaf, kısa bir süre sonra hamile bir kadınla evlendiğini anlayacaktır. Aldatılmanın acısıyla kadını, baba evine geri gönderdiği için Krisipus’a borçlandırılmış ve varını yoğunu kaybetmiştir. Yeni moda deyimle, ‘kaybetmeye mahkum’ adam tipini başarıyla canlandıran Herostratus, her bakımdan tam manasıyla ‘dibe vurur’. Artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Ve artık sıra Herostratus’a gelmiştir. Birilerinin bu yaşadıklarını ‘ödemesi’ gerekir ve o da içinde bulunduğu sistemi hedef olarak seçer. Çevresindeki bireyleri kurduğu planda aşama aşama kullanır. Herostratus’u belki de en iyi anlatacak olan yine oyunun yönetmeni. Ona aradan tam 2356 yıl sonra sahnede de olsa hayat veren adam, Bülent Arın. Bizim çılgın esnafımızı yönetmeninden daha iyi kim anlatabilir ki? ‘Herostratus, sistemin içinde ezilen, köşeye sıkışmış bir esnaf. Doğrusu yaşam ve sistem ona, kendini var etmesi ve koruması için pek de olanak tanımamış. Türlü oyunlara kurban gitmiş ve sonunda iflas etmiştir. O artık her şeyi yapacak bir noktadadır. Yapar da. Herostratus’un çıkış noktası şudur: Toplumsal güçler dengesinin ‘arızalı’ olduğunu bilmek ve böyle bir sistemin yarattığı insanın yapısını iyi tanımak. O bütün bunları iyi kullanır.’ İşe eski kayınpederi Efesli tefeci Krisipus ile başlar. Yumuşak karnından, en çok sevdiği yerden vurur eski kayınpederini. Paraya olan tutkusundan. Onu kaldığı zindana çağırtır ve ne yapar eder o müthiş ikna kabiliyeti ile el atından binlerce altın liraya satılacağına inandırdığı papirüsü çoğaltması için Krisipus’a satar. Sadece para kazanmakla kalmaz aynı zamanda onu amacına ulaşmak için bir maşa olarak da kullanır. Sonradan Efes şehrinde elden ele dolaşacak ve bir tane kopyasını bulabilmek için Vali Tsafenes’in binlerce altın lira ödeyerek aldığı imzalı papirüste aynen şunlar yer alacaktı. ‘Canının istediği gibi yap. Ne tanrılardan ne de insanlardan kork. Böylelikle sonsuz zafere ve onura erişirsin. İmza Herostratus’. Açıktan açığa bir isyan çağrısı ile halkı sisteme karşı kışkırtmayı amaçlar. Bizzat tefeci, eski kayınpeder tarafından bastırılan ve piyasaya sürülen kopyalardan biri Kleon’un eline ulaştığında, baş yargıç tehlikenin vardığı boyutları ancak kavrayabilecektir. Krisipus’ den aldığı bir kese altını görünüşte çok saçma, aslında çok akıllı ve sistematik bir plan dahilinde kullanır. Parayı, Efes’in en meşhur meyhanesinde bütün sarhoşların şerefine kadeh kaldırması için yollatır. Hayatı günü birlik yaşayan insanları, en zayıf yerlerinden kör kursaklarından yakalar ‘akıllı’ delimiz. Şerefine kalkan her kadehte, onun ismi daha gür bir sesle anılır. ‘Yaşşaaaaa Herostratus. Şerefine. Sen çok yaşa.’ Bir meyhane dolusu çakırkeyif sarhoşun başlattığı hareket, kısa zamanda ciddi bir yandaşlığa dönüşür. Sadece ayaktakımıyla yetinmez, Efes’in seçkinleriyle de yakından ilgilenir. Mesela, Efes’i yöneten Pers Valisi Tsafernes’in Efes’li güzel karısı Klementina’nın kadınsal zaaflarından yararlanır. Bütün kadınların en büyük hayali, kendileri uğruna feda edilecek kutsal değerler değil mi? Mesela bir tapınak. Neden Herostratus, Artemis Tapınağını, güzeller güzeli Klementina’nın aşkı uğruna yakmış olmasın ki? Nesillerden nesillere aktarılan hikaye zamanla efsaneye dönüşür ve dünyalar güzeli Klementina da Tanrıçalığa terfi eder. E, fena mı olur yani? İçten içe bu ‘tanrıçalık