..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
İnsanın en iyi tarafı ürperebilmesidir. -Andre Gide
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Modernizm > Oğuz Düzgün




26 Aralık 2007
Yer Sofrası Savunması  
Oğuz Düzgün
Bütün ev ahalisi yer sofrasının etrafında öbeklenir, büzüşür, bağdaş kurar, tebessümler, sohbetler tatlının gelmesini beklemeden yemeğimizi tatlandırır.


:BEFC:
Tüm dayatmalara rağmen yılmadım, mücadele ettim ve bu akşam da yemeğimi yer sofrasında yedim.

Evet, üzerindeki verniğin etkisiyle parıl parıl parıldayan, belki de evimizin en kullanışlı bir bölümünde bir sokak çocuğunun sokakta kapladığı yerin dört beş misli kadar yer kaplayan o meşe kaplamalı üzeri birbirinden gösterişli dantellerle örtülü masanın tüm çekiciliğine yenilmeden bu akşam da yemeğimi yer sofrasında yedim.

Biliyorum, yer sofrasında yemek yiyerek modernlikten (!), çağdaşlıktan(!) uzaklaşmış oldum! Ancak yer sofrasında yemeğimi yerken diz üstü bilgisayarımda bilimsel bazı konularla ilgili çalışma yapmak, oldukça keyifli oluyor, bunu da itiraf edeyim.

Bütün ev ahalisi yer sofrasının etrafında öbeklenir, büzüşür, bağdaş kurar, tebessümler, sohbetler tatlının gelmesini beklemeden yemeğimizi tatlandırır. Günün yorgunluğunu, sıkıntılarını yere, rengarenk sofra bezine, halıya bırakırız ve bunların elektrikli süpürge ile süpürülüp bahçemizde beslediğimiz tavukların önüne serpileceğini biliyor olmanın verdiği mutlulukla çayımızı yudumlarız. Tam da bu demlerde kaloriferin dibindeki minderlerimize daha bir yerleşiriz.

Ben yer sofrası etrafında şekillenen böyle manzaraları izlemenin; bu tasvirler içerisinde bir kahraman figür olarak yaşamanın müthiş rahatlatıcı bir etkisinin olduğunu ancak ve ancak yemek masalarının soğukluğunda kendimi yitmeye başladığım, ruh yorgunluklarımın bu soğuk masa yüzeylerinin de tesiriyle soğuklaşan çehrelere çarpa çarpa daha da arttığı o günlerde anladım.

Siz de görmüyor musunuz her akşam o acınası görüntüleri? Çok sevdiğimiz çocuklarımız yumuşakmış görüntüsü verilmiş sert mi sert sandalyelerin tepesinde kıvrandıkça kıvranıyor, eşlerimiz yemek masasının ciddiyetine uygun bir ciddiyetle tencerelerin, tabakların peşinde takır, tukur seslerinin ritmine ayak uydururcasına gelip gidiyorlar.

Erkeklerimiz ise dizilerden öğrendikleri kadarıyla eşlerine yardım eden yardımsever erkekler rollerine bürünmüşler –tabii ki içlerinde çok samimi olanları da mutlaka vardır- bakışlarımız, fırsat bulduğu an televizyondaki film ya da haber görüntüleriyle kaçamak yapıyor.

Yemeğini bitiren tüm ev halkı masadan, bu soğuk, ciddi, ruhsuz vernikli ya da medefe tahta yığınının sağından solundan, köşesinden kaçma telaşı içinde. Kimisi ödevlerini bahane ediyor, kimisi de dizi filminin sevdalısı, bir kısmı da gazetesini okuma bahanesini öne sürüyor kaçış için. Koltukların rahatlığına doğru bir koşuşturmaca başlıyor.

Çoğumuz, hatta en modernimiz(!) bile yumuşak koltuklarımızda otururken ya bağdaş kuruyoruz ya da dizlerimizin üstünde oturuyoruz. Peki bu genlerimizden ve memlerimizden (kültür genlerinden) getirdiğimiz rahat oturma stillerini yemek soframızda neden yaşatmıyoruz da işkence içinde işkence dolu bir yemek merasimi gerçekleştiriyoruz?

