..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşama karşı sımsıcak bir sevgi besliyorum... -Dostoyevski
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > İnceleme > Tarihe Yön Verenler > Seval Deniz Karahaliloğlu




1 Şubat 2011
"Marat ve Sade" Diye Buyurdu Zerdüşt : "Ne Oldu Devrime?"  
Devrim, “acımasız bir öç almaya”, “hüküm verme yetkisinin yok olmasına” ve “kendini inkara” dönüştü

Seval Deniz Karahaliloğlu


Gerçekleri ne zaman göreceksiniz? Sanıyorlar ki, devrim onlara istedikleri her şeyi verecek. Sıcak bir çorba, dolgun bir maaş, yatakta daha genç biri. Bir bakıyorlar, çorba yanmış, aynı yoksulluk, yataktaki de aynı. Pis kokulu ve kullanılmış. Git bunları torunlarına anlat Marat! Eğer torunların olursa


:BIIG:
“Marat ve Sade” Diye Buyurdu Zerdüşt : “Ne Oldu Devrime?”

Seval Deniz Karahaliloğlu

“200.000 kelle istiyorum!” Yüzünde kanlı bir şehvet. Bağırarak tekrarlar.
“2000.000 kelle istiyorum!”

Jean – Paul Marat. Fransız devriminin önce mimarlarından, sonra da kan içici canavarlarından biri. Şimdi, 13 Temmuz 1793’te manavdan bir kilo domates istermiş gibi giyotine göndermek için iki yüz bin insanın kellesini istiyor.

Marat ne oldu devrime?
Marat yoksuluz biz hala.
Marat bizleri bekletme.
Haklarımızı istiyoruz Marat!
Nasıl alacağın umurumuzda değil Marat!
Marat biz değişim istiyoruz!
Marat sen bize söz verdin!!!

Koronun sersi giderek yükselir, yükselir, yükselir. Son cümlede infilak eden bir yanardağ etkisiyle patlar. Her harf, her kelime salonun dört bir yanına dağılarak, ruhların özüne savrulur. Tüm zamanlarda, tüm halklara verilen sözler. Havaya karışan, verildiği an unutulan sözler…Hesap soran bir halk!

“Sen bize söz verdin! Devrime ne oldu Marat?”

“Jean – Paul Marat’ya Yapılan Zulüm ve Suikastın Marquis de Sade Yönetiminde Charenton Akıl Hastanesi Hastaları Tarafından Sahnelenişi” isimli oyun, Bornova Şehir Tiyatrosu tarafından, İzmir Sabancı Kültür Merkezi’nde sergileniyor. Peter Weiss’in yazdığı oyunu, Anıt Aksan sahneye koyuyor.

Vicdanın sesi haykırır. “Yoksullara dağıtılacak topraklar üzerine kimler oturdu?” (“Tüyü bitmemiş yetim hakkı yemeyiz!” diyenlerin kulakları çınlasın?!) Devrimi sözde onlar için yapmıştın Marat. ( Mara diye okunur) Bu sefil, insanlıktan çıkmış, hayatın dibini bulmuş zavallıcıklar için. Şimdi toplanmış “Halkın Dostu Marat” dan hesap soruyor, hep bir ağızdan haykırıyorlar. Koro oyunda hem halkı temsil eder, hem de akıl hastanesindeki delileri. “Kendi çocuklarını yiyen bir devrime” tanıklık etmek, bizzat deliliğin kendisinden başka nedir ki? Bu nedenle “koro” çift anlamlı olarak, işlevini en iyi biçimde yerine getirir.

Koro haykırmaya devam eder.

Bizi buraya kim kapattı?
Hepimiz köpekler gibi ölmekte özgürüz işte!
Hepimiz özgürlüğümüzü istiyoruz!
Özgürlük!
Halkın umudu Colbet
Zavallı Marat küvetin içinde zehir saçıyorsun.
İnsanları zehirliyorsun Marat!
Onları yağma ve cinayete kışkırtıyorsun.
Kafanın içini görebiliyorum ve hayır diyorum
Bütün insanlar için seni öldüreceğiz!!!

Şişkin egosuyla beslenen hastalıklı aklı, içinden çıktığı devrimi “toplumun lanetine” dönüştürür. Geleceğe dair umutlar içermesi gereken devrim, bir kan banyosu haline gelir. Marat (Gökhan Müftüoğlu) bu kan dolu küvetin içinden buyurur. “Daha nice dökülecek kanlara karşı bir küvet dolusu kan nedir ki?”

Yürüyen tekerlekler üzerinde sahnede dolaşan bir küvet. 13 Temmuz 1793 tarihinde Marat’ın yanındayız. Bu tarihin öncesine dönerek devrime, katledilen insanlara, Marat’ın nasıl delirdiğine ve öldürüldüğü ana kadar gelişen olaylara tanıklık ederiz. Charlotte Corday (Ayşegül Aydın) Marat’yı öldürmek amacıyla yanına gittiği sırada, 50 yaşında olan Marat’ın son dakikalarını izleriz.

Charlotte Corday, oyunun sonunda devrimin kahramanı olacak. Çünkü Marat’yı öldürmek gibi çok kutsal (!) bir görev üstleniyor. Kan banyosuna son vermek için şiddete ihtiyaç vardır. Kanı kanla çözecek olan Charlotte Coraday’ın çarpık duruşuna, soğuktan donuyormuşçasına (yoksa içine düştüğü dehşetten mi?) titreyen sesine bayılıyoruz. Uyku hastalığı ve melankoliden muzdarip Charlotte Corday’ın bir deli olarak üstüne düşen görevi yerine getirmek için gösterdiği çabaya ve bir oyuncu olarak Ayşegül Aydın’ın Chalotte Corday’ı canlandırışına hayran olmamak elde değil. Yine de umudumuz Charlotte Corday’ın oyun sırasında uyumamasıdır.

Dupperet (Kağan Uluca) baskın bir cinsellik öğesini kocaman harflerle sunuyor. Oyunun sekso manyak psikopatı. Bunun üzerine bir de kendini beğenmişlik ekleyin. Vücuduna yapışan dar yeşil kıyafeti, yeşil palyaço şapkası, kırbaç gibi kullandığı zinciri. Aslında o zincir, onu mahkum eden, hürriyetini kısıtlayan, bağlayan lanetli bir uzantı gibidir. Şeytani bir seksilikle sergilediği maço tavırlarıyla, Carlotte Corday’a resmen asılır. Hatta daha ileri giderek cinsel tacizde bulunur. O toplumun bastırılmış, derine itilmiş ama fırsatını bulduğunda uğursuz başını kaldırdığı, hastalıklı yönüdür. Devrim gibi şiddete açık kitle hareketlerinde, kadınların kötülüğe kurban gittikleri çok iyi bilinir. (Devrim hareketiyle sarsılan Mısır’da son iki günde 60 tecavüz vakası rapor edildi)

Rahip Jack Roux (Azat Serhat Koca) diken diken saçlarıyla fark edilmeyecek gibi değil. Oyunun muhalif sesi. Söylediği sözler, sansüre yani ön sıradaki “hatırlı, şenlikli izleyicilerin” eleğine takılır, oyunun bir kısmı “sakıncalı olduğu gerekçesiyle” kesilir. Oyunun anlatıcısı açıklar, “bazı replikler kesilmiştir”. Oyunun akışı sırasında, aniden ayağa fırlayarak müdahale eden “yüksek perdeden izleyici” nedeniyle durumu anlarız. Burada da mı sansür? Hani “devrim” vardı?

Oyunun akışı sırasında karakterleri bize tanıtan ve olaylar hakkında ayrıntılı bilgiler veren bir anlatıcı var. (Ayşegül Sünnetçioğlu) Shakespeare’in metinlerindeki, ağzı iyi laf yapan çok renkli cinlere benziyor. Yüzüne “sürekli gülümseyen bir ifade yapıştıran” joker makyajı, uzay yolu dizisinden kaçmış uzaylı hissini veren kabarık saçları ve çok renkli mavi, kırmızı kostümü ile insanı çarpıyor. Çok bilmiş bir edayla olayları anlatırken, ironik bir şaka anlayışıyla karakterleri tanıtır. İroni hastalığını sürekli yanında durduğu Marki de Sade’dan mı (Hakan Taner Yıldırım) kaptı acaba?

Sahnenin sağ tarafından, küvet doğrultusunda cılız bir uyarı işitilir. Hizmetçisi ve yardımcısı Simonne, “Marat, yaralarınla oynama, yoksa hiç iyileşmeyecek” diye sızlanır. Yararsız bir uyarı. Tıpkı devrimin kanayan ama bir türlü iyileşemeyen yaraları gibi. Sürekli burnunu karıştıran zavallı Simonne (Jülide Kara). Silik, zavallı şey seni.

Bir de altı seçkin delimiz var. (Mustafa Gülezen, Aslı Ceren Bozatlı, Sevilay Çiftçi, Yasin Erol, Pınar Efe ve Can Sertaç Adalıer). Ayrıca, sahnenin önünde devrimin ruhunu yansıtan şarkılarıyla göz dolduran dört şarkıcımız. (Murat Niyazi Emre, Onur Uysal, Melis Caba ve Arzu Söğüt). Kabare dansçıları gibi dans ediyorlar sahnede. Çılgın bir karnavalın, çok renkli palyaçoları onlar. Rengarenk kıyafetleri. Kırmızı, mavi, kavuniçi, kahverengi ve pembe çizmeleri. Cart renklere bulanmış abartılı kostümleri, çılgın danslarıyla içinde bulundukları tımarhanenin komikleri. Dile gelip haykırdıklarında yer gök inliyor. Şarkılar eşliğinde toplumun vicdanı, “söylenemeyen sözlerin” sözcüleri oluyorlar. Aslında kan denizinde yüzen Paris, Charenton’dan daha tehlikeli bir tımarhane değil mi? Üstelik Paris’teki deliler serbest!
Charenton Akıl Hastanesinin banyo salonunda oynanan bir oyun. Aslında oyun içinde bir oyun bu. Fransız devriminin sonuçlarının değerlendiren eser, Marki de Sade tarafından sahneye konuyor. Charenton Akıl Hastanesi Müdürü Coulmier (Fatih Ay) ve ailesi şerefine oynanıyor. Burada oyuncular iki kere oyuncu. Onlar Charenton’da iyileşme pırıltısı gösteren “iyi halden oyuncu olmuş” deliler. Coulmier tavırlarıyla akıl hastanesinin müdüründen ziyade akıl hastanesini denetlemeye gelen yüksek rütbeli bir asker gibi davranıyor. Yanında da “gardiyanları” var. Şenlikli bir izleyici kitlesini oluşturuyorlar. Özellikle, baştan aşağı beyazlara bürünmüş ellerinde sopalarla, havaya tehdit dalgaları yayan gardiyanlar. (Mahmut Doğan, Enis Sarkış, Ersel Şibil, Ali Ceylan, Fatih Ergay ve Semih Akpınar) Sahnedeki oyuna müdahale anlarında, ellerinde sopalarla büyük bir gayretkeşlikle çığlıklar atarak saldırıyorlar. Öyle ki, ellerimiz kafamızın altında, cenin pozisyonunda kendimizi yere atıp “teslim oluyoruz” demek geliyor içimizden. (Biz bu sopalı müdahalelere, üniversiteli öğrencilerden dolayı pek bir aşinayız) Cambaza bakan garibanlar gibi hem bu “şenlikli ve hatırlı izleyicileri”, hem de sahnedeki “oyuncu delileri” izliyoruz. Yani, yükümüz ağır.
Sözde su tedavisi gören paranoyak Marat (Gökay Müftüoğlu) dört yıldır huzur yüzü görmedi. Hainler her yerde. Mesela sokakta, pazar yerinde, karşıki evin içinde, belki de sokağın köşesinde. Ama en çok Marat’nın aklında. O hastalıklı beyninin içinde cirit atıyorlar. Hainler her yerde. Hepsi bir bir avlanmadıkça “cesur” Marat’ya huzur yok. Cesur Marat, ininde, yani küvetinde, en güvenli olduğu yerde. Elinde kaz tüyü kalemi, küvetin üzerine koydurduğu tahta sıranın üzerinde kargacık burgacık yazıp duruyor. Bitip tükenmeyen yazılar bunlar. Üretildiği beyin kadar karmaşık ve anlamsız. Bir takım zırvalar. Zaman zaman kendi kendine konuşur, içini döker.

“Başta, birkaç tane idam olur. “Yeter” zannediyorduk. Sonra, binler, yüz binlerce kan dökmek gerekti. Onlar, hainler! Dışarıdalar, evlerde, bodrum katlarında…”

Gelelim oyunun diğer karizmatik kahramanına. Akıl hastanesini karıştırmaya meraklı şahsiyet. Delilerden oluşan oyunu sahneye koyan, oyunun yönetmeni Marki de Sade’a. (Hakan Taner Yıldırım) Sahnenin sağında oturan, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle oyunu seyreden ve zaman zaman oyuna dahil olarak düşüncelerini açıklayan ve karşıt bir söylem geliştiren bir Sade var karşımızda. Önünde yuvarlak bir masa. Elinden düşürmediği ve kocaman ısırıklarla gövdeye indirdiği elması olmasa, Paris’te caddeye bakan bir kafede oturan, sıradan bir beyefendi zannedebiliriz onu. Marki de keyifler gıcır yani.

Fikir beyan ettiği zamanlarda keyfi zirve yapıyor. “Yasanın temeli ölümdür. Ölüm sürecin sadece bir parçası. Bütün insanları yok etse bile doğa bunu kayıtsızca seyredecektir.” (Bayılıyorum bu Marki de Sade’a. Devrimi ne kadar güzel çözdü öyle?)

Karanlık ta bir ses duyulur. “Kavgamız başlayalı ve Bastil düşeli tam 4 yıl oldu.”
Ardından müzikal bir nakarat gelir. Tıpkı çiğnemeye alıştığımız ve bir türlü ağzımızdan atamadığımız bir sakız gibi akıllara takılıyor….

“…Bir zamanlar, giderdik aynı yolda
Derdik ki değişmeli dünya
Değişim senin için tek bir şey (ceset dağları),
Benim içinse başka…”

Bir varmış bir yokmuş tadında bir hikaye ile başlar her şey. Anlatıcı, “sevimli cinimiz” devrimin nasıl başladığını anlatır bütün sevimliliği ile. “Kanatları altında yaşadığımız hükümdarlar iyi babalardı ve çocuklar öğrendikleri masallara inanıyorlardı ve tekrarlıyorlardı. Bizim devletimiz, “tatlılık ve sabırdır” diyorlardı. (Nerede bu “tatlı ve sabırlı devlet”? Herhalde masal ülkesinde)…Rahipler, “kıvranın, acı çekin, Tanrı böyle istiyor” diyorlardı. Halk buna inanıyordu.” Yüzünde bilmiş bir gülüş belirir. Bir kibrit çakar ve üfleyerek “Amin!?” der.

Sahnenin solunda birileri deli gibi eğleniyor. Keyif adamı Marki de Sade. Ön sıradaki, “sansürcü Coulmiere” rağmen, “muhalif” olmanın keyfini çıkartarak, birkaç veciz cümle yumurtlar ortaya. “Herkes benim milliyetçiliğim, seninkinden üstün derdinde. Hepsi, Fransa’nın iyiliğini istiyor. (Söyledikleri ne kadar tanıdık geliyor değil mi?) Ben, yalnız kendime inanırım!”.

Koro devreye girer.
“Yaşasın, yaşasın millet
Yaşasın, yaşasın, Napolyon
Hepsi tam bir illet
Yaşasın sade suya çorba
İstersen yok bir daha…”

Marki de Sade ekler “Ya biz? Ya biz? Kısır döngüye girmiş bütün devrimleri ret ediyorum. Burjuvazi yeni bir sınıf olarak zafer kazanıyor.”
Koro söze girer. “Ya biz? Bizi unuttular. Rahipler, keselerini dolduruyorlar.”
Marki de Sade’dan kesin bir tespit daha. “Devrim bizi, “kendini inkara” götürüyor.”

Mezbahaya dönen Paris’te gördüklerinden dehşete düşen Charlotte Corday. Marat’ı öldürmek ve bu katliama bir son vermek için geldiği şehirde gördüklerine bir türlü inanamaz. İnsan kanının kokusu Paris’in üstünü ağır bir sis tabakası gibi kaplar. Her yerde küçük oyuncak giyotinler satılır. Çocuklar gündüz izledikleri infazları taklit ederler. Giyotin, başsız cesetler, giyotine gidecek yeni masumlar, taze bedenler hastalıklı bir eğlencenin merkezini oluşturur. Bir sanat olayını izlermiş gibi infazları izleyen Parisliler. Tıpkı tiyatro oyununa gidermiş gibi giyotinin çevresinde ön saflarda yer kapmaya çalışanlar. Başın bedenden ayrılmasını en iyi nereden görebilirim derdindekiler. Corday olayı özetler. “Bu ne biçim bir şehir? Şehrin üzerinde karanlık bir duman. Ölüleri yakıyorlar” der. Sonra bu korkunç yere neden geldiğini anımsar. “Diktatörlüğe Marat seçilecekmiş!” ( Hani, devrim halk için yapılıyordu? Diktatörlük? )

Karanlıkta bir ses dile gelir. “Orada, küvette ana rahminde gibi hüzünlü gül pembe bir renkte yüzüyorsun.” Marat’yı ve içinde bulunduğu küveti, tepeden bir aydınlatma ile görürüz. Neredeyse bir özeleştiri yaparcasına, Marat geçmişi anımsar. “Devrim yapmak istiyoruz ama nasıl yapacağımız hakkında bir fikrimiz yok. Herkes eski düzenden bir şeyler almak istiyor yanına. Tıpkı hediyelik eşya gibi. Kimi metresini, kimi mülkünü, kimi ticarethanesini, kimi evini,..”

“Masum” olduğu kadar “sanık” halk kitleleri araya girer. (Yani devrimde kimse sütten çıkmış ak kaşık değil.) Ses dalga dalga yükselir, öfkeyle köpürür.

“Bizim başımızı sokacak bir delik yoksa,
Onlar bu kadar parayı nereden buluyor?
Marat biz hala yoksuluz.
Haklarımızı istiyoruz Marat!
Nasıl alacağın umurumuzda değil Marat!
Marat sen bize söz verdin!
Biz değişim istiyoruz Marat!”

Burada “Haklarımızı istiyoruz Marat! Nasıl alacağın umurumuzda değil Marat!” sözüne dikkat! Yani, “nasıl olursa olsun, umurumuzda değil” tavrı. Bu “hak ararken, haksızlığa onay vermek” değil mi? Yolsuzluğa, teröre, adaletsizliğe, saldırılara, soygunlara, başıboş bir şiddete ve giderek diktatörlüğe davetiye çıkarmak.

Gerçekten, hiçbir şey değişmeyecekse bu devrim neden yapıldı? Onca insan neden öldü?

Dev boyutlarda iki kukla sahnede belirir. Canavar motifini başarıyla yansıtan şişman bir örümcek ve ince boğum boğum bir kırkayak. Hangisi daha korkunç? Giyotinin açgözlü bıçağını besleyen Marat ve türevleri mi? Yoksa kuklası bile ürküten hayali canavarlar mı? Ya, umutları katliama dönüştüren zihniyet? Marat’nın kafasındaki halüsinasyonlar, karabasanlar, dev örümcekler, dev kırkayaklar onu çıldırtır.

Marat ender olarak küvetten çıkar ve halka izleyicilere doğru seslenir. “Ortada yoksulluk göremiyorsanız, cilalandığı içindir. Artık sınıf farkı kalmadı derlerse inanmayın! Sanayiciler, önünüze yığdıkları paraları koruyabilmek için sizi gözlerini kırpmadan savaşa göndereceklerdir!”

“Özgürlük, kardeşlik, eşitlik” sloganı ile yola çıkan devrimin önderlerinden Marat’nın geçmişi de çok temiz değildir. Üne ve paraya kavuşmak için oradan buradan çaldığı fikirleri, zırvalıkları kendi düşünceleriymiş gibi satar. Bir zamanlar saraya girebilmek için yağ çektiği ve yüz bulamadığı asilleri bugün hiç düşünmeden cellada teslim eder.

Marki de Sade, tezlerinin doğruluğunu ve deneyimlerini anlatırken Charlotte Corday’ın kafasını su dolu bir fıçının içine sokar. Onu nefessiz bırakana kadar kafasını fıçının içinde tutar. Nefessiz kalan bedeni debelenip çırpınırken etrafa sular sıçrar. Neden? Corday’ın bulanmış zihnini berraklaştırmak için mi? Gerçek dünyanın ne kadar vahşi, ne kadar zalim ve tehlikeli olduğunu göstermek için mi? O bunu zaten biliyor. Paris denen mezbahayı bizzat gördü. Yoksa, sadece işkence etmenin zevkine varmak için mi? Sadist duygularını tatmin etmek için bir kurban ele geçirmişken faydalanmasından daha doğal ne olabilir? Kötülüğün çirkin yüzü.

Charlotte ıslak saçlarını bir kırbaç gibi kullanarak, Sade’ın çıplak sırtını kırbaçlar. Her kırbaç darbesinde çığlık atan Sade, düşüncelerini, devrim üzerine tezlerini paylaşır. Kırbaçlanmak, zevk ve devrim. Kötü bir üçgenin sakat ayakları. Kırbaçlanmak ve devrim. Şiddet üzerinden kendini var eden kötü bir ironi. Marki de Sade, isminin yaydığı şöhretin hakkını verir. Kendi içinde olgunlaştırdığı devrim fikri ile gerçekte sokakta yaşananlar arasındaki farklılıkları berraklaştırması, olayların daha net değerlendirilmesi bakımından önemlidir.

Marki de Sade sokaklardaki ölüleri ve bitmeyen yoksulluğu düşünerek sorar. “Devrim bizi nereye götürür? Devrim, kişilikleri, “özgürlük” adı altında eritir. Devrim, kişilikleri yok eder. Devrim bizi, “kendini inkara” götürüyor. Devrim, Cumhuriyete bir iyilik, kötülere ölüm borçludur.” (İyi de kim kötü? Daha önemlisi, kime göre kötü?)

Marat’ya dönerek sorar .“Herkesin yönetime eşit olarak katılabileceğine inanabiliyor musun Marat? Halk dediğimiz güruh nedir ki? Özgürlük? Eşitlik? Kendi boy aynasında yok olan yansımasından başka? Bizim için tek bir hal çaresi var. Her şeyi baştan aşağı yıkıp yeniden yapmak. Devrim, “acımasız bir öç almaya”, “hüküm verme yetkisinin yok olmasına” ve “kendini inkara” dönüştü. Bu “devrim” bizi nereye götürüyor?”

Halka ve seyircilere dönerek devam eder. “Gerçekleri ne zaman göreceksiniz? Sanıyorlar ki, devrim onlara istedikleri her şeyi verecek. Sıcak bir çorba, dolgun bir maaş, yatakta daha genç biri. Bir bakıyorlar, çorba yanmış, aynı yoksulluk, yataktaki de aynı. Pis kokulu ve kullanılmış. Git bunları torunlarına anlat Marat! Eğer torunların olursa. ”

Küvetin içindeki Marat sürekli yazı yazar. Beyaz bir sargı bezi başını tümüyle bir türban gibi sarar. Sağ kolu omuzdan itibaren üzeri kablolar ve çeşitli vidalarla donatılmış metalik bir kılıf ile kaplıdır. Terminatör’ün metalik aksamından ödünç alınmış sağ kolu ve omzuyla, kurgu bilim kahramanları gibi görünür. Metalik bir yabancılaşma ve halüsinasyonlarla boğuşan Marat, yolun sonuna gelmiş yarı mekanik bir organizma gibidir. Konuşmadığı, bağırıp çağırmadığı zamanlarda sürekli yazı yazar. Kanlar akan iltihaplı yaralarını kaşır. Yaralarından kanlar akar. Yüzü duvar gibi bembeyazdır. Elimizde paranoyak bir deli figürü var. Bu psikopat tavırlarını da açıklıyor.

Kendi içinde derin açmazlara düşen Marat, her idamla birlikte daha çok dibe batar. Sadece birkaç kişi diye başladığı temizlik hareketi, binleri, yüz binleri bulmuştur. İdamların altında imzası ve sorumluluğu olan Marat’nın ulaşacağı tek yer paranoyadır. Öyle bir noktaya gelir ki, sokakta yürüyen her insanı devrim düşmanı olarak görür. Paranoyak tavrı nedeniyle, akıl sağlığını tamamıyla yitirir. Artık, “durdurulması” gerekmektedir.

Oyunun akışı sırasında, sürekli dönen bir çember içinde yürüyen anlatıcı, tanık olduğu olayları aktarırken, toplumun ve devrimin nasıl bir “kısır döngüye” girdiğini de vurgular.
Gamze Şatana’nın tasarladığı dekor çok işlevli olarak görev yapıyor ve çok başarılı. Mesela, kahverengi tonlarda küvetin dış yüzeyine yapılan işlemeler ve boyalı yüzeyin eskitilen dokusu küvete antika havası veriyor. Tekerlekli küvet, oyuncuların üzerinde gezindikleri, sallandıkları, akrobasi yaptıkları, süslü metalik aksam oyununun atmosferini çok güzel yansıtıyor ve kolayca değişen, dönüşen yapısıyla, akıllıca tasarlanmış.

Arka planda, beyaz bir ekranın üzerine yansıyan siyah beyaz karikatür formunda çizimler görürüz. Marat’nın yüzü, devrimden portreler, Marat’nın zihninde beliren halüsinasyonlar. Birbiri ardına, iç içe geçerek, değişerek, dönüşerek, ekranda siyah beyaz bir animasyon olarak akar. Animasyon kurgusu Murat Niyazi Emre’ye ait. Oyunun fotoğrafları ise Aplgiray Kelem tarafından çekilmiş.

Oyunun boyunca arka planda, dekorun içinde yer alan canlı bir orkestra var. Hem de iyi bir orkestra. (Gitarda Barbaros Göksan, bas gitarda Sinan Göksan, piyanoda Utku Gücoğlu, kemanda Gökay Koçanoğlu ve davulda Ozan Gökmen ). Orkestra kendi bestelediği müziklerle, devrimin ruhunu yansıtan parçaları seslendiriyor. Koro dile geldiğinde, koroya eşlik ederek, oyuna müzikal bir kimlik kazandırıyorlar. Siyah beyaz animasyonun hemen ardından dekor aralanır ortaya canlı bir Rock Orkestrası çıkar. Muhteşem bir final konseri verirler. Koroyla birlikte son parçaları bir konser havasında seslendirilir.

“Marat ve Sade”, Bornova Şehir Tiyatrosunun sahneye koyduğu, çok nitelikli, çok katmanlı zengin içeriği ile insanı sersemleten, gösterişli müzikal bir oyun. Oyunun yönetmeni Ant Aksan ve bütün tiyatro ekibi ellerinden gelenin en iyisini yapmak için büyük çaba sarf etmişler. Oyuncu kadrosu, orkestrası, teknik ekibi ile çok yoğunluklu bir çalışmaya hep birlikte imza atmışlar. Oyunun atmosferini Rio Karnavalına çeviren çok renkli ve çarpıcı kostümler ve kukla tasarımı Polat Canpolat’a ait. Kuklalar bir harika. Gri dev bir örümcek ve devasa boyutlarda boğum boğum bir kırkayak. Tek kelime ile muhteşemler. Kostümler tek başına düşünüldüğünde gerçekten çok güzel ama oyun Fransız Devrimini anlatıyor. Dikkati dağıtan ve seyredenleri oyunun ana fikrinden uzaklaştıran kostümler, ana fikrin önüne geçiyor. Bunun yerine, oyunun ana temasını ön plana çıkaran kostümler daha uygun olmaz mıydı? Oyunun ışık ve ses tasarımı ise Nizamettin Şendur’a ait.

“Marat ve Sade” anlattıklarıyla çok önemli bir oyun. İşaret ettiği sorularla, tüm zamanlar için önemli ama şu son günlerde dünyayı sarsan devrim dalgası ile “can alıcı bir öneme” sahip. Bu nedenle, Bornova Şehir Tiyatrosu sıradan bir tiyatro değil. Tarihi ve toplumsal vicdani sorumluluğu yerine getirerek, sade suya tirit yapımlara inat, “sokağın sesini” sahneye taşıyorlar. Bu nedenle, oyunun sahnelenmesini sağlayan herkesi ve oyunu sahneye taşıyan başta yönetmen Ant Aksan olmak üzere emeği geçen bütün tiyatro ekibini tek tek kutlamak gerekiyor.

Son bir aydır “devrim dalgası”, İslam coğrafyasını kasıp kavururken devrim üzerine yazılmış en güzel oyunlardan biri olan “Marat ve Sade”’dan bahsetmemek olmazdı. İlk önce, Tunus, sonra Arnavutluk, şimdi Mısır, Yemen derken Ürdün diye giden bir çeşit “Domino Taşı” dalgası ile karşı karşıyayız. Bu domino taşları ne zaman duracak? Hedefte kaç ülke daha var?

Bütün mesele, bu taşları “kim ya da kimler” harekete geçirdi?

Zeka küpü ve Amerikan kaynaklı sözde “düşünce merkezi” kuruluşlarının hatırı sayılır sözcülerinden biri olan Samuel Huntington’un ortaya attığı “Medeniyetler Çatışması” ile tohumları atılan, etnik ayrımcılık, ırkçılık ve şiddetle beslenen “Yeni Bir Dünya Düzeni” yaratma sevdasına, 2005’de resmen telaffuz edilen “Yeni Orta Doğu Projesi” ile devam edildi. Şimdi birileri düğmeye bastı!

Yani, önceden hazırlanan plan olgunlaştı şimdi meyveleri toplama zamanı diye düşünüyorlar. “Yeni Orta Doğu Haritası” oluştuğunda, ipleri daha rahat çekebilecekleri, “küçük devletçikler” hayalinde olanlar, son olayları iyi değerlendirmeliler. Çünkü devrim iki ağzı keskin bıçak gibi.

Devrimi “kimlerin”, “hangi amaçla” yaptığı önemli. Gerçekten halk kitleleri mi? Yoksa Soros kaynaklı sözde “Sosyal Toplum Kuruluşları” mı? Ve sokaklar devrimden ne bekliyor?
Kuzey Afrika coğrafyasında yaşayanlar, devrim sonunda hayatlarının nasıl değişeceğini umut ediyorlar?

“Marat ve Sade” oyununu bu nedenle çok önemsiyorum. Marat ve Sade başta umut ettikleri ve hayalini kurdukları devrimi, oyunun akışı sırasında geri dönüşlerle tekrar anımsarlar ve üzerinde düşünürler. Ya şimdi ellerinde ne var? Kan gölüne dönmüş sokaklar ve cesetlerden başka? Peki, devrim sonunda sokaklar istedikleri “eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğü” elde edebildiler mi?

Devrimden “kim kazançlı” çıktı? Sade’ı anımsayın. Ne demişti? “Devrim, acımasız bir “öç almaya”, “hüküm verme yetkisinin yok olmasına” ve “kendini inkara” dönüştü. Bu devrim bizi “nereye” götürüyor?”

Devrim heyecanı ile sokakları dolduran milyonlarca insan, bu soruları ve yanıtlarını dikkate almak zorundalar. Yoksa, devrim öncesi hayatlarında, ellerinde var olanı da yitirecekler.
Devrimin muhataplarına sormazlar mı?

Biz bu “devrimi” neden yaptık? diye.

Bu, “devrim” bizi nereye götürüyor?”

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Devrim niye yapılır?
Gönderen: Hulki Can Duru / , Türkiye
2 Şubat 2011
Devrim niye yapılır Sn Karahaliloğlu? Şenlik olsun diye mi? Yoksa can sıkıntısından mı? Devrim sonucunda Fransa’da despotik krallık yıkıldı ve cumhuriyet kuruldu. Sovyet ve Türk Devrimleri despotik yönetimleri yıktılar ve cumhuriyet ve demokrasinin yolunu açtılar. Kötü mü oldu? Devrim sürecinde yapılan yanlışlıkları ön plana çıkararak devrimleri kötülemek mantıklı bir yaklaşım mı? Çarlık Rusya’sında halk pek mi mutluydu? Osmanlı yönetiminde millet refah içinde miydi? Sanayimiz ne durumdaydı? Tunus, Mısır, ve en son Ürdün’deki gelişmeleri “devrim” diye nitelemek için henüz çok erken. Üstelik bu ayaklanmalar ABD’nin arka bahçesindeki temizlik operasyonu gibi görünüyor. Fakat şurası kesin: Despotik İslam devletlerinin devrilişi Büyük Türkiye daha doğrusu Osmanlılaşma, Neo-Osmanlıcılık, Osmanlılaştırma hayallerinin de sonu olacaktır. Bu durumda yeni kılıflar, yeni senaryolar, yeni düzenekler devreye sokulacaktır. Türk halkı dünyadaki tek ahlaki değerin din olduğunu sanmakta ve tüm gücüyle dini istismar eden bir yönetime destek vermektedir. Oysa çağdaş ahlak veya evrensel ahlak dinsel ahlaktan çok daha üstündür. İslam ülkeleri demokrasiye yönelirken, bizim eşbaşkanlık veya başkanlık sistemine geçerek demokrasiyi rafa kaldırma ve bir korku imparatorluğu yaratma girişimlerimiz ne kadar acıklı bir rastlantıdır…




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın tarihe yön verenler kümesinde bulunan diğer yazıları...
İnsanlığın Ar Damarı Çatladığında, Antigone"lere Daha Çok İhtiyaç Duyulur...

Yazarın İnceleme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
'Kafkas Tebeşir Dairesi'nin Sebeb-i Hikmeti... ''
Bir Varmış Hiç Yokmuş
"Beni Ben mi Delirttim?" : Ferhan Şensoy
Ermişler Ya da Günahkarlar, İyilik Ya da Kötülüğün Dayanılmaz Lezzeti…
Sineklidağ"ın Efsanesi : Keşanlı Ali"nin İbretlik Öyküsü
Uluslarararası İzmir Festivali 20. Yaşını Kutluyor.
Anton Çehov'dan Arthur Miller'a, Modern Zamanlarda Düşlerin
Ahmet Adnan Saygun"un Mirasını Taşıyan Onurlu Bir Sanatçı : Rengim Gökmen
Sahibinden Az Kullanılmış "İkinci El" Stratejiler
Tek Kişilik Oyunların Efsane İsmi : Müşfik Kenter

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İbneler ve Çocuk Cesetleri [Şiir]
Komşu Çocuğu [Şiir]
Bir Bardak Soğuk Suyun Hatırına… [Şiir]
İhtiyaçtan [Şiir]
Deli mi Ne? [Şiir]
Sakız Reçeli Seven Yare Mektuplar [Şiir]
Bir Nefes Alıp Verme Uzunluğunda… [Şiir]
Lord'umun Suskunluğunun Sebeb-i Hikmeti... [Şiir]
Pimpirikli Hanımın, Pimpiriklenmesinin Nedeni… [Şiir]
Yere Göğe Sığamıyorum… [Şiir]


Seval Deniz Karahaliloğlu kimdir?

Bazı insanlar için yazmak, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Yani benimki ihtiyaçtan. Bir vakit, hayatımla, ne yapmak istiyorum diye sordum kendime? Cevap : Yazmak. İşte bu kadar basit.

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilenmek ne derecede doğru bilemem ama beyinsel olarak beslendiğim isimler, Roland Barthes, Jorge Luis Borges, Braudel, Anais Nin, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Umberto Eco, Atilla İlhan, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Murathan Mungan,..


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.