düşleriyle’ ortalarda salınan güzelimiz, bu isteğini ‘kimse benim için bir tapınak yakmadı’ serzenişiyle ortaya koyar. Rüşvet her kapıyı açar. Gardiyan, mahkumdan alacağı birkaç gümüş para için her şeye göz yumar. Hücreye taşınan iyi cins şaraplardan, kimliği gizlenen ‘hatırlı’ ziyaretçilere kadar. Kimler yok ki, Krisipus, Klementina hatta Tsafernes’in bizzat kendisi. (Yıldızlar geçidi gibi ziyaretçi listesiyle Herostratus’un zindanı bize, günümüz babalarını ziyaret eden bazı ‘hatırlı’ konukları ve sonradan skandallar olarak gazete sayfalarına yansıyan ilişkilerini anımsatıyor) Öte yandan, zindancının bir türlü susturamadığı vicdanının sesi, günümüzde bize o çok aşina gelen repliği söyleyiveriyor. ‘Keşke devlet bana daha fazla para verseydi de bu adamın ağız kokusunu çekmeseydim.’ (Bu replik, bir yerlerden ‘benim memurum işini bilir’ sözünü çağrıştırmıyor mu?) Peki, o görkemli Artemis Tapınağını nasıl yaktın sorusunun cevabı ise insanın tüylerini diken diken edecek kadar basit. ‘Bir çanak zift ile. Tapınağa, akşamüstü her kesin gözü önünde ana kapıdan girdim. Rahipler, genelde zenginlerin getirdiği çanaklarla ilgilenir. Benim çatlak çanağımla kimse ilgilenmedi.’ İşte, bu kadar basit. O dönemlerde de yolsuzluklar vardı. Kimi kayıtlardan, Artemis Tapınağı rahip ve rahibelerinin zenginlerin tapınağa sunmak amacıyla getirdikleri bağışlarla çok ciddi bir kazanç kapısı edindiklerini öğreniyoruz. Tapınakta birikmiş olan adak ve ganimetlerin paylaşılması ya da ‘iç edilmesinde’ rahip ve rahibelerin parmağı olduğuna dikkat çekiliyor. Herostratus ‘benim çatlak çanağımla kimse ilgilenmedi’ derken alaycı bir dille bu gerçeği kastediyor. Efes halkı, kutsal tapınağı yaktığı için Herostratus’u linç etmek üzere zindana geldiğinde karşılarında Efes kentinin baş yargıcı Kleon’u bulurlar. Kleon, bu gün de geçerli olan unutulmaz tiradını çağlar ötesinden sanki bugüne, bugünün ‘linç meraklıları’ için söyler. ‘Halk beni baş yargıç seçti. Ben Kleon, baş yargıcınız olduğum sürece bu kentte yasalar ve düzen egemen olacaktır. Yasa şöyle der ‘duruşmasından önce, bir tutukluyu öldüren de bir cinayet işlemiş sayılır.’ Oyunun yönetmeni Bülent Arın linç girişimini ‘hukuka olan güvensizlik’ duygusuyla açıklıyor. ‘Hukuk bağımsız değilse, pozitif hukukun gelenekleri, yerini ‘linç’ ve ‘kişisel öç’ duygularına bırakır. Hukukun olmadığı yerde, devlet ve birey ilişkisi örselenir ve ters işlemeye başlar. Hukuka olan güvensizlik, bireysel yönelişleri ya da ‘kendi adaletini kendin yerine getir anlayışını’ ortaya çıkarır. Bireylerin önüne geçilemez kişisel zaaflarını açığa çıkararak ‘linç’ olgusunu yaratır. ’ Oyunda aklı başında görünen tek karakter Efes’in baş yargıcı Kleon’dur. ‘Herkes kanun önünde eşittir ama bazıları iki defa eşittir’ sözünü çok sık duyduğumuz bu günlerde, bakın bundan 2356 yıl önce Kleon ne demiş? ‘Efes hükümdarının eşi, bir Efes vatandaşıdır ve Efes yasalarına uymak zorundadır ve dokunulmazlığı yoktur’ Bunu Allah’tan Ankara’daki Büyük Millet Meclisindeki dokunulmazlıkları tartışılmaz olan saygıdeğer vekillerimize söylemiyor. Hitap ettiği kişi, dönemin Pers Valisi yani Efes’in meşru hükümdarı Tsafernes’in karısı Klementina. Kleon bununla da kalmıyor, Klementina’nın bütün itirazlarına ve tehditlerine aldırış etmeden onu bir güzel sorguya çekiyor. Üstelik tehditler yağdıran Klementina’nın