Köylerdeki yemek ortamlarına misafir olduğumuzda yer sofrası kültürünün oralarda hala capcanlı olduğunu görüyoruz. Köylerden şehirlere yeni gelmiş aileler ise komşularının da tesiriyle modernleşene(!)kadar bir müddet yer sofrasında yemek yemeye devam edecekler.

Bazen televizyonda izlediğimiz belgeseller, filmler; modern, ileri milletlerin de yer sofrasını benimseme, onunla yaşama ilkelliğine düştüklerini gösterir ve bu duruma içerleriz. Japon filmleri buna en güzel örnektir. Bizler neredeyse elli küsur yıldır modernliğin simgesi saydığımız yemek masalarını benimsemişizdir ancak ne Japonlar kadar modernleşebilmişiz ne de teknolojinin “t”sini üretebilmişizdir. Bu duruma şaşırılmaz da neye şaşırılır değil mi?

Ne modernleşme ne de teknolojik gelişmeler, o parlak ve gösterişli yemek masalarına gökten yağmazlar. Gündüz hayatın her alanında aktif olan Japon hanımların evlerine geldiklerinde bütün batı kıyafetlerinden kurtulup kimonolarının ruhlarını ve bedenlerini rahatlatan huzuruna yelken açmaları gayet modern olur da neden bizim bayanlarımızın evlerinde rengarenk kadife ya da basma şalvarlarla, başlarındaki çiçek işlemeli anne kokusu sinen tülbentlerle dolaşmaları ilkel bulunur bazılarımızca.

Aslında evlerimiz hepimiz için birer rehabilitasyon merkezi olmalıdır. Tüm sıkıntılarımızdan sıyrıldığımız, içimizde bir yerlerde sakladığımız özümüze döndüğümüz kutsal mekanlar olmalıdır yuvalarımız. Tostlarla ve hızlı menülerle geçiştirdiğimiz günümüzün kazasını, akşam pişirilen ayşekadın fasulyenin leziz tadıyla ya da bir sini su böreğinin etrafında yükselen “oh ne güzel olmuş!” “ellerine sağlık sultanım!” vb. iltifat içeren sözlerle eda eyleyebilmeliyiz. Yeri geldiğinde tüm günlük stresimizi yatak odasındaki dolapta duran yemyeşil seccadeye dökebilmeliyiz secdelerimizle.

Bizler “yerli” bir kültüre sahibiz. Otağlarımızda, Camilerimizde, Cemevlerimizde, Tekkelerde yerlerde otururuz, diz çökeriz, secde ederiz. Mevlitlerimiz, tevhitlerimiz, sohbetlerimiz, kına gecelerimiz, hep yerlerde; halıların, minderlerin üstüne oturularak icra edilir. Bizi yerden, yerliliğimizden koparan ne teknolojidir ne de modernliktir. Bizi bizden koparan kültürümüzden, geleneklerimizden sorumsuzca kaçışımızdır Bizi yerimizden eden köylülüğümüze, aslımıza, şarklılığımıza acımasızca ihanet edişimizdir.

Yer sofralarından, rahlelerimizden, yer minderlerimizden kurtulunca medeni olacağız sandık ama yanıldık. Japonlar, binlerce yıldır süregelen yer kültürlerini abartarak devam ettirdiler. Son model robotlarının da bağdaş kurduğu yer sofralarında tüm aile fertleriyle birlikte huzuru yudumluyorlar. Biz tahta kaşıklarımızı sobalarımızda çoktan yaktık ama onlar yegane yemek yeme aletleri olan çubuklarını hala bırakmadılar. Çin’den aldıkları yazıları, evlerinde giydikleri geleneksel kıyafetler, yemek yeme stilleri hiç değişmeden binlerce yıl öncesinden bugüne kadar gelmiş durumda. Ancak bu süregelen gelenekleri, kültürleri onların bilimi avuçlarının içlerine almalarına engel olamamış. Kimonolarıyla, yazılarıyla, yemek kültürleriyle zaferlerden zaferlere, başarılardan başarılara koşmuşlar.

Batılılar bize kendi kültürlerini filmleriyle aşıladılar biz farkına varmadan. Bu aşılamaların olumsuz etkilerini önlemek için birkaç kişiden başka panzehir veren olmadı bize. Batılı, kültürüyle, gelenekleriyle, diniyle uyumlu bir yaşantı sergiliyordu. Kilisesine ayakkabılarıyla giriyor, sert sıralarda oturuyor, yemek masalarımıza benzeyen kilise masalarında dualar ediyor, piyanosu eşliğinde ilahilerini okuyor, şarapla ekmeği ibadet hazzıyla yiyordu. Elbette o evinde de böyle yaşayacaktı. Okulu da böyle olacaktı yemek yiyişi de. Kilisesine girdiği gibi evine de ayakkabılarıyla girecekti. Mabedinde sandalyelerle, masalarla içli dışlı olduğu için bu kültürü evine de, okuluna da taşıyacaktı. Yemeğini yemek masasında yiyecekti mesela. Müziği de piyanonun çıkarttığı seslerle uyumlu bir şekilde gelişecekti elbette. Hz.İsa’nın kanı olarak kabul ettiği şarap dolayısıyla da alkol evinin özel bir köşesinde duracaktı.

Bizler ise batılıların filmlerinde gördüklerimizi, kitaplarından okuduklarımızı birebir taklit yoluna gittik nedense? Belki de batılılar gibi yaşarsak, yemek yersek, oturursak, kalkarsak, batılının dinlediği müziği dinlersek modernleşebiliriz, teknolojide, ekonomide ileri bir seviyeye gelebiliriz diye düşündük. Ya da başka olumlu örnekleri göremediğimizden dolayı “taklit etme” ihtiyacımızı batılıların yaşantılarına öykünerek giderdik. Gözümüzü açtığımızda annelerimizden, babalarımızdan daha kültürlü, daha çekici bir dadıyla karşılaşmıştık çünkü. Televizyon bizi, ailelerimizi, geleceğimizi, dilimizi, inancımızı, kültürümüzü programlamaya başlamıştı artık.

Yer sofrasını bıraktık yemek masalarına terfi ettik. Onları televizyon dadılarımızdan öğrenmiştik. O cam gözlü dadılarımızsa zaten her şeyin en iyisini bilirdi. Evlerimizde ayakkabılarımızla dolaşmaya başladık. Sevmelerimiz, öpmelerimiz bile batılılaştı. Yer minderleri ise sadece fakirlerin, yoksulların ve hayatımızdan dışladığımız bilumum insanların özel alanlarına ait kabul edildi. Birbirinden desenli, sanatlı rahlelerde kitap okumak, yazı yazmak şöyle dursun Kutsal Kitabımız bile okunmaz oldu. Babalar oğullarıyla karşılıklı bira şişeleri tokuşturmaya başladılar. Üstelik biz şarabı Hz.İsa’nın kanı olarak da kabul etmiyorduk. Birbirinden leziz, şifalı hoşaflar, şerbetler, ayranlar hatırlanmaz oldu. Halbuki hangi içecek tutabilirdi bu leziz ve sağlıklı şerbetlerin yerini?

Yer sofrasından uzaklaştığımızda Mevlanalardan, Yunus Emrelerden de uzaklaştık. Tıb biliminin temellerini atan İbn-i Sina yemeğini yer sofrasında yemekten utanmıyordu. Bütün dünyanın huzurunda saygıyla eğildiği Sevgi İnsanı Mevlana yemeğini yer sofrasında yiyenlerdendi. Farabi, İbn-i Rüşd, Hacı Bektaş-ı Veli, Gazali, Muhyiddin-i Arabi yer sofrasını tercih edenler arasındaydı. Bir suresinin adı Maide (Sofra) olan Kur’an-ı Kerim bile yer sofrasına dikkat çekmiştir.

Bütün bu açıklamalar ve örnekler gösteriyor ki yer sofrası bizim kültürümüzün, benliğimizin olmazsa olmazıdır. O asla utanılacak, tiksinilecek, aşağılanacak basit bir unsur değildir. Hayatımızdan tamamen çıkarttığımız yer sofralarıyla eşlerimizi, çocuklarımızı, torunlarımızı yeniden buluşturmanın zamanı gelmedi mi? Yeniden o sofranın etrafında el ele, yürek yüreğe kenetlenmenin “Halil İbrahim sofrasındaki” berekette buluşmanın vakti gelmedi mi? Yer soframızı yeniden hayatımıza soktuğumuzda ilericiliğimizin ya da modernliğimizin hiçbir yara almadığını açıkça göreceğiz. Ancak o sofrayla beraber hayatımıza girecek olan kültürümüz, geleneklerimiz bizi yeniden diriltecek, bir yerlerde yittiğimiz o manevi güç, o ruhsal doygunluk bizi yeniden tüm aile fertlerimizle birlikte çepeçevre kuşatacaktır.

Her zaman olmasa da fırsat buldukça, odanızın bir köşesinde kuracağınız yer sofrası göreceksiniz ki hayatınızın tam da göbeğine yerleşiverecek. Tabii ki bu yer sofrasının kuruluş aşamasında fıtri bir yardımlaşma temayülü oluşacak ki bu durum da aile fertlerini birbirine yaklaştıracak. Çocuğunuzun biri örtüyü getirirken diğeri torbadaki ya da sepetteki ekmekleri getirecek. Eşiniz tabakları kaşıkları götürürken siz de sofrayı taşıyacaksınız. Kışın ortasında pikniğe gidemedim diye üzülenlerin de üzülmesine gerek kalmayacak. Çünkü yer sofrası her kurulduğunda evin içinde yeni bir piknik havası esecektir. Her sabah her akşam, kaloriferli ya da sobalı evinizde eşinizle, annenizle, babanızla ve de çocuklarınızla pikniğe çıkmış kadar olacaksınız.

Yer minderlerine şöyle bir yaslanacak mis gibi demlenmiş çayınızı yudumlarken çocuklarınızın daha güzel olduğunu, erkekseniz eşinizin daha hanım hanım ya da bayansanız kocanızın daha bir baba gibi durduğunu fark edeceksiniz.

Yalnız olmadığınızı, yer sofrası kültürünün güzelliklerinden beslenmiş ve bu kültürü bize kadar ulaştırmış tüm atalarınızın sofranızda tebessümler eşliğinde misafir olduklarını hissedeceksiniz.

Daha da önemlisi uzun bir zamandır unuttuğunuz kendinizi, derinliklerinizde saklı özünüzü yakalayacaksınız. Belki sevdiklerinizi de sofranıza misafir edersiniz kim bilir?

Ne duruyorsunuz? Daha yer sofranızı kurmadınız mı yoksa?








Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Fâtih İstanbul'u Kaç Yaşında Fethetti?
Mevlid Kardeşliği
Kâfiyelerin Birliği
Kemençe Kimin?
Baklava'nın Kökeni
Kurân'ın Kökeni Sümerde mi?
Şiir Düşünceleri
Amerika Osmanlı Tarafından Keşfedilseydi?
Medeniyet Bestemizin Notaları
Evliya Menkıbelerinden Türk Fantastik Edebiyatına

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sen Var Ya Sen! [Şiir]
Çakkıdı Çakkıdı [Şiir]
Bâlibilen Dilinde Şiir [Şiir]
Üç Boyutlu Şiir [Şiir]
Miraciye [Şiir]
Sağanak Sen Yağıyor [Şiir]
Bülbüller Şehri İstanbul [Şiir]
Türkçe Hamile Beyanlara [Şiir]
Burası Sessiz Biraz [Şiir]
New Orleans'lı Siyahi Kirpiklerin [Şiir]


Oğuz Düzgün kimdir?

Yazar edebiyatın her alanında çalışmalar yapıyor.

Etkilendiği Yazarlar:
Bütün yazarlardan az çok etkilendi. Zaten insanoğlunun özelliği değil midir iletişimde bulunduğu varlıklardan etkilenmek?


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2025 | © Oğuz Düzgün, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.