ağzının payını vermeyi de ihmal etmiyor. ‘Ben kimseden korkmam ve tek hükümdar tanırım. Beni seçen Efes Kenti’. Peki, Tsafernes’in tek sözüyle başını kaybedeceğini bilen Kleon, bu gücü nereden alıyor? Tabii ki sonuna kadar inandığı Efes yasalarından ve bu yasaların temelini teşkil eden ‘hukukun üstünlüğü ilkesinden’. Bütün Efes halkı Herostratus’un öldürülmesini isterken Tsafernes’in huzuruna çıkan Artemis Tapınağı Baş Rahibesi Erita işleri iyice karıştırır. Beklenenin aksine Erita, Herostratus’un mahkemesinin ‘geciktirilmesini’ ister. Gayrı ihtiyarı, Kleon’la birlikte koca salon dolusu seyirci de aynı anda, aynı soruyu sorar. Neden? Erita’nın kendince çok iyi bir açıklaması vardır. Bu deliyi, yine Tanrıça Artemis’in kendisi cezalandırmalıdır. ‘Biz Tanrıça Artemis’in işine karışamayız’ der. İşte burada mantığın sesi Kleon, Rahibe Erita’ya sorar. ‘Peki, kendi tapınağı yakılırken Artemis’in aklı neredeydi? Tanrıça Artemis kendi tapınağını yangından ve Herostartus’tan neden koruyamadı?’ Erita’nın yanıtı, akıl izan sahibi herkesin dimağını durduracak cinstendir. ‘Tanrıça Artemis, 21 Temmuz gecesi, Büyük İskender’in doğumunu yaptırmak üzere Yunanistan’a gitmiştir ve onun yokluğundan yararlanan deli de tapınağı yakmıştır’. (Ne ilgisi var diyenler için Tanrıça Artemis’in aynı zamanda Ebelik Tanrıçası olduğunu da hatırlatalım) İşte bu noktada, din (tanrısal hukuk) ve hukuk devleti anlayışı çakışır. Bu çakışmayı önleyecek kişi ise dirayetini bir türlü gösteremeyen, yetkilerini kullanmaktan aciz Tsafernes’tir. Erita’nın bu tavrı, Herostratus için beklenmedik bir hediyedir. Erita ona, en çok ihtiyacı olan şeyi, ‘zamanı’ verir. Çünkü ‘zaman’ onun için çok önemlidir. Mahkeme ne kadar gecikirse, yanına o kadar çok insan çekebileceğini, sinsi biçimde yürüttüğü planını işletebileceğini bilir. Parayla satın aldığı yandaşları artar. El altında Efes’te dağıtılan papirüslerle, zihinleri bulandırır. Akılları çeler. Yasaklanan bu papirüsler, altın fiyatına yok satar. Mahkeme ertelendikçe Herostratus’un nüfuzu, parası ve yandaşları o denli artar. Akıllı ‘delimiz’, yavaş işleyen adaletin terazisini kendi lehine çevirmeyi ‘neredeyse’ başarır. Hukukun geciktirilmesi, geç uygulanması, toplumda hukuka duyulan ‘güveni’ sarsacaktır. Hukuk ve otorite boşluğunun toplumda yaratacağı karmaşadan bilin bakalım en çok kim faydalanacak? Bildiniz. Bu kavramların kendi çarpık zihniyetine göre yeniden sorgulanmasını isteyen Herostratus! Oyunun yönetmeni Bülent Arın, toplumun böyle zamanlarda, üzerinde durduğu ‘bıçak ucu’ olarak tanımlanabilecek bu hassas dengeyi çok güzel anlatıyor. ‘Millattan Önce 356’da, ‘tanrısal hukuk’ ve ‘pozitif hukuk’ ayrımında ‘din’ belirleyicidir. Bu ayrımın net olarak belirlenmesi için otoritenin ‘hukuk, tanrıların işi değildir’ demesi lazım. Tsafernes, sömürge valisi olarak, yabancısı olduğu bir yerde bu gücü gösteremiyor. Korkuyor ve hukukun işleyişine dinsel unsurların müdahale etmesine engel olamıyor. Böylece ‘din’ ile ‘hukuk’ arasında bir çözümsüzlük ortaya çıkıyor.’ Otoritenin yetki boşluğunun ve yetersizliğinin yaratacağı kargaşayı en iyi Tsafernes’in tutumunda görüyoruz. Olayları akışına bırakmayı tercih eden ve dahası ‘sorun belki de kendiliğinden çözülür’ mantığıyla hareket eden Tsafernes, adaletin gecikmesine neden olur. Hukukun üstünlüğünün çiğnenmesine ‘göz yummanın’ ve adaletin gecikmesinin ya da kasıtlı olarak ‘geciktirilmesinin’ ne tür sonuçlar doğurabileceği ‘Bir Efes Masalında’ tüm çıplaklığıyla anlatılır. Anlatılan tarihsel gerçeklerin günümüze kadar ulaşmasını sağlayan tarihçilere kocaman bir teşekkür borçluyuz derken, oyunun yönetmeni Bülent Arın bir kez daha temkinli davranmamızı tavsiye ediyor. Ve oyundaki biri yaşlı diğeri genç iki tarihçiyi işaret ediyor. Bütün bir oyun boyunca aralıksız yazan ve metrelerce papirüs tüketen iki kafadarın zaman zaman aralarında nasıl çekiştiklerine şahit oluyoruz. Peki, bu adamlardan hangisinin yazdığı ‘tarih’ günümüze ulaştı acaba? Biz yine bir bilene Bülent Arın’a soralım. ‘Tarih anlayışına gelecek olursak, oyuna eklediğimiz (orijinal metinde bu iki tarihçi olmadığı için bizzat Haluk Işık ve Bülen Arın tarafından yaratıldılar) ve neredeyse Gorin’in tümcelerini kullanarak konuşturduğumuz ‘Saray Tarihçileri’, tarihe iki farklı bakışın temsilcisi. İki tarihçiyi, antik dönemin ‘prolog-epilog’ tekniği ile kullandık. Böylece hem antik oyun estetiğini, hem de tarih bilinci konusunda ironik bir yaklaşımı yakalamaya çalıştık. Dramaturg Haluk Işık’a göre, her tarihçi, tarihsel gerçekliği kendi yaklaşımıyla yeniden üretir. Böylelikle ‘söz’ünü söylemek için tarihten yararlanmış olur. Genel geçer tarih anlayışına egemen olan bakış, salt sonuçları dikkate alır. Oysa sonuçları doğuran nedenler vardır. Bu nedenlerin ‘kurcalanması’, özellikle ‘resmi tarih anlayışının’ pek hoşuna gitmez.. Bülent Arın ve Haluk Işık hiç de yalnız sayılmazlar. Bizzat Vali Tsafernes de tarihçilerden bayağı şikayetçi. Geçenlerde başına gelenleri Kleon’a şöyle anlatıyor. ‘Bu sabah kalktığımda, sırtım kaşındı. Sırtımı kaşımak için şu sütunlardan birine yaslandım. Bir de ne göreyim, (eliyle harıl harıl yazmakta olan tarihçileri işaret ederek) papirüslerini çıkarmış yazmıyorlar mı? Klementina da, beni her sabah erkenden uyandırıyor. Güya tarihi bir misyon üstlenmişiz. Bana ‘Kalk, Tsafernes tarih beklemez’ diyor. Ne yani tarih bir yere mi gidiyor?’ Peki, tarih nasıl yazılmalı? Oyun boyunca papirüsleri heba eden yaşlı tarihçimiz, diğer meslektaşına göre, hem kıdem hem de yaşça büyük olmanın avantajlarını kullanıyor. ‘ İki satırda tarih yazılmaz oğlum. Şöyle biraz süslemelisin, renklendirmelisin, içine biraz heyecan katmalısın.Unutmamalısın ki tarih, ne kadar kalın yazılırsa o kadar etkili olur ve bir o kadar da saygınlık kazanır.’ Tabii genç tarihçinin de söyleyeceği birkaç kelime var bunun için. ‘ Tarih korkuyla, olup biteni saklayarak değil, gerçeğe saygıyla yazılır. Ve tarih, gerçeği bilmek isteyenlere, bu gerçeği saklayıp kendilerince akıllarında tutanlar arasında bir savaş alanıdır. Asıl önemlisi, sana rağmen ve bana rağmen yaşayacak olan gerçektir. İşte, bunu bilmek bana yeter’ diyerek son noktayı koyar. Sonuçta, bundan 2356 yıl önce, Efes Antik Şehrinde yaşanmış, sıradan bir kundaklama olayı. Tarihsel bir öykü yani. Herostratus, Tsafernes, Kleon, Klementina, Erita ve şu iki tarihçiye bakınca onları sanki bir yerlerden tanıyacakmışız gibi duruyorlar. Yani, o kadar aşina, o kadar tanıdık geliyorlar ki insana. Ama ne de olsa alt tarafı bir tarihi öykü. Allah’tan anlatılanların, günümüzle, yaşadığımız toplumla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Öyle değil mi? Efendim?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |