Bir önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur. -Einstein |
|
||||||||||
|
Düşüncelerimi uygulamaya geçirmek amacıyla, nehir kenarında bir masaya oturdum. Aslında “nehir” dediğime bakmayın, sonradan öğrendiğime göre bu barajdan gelen suyun tahliye edildiği 3-4 metre genişliğinde 1-1,5 metre derinliğinde bir su kanalı. Suyun karşı tarafında yüksek bir tepe, bunun altında da bazıları ev büyüklüğünde kocaman kayalar vardı. Belli ki çeşitli doğa olayları nedeniyle tepeden kopup oraya gelmişlerdi. Tepenin en üstünde kopma ihtimali bulunan daha çokça kaya görülüyordu. Suyun öteki tarafında yaşları 7 ile 9 arasında olduğunu tahmin ettiğim iki tane çocuk, altı tane ineği otlatıyorlardı. İnekler kendi hallerine bırakılmış gibiydiler, çünkü suya doğru yaklaştıklarında ben bile heyecan duyarken çocuklar, en ufak bir tepki vermiyorlardı. Biraz izleyince anladım ki, aslında inekler de belli bir mesafeden daha fazla suya yaklaşmıyorlardı. Çocukların kayıtsızlığının nedeni bu olmalıydı. Suyun içinden otların üzerine sıçrayan iki tane küçük kurbağa, bana doğru yaklaştılar. Sonra durdular. Şunlara dostça bir el sallayayım, diye düşünüp elimi havaya kaldırdığımda hemencecik suya atladılar. İneklerden ikisi ayaklarını kırıp yere çöktüler. Ağızlarını oynatmaya ve yalanmaya başladılar. Onları izlerken kulağıma bir vızıltı sesi geldi. Evet bu bir arı… Başımın etrafında dolaşıyordu. Endişelendim; çünkü bende alerjik astım vardı ve bu yüzden arı sokması tehlikeli olabilirdi. Hatta ölüme bile yol açıyormuş. Arıyı kaçırmak ya da korkutmak için el-kol hareketi yapmamaya gayret ettim. Ani bir harekete kızabilirdi. Bir ara vızıltı kesildi, gittiğini zannedip sevindim. Gitmemişti. Çünkü, işte gene etrafımda dönmeye başlamıştı. Zihnim arı ile meşgulken garsonun geldiğini fark etmemiştim. Masanın üzerine desenli bir tabaka kağıdı sermeye başladığında onu gördüm. Demek ki bu kağıt masa örtüsü yerine kullanılıyordu. Garson sordu: -Ne alırsınız? -Balıklardan ne var? -Alabalık ve baraj levreği. -Baraj levreği dediğiniz nedir? -Buradaki barajdan tutuluyor, yağda kızartıyoruz. -Tamam, ondan getir. Deneyelim. Salata filan da ayarla. -İçecek ne alırsınız? -Bir duble rakı. Gerçi bugün biraz araba ile gezmeyi de düşünüyorum ama. -Valla beyefendi işinize karışmak gibi olmasın; ama buradaki müşterilerden duydum. Alkol kontrol aletine üflediğinizde bir duble rakı bile sınırı aştı gösteriyormuş. -O zaman en iyisi bir bira içeyim. Garson yanımdan ayrılınca telefonum çalmaya başladı. Açtım. Sibel’di. -Nasılsınız? -Teşekkür ederim. Siz? -Ben de iyi sayılırım. Son mektubumdan sonra sizi fazla bekletmek istemedim. Yarın öğleden sonra saat üçte Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde buluşalım. Orayı bulabilecek misiniz? -Bulurum. -Altıyol’dan Bahariye’ye giden caddenin sol tarafındaki Ali Süavi sokağında. Oraya Sanatkârlar Sokağı da deniyormuş. -Anladım. -Görüşmek üzere, hoşça kalın. Deyip telefonu kapattı. Gelen numara görünüyor mu diye bakayım dedim, telefonu açtım. Telefondan “pil zayıf” uyarısı geldi ve kapandı. Acaba şarj cihazını almış mıydım? Aldığımı hatırlamıyordum. Unutma ihtimalim daha yüksekti. Çantamı defalarca karıştırdım, arabanın içine ve bagajına baktım. Yoktu. “Aksilik işte. Günlerce beklersin Sibel aramaz, bir tatil kaçamağı yapayım dersin arar. Telefonun şarjı biter, üstüne üstlük bir de cihazı almayı unutursun. “ diye kendi kendime söylenmeye başladım. Garson beni söylenirken gördü. Laflarımı anlamasa da kendisinden bir şey istediğimi zannetti. Elindeki tabakları masaya koyarken sordu: -Bir şey mi istemiştiniz? -Yok, hayır yok. Ha sahi şunu sorayım: Aksaray buraya ne kadar uzakta? -On kilometreden biraz fazla. Aksaray’ın uzaklığını sormamın nedeni oraya gidip bir şarj cihazı almak istememdi. Garson: -Birayı da hemen getiriyorum, deyip yanımdan ayrıldı. Gelen balıklara baktım: İstavritden biraz büyük ve beyaz etliydi. Pişirmeden önce kılçığını da çıkarmışlardı. Tattım:Çok lezzetliydi. Bu arada arıyı unutmuştum. Görünmüyordu ve sesi de gelmiyordu. Gitmiş. Sevindim. ** Aksaray’a geldiğimde önüme çıkan ilk telefon işi yapan dükkana girdim. İşimi burada halletmeye kararlıydım. Dükkan dükkan dolaşacak değildim. Telefonu gösterip şarj cihazı istediğimi söyledim. Satıcı bir delikanlıydı. -Abi, o telefonun şarj cihazını biraz zor bulursun. Çünkü çok eski. Deyince, aklıma yeni bir telefon almak geldi. Burada sadece iki çeşit cep telefonu vardı. Dükkanda az çeşit olması, “hangisini alsam!” diye tereddüt etmemi de önledi. Bir tanesini seçtim ve satıcıdan sim kartını takmasını rica ettim. ** Ve böylece benim tatil başlayıp bitmişti. Dönüş plânımı hazırladım: Ihlara’yı gezdikten sonra akşam yemeğimi otelin lokantasında yiyecektim. Erkenden yatıp, biraz uyuyacak, gece 01 civarında da yola çıkacaktım. Bu hesaba göre öğlenden önce İstanbul’da olabilirdim. ** İstanbul’a geldiğimde Sibel’le olan randevuma daha birkaç saat vardı. Evde biraz dinlendim. Arabayı almayacaktım. “Trafik problemini ben yaşayacağıma, mesleği şoförlük olan birisi yaşasın.” Dedim ve bir taksiye atladım. 400-500 metre gitmiştik ki trafik kilitlendi. Taksici: -Beyefendi, burası kördüğüm oldu. Zor çözülür. Yan yollardan gitmemi ister misiniz? Biraz fazla yazar da… Dedi. -Kaptan sizsiniz. Bana sormayın, problemi çözmek için ne gerekiyorsa onu yapın. Yan yoldan mı gidersiniz, havadan mı uçarsınız, orasına ben karışmam. Yeter ki beni bir an önce Kadıköy Altıyol’a ulaştırın! Dedim. Bu sözlerim üzerine şoför önümüze çıkan ilk sapaktan saptı. Ara yollardan gidecekti. Buralarda trafik azdı, ama yolların darlığı ve sağlı-sollu park etmiş araçlar nedeniyle hızlı gidemiyordu. Şoförle muhabbet edersem yolun sıkıcılığını fark etmeyebilirim, diye düşündüğümden birkaç laf attım. Ama şoför hiç oralı bile olmadı. Uygunsuz park eden araçlara söylendim, pahalılıktan söz ettim, iktidara çattım. “Evet, öyle!” gibi kısa cevaplar veriyor, bir türlü sohbet etmeye yanaşmıyordu. Belki de içinden “Amma da geveze adam!” diye geçiriyordu. -Sizin bu meslek de doğrusu oldukça stresli. Bu trafik çilesini bir gün değil, bir ay değil; yıllarca yaşamak zorundasınız. Allah yardımcınız olsun. Deyince sanki şoförün dili çözüldü. -Biz alıştık strese beyefendi. Stres filan bizi etkilemiyor. Yeter ki müşteri olsun, ekmek paramızı kazanalım, strese biz razıyız, dedi ve Kadıköy Altıyol’a gelinceye kadar da hiç susmadı. Sokağı bulmam zor olmadı. Çok sevimli bir yer gibi geldi bana. Araç trafiğine kapalı olması hoşuma gitti. Sol tarafta standlar kurulmuş.O nedenle yol daralmış. Takı malzemelerini; cam, tahta, gümüş ve bakırdan yapılmış eşyaları, resim tablolarını, meyve şekli verilmiş güzel kokulu sabunları seyrederek yürüdüm. Fal ve nargile kafeleri gözüme çarpan diğer görüntülerdi. Ellerinde dershanenin verdiği kitap ve testler bulunan öğrenciler bir anda sokaktaki kalabalığı artırdılar. İnsanlara temas etmeden yürümek imkansız hale gelmişti. Ancak, randevu yerine de gelmiştim. Kültür Merkezi’nin bahçe kapısından girdiğimde sol tarafta, içinde satıcıdan başka kimsenin bulunmadığı bir kitapçı dikkatimi çekti. Neden kitapçının boş olması dikkatimi çekti; çünkü bahçe ağzına kadar müşteri ile doluydu. Bu doluluğa rağmen kitapçıya uğrayan yoktu. İlk başta boş masa bulamayacağımı sandım, biraz dikkatli bakınca ileride köşede boş bir tane fark ettim. Başkaları kapmasın diye adımlarımı hızlandırdım. Sibel geldiğinde üzerinde ince bir elbise vardı. Saçlarını arkaya doğru toplamıştı. Oldukça güzel görünüyordu. -Sibel hanım, galiba zaman sizin için geriye doğru çalışıyor. Dedim. Yüzü hafif kızardı ve bir kahkaha attı. -Ah biz kadınlar! İltifatlardan hemencecik etkileniriz. Dedi. Klasik birkaç soru ve cümleden sonra konuya girdik. -Yeniden doğuşunuzu anlatacaktınız. -Birinci… -Pardon, düzeltiyorum: Birinci yeniden doğuşunuzu anlatacaktınız. Ben dinlemeye hazırım, siz de… -Evet, ben de anlatmaya hazırım. Bir sabah ezan sesi ile uyandım. Bu saatte hiç uyanmazdım. Ezanı dinlerken büyük bir haz duydum. Hiç bitmesin istedim, fakat tabi ki bitti. Kalktım, içeride biraz yürüdüm. Odanın içindeki eşyalar, insanlar bir başka görünüyordu gözlerime. Hepsi çok netti. Pencere kenarına gidip dışarıya baktım. Oradaki görüntü de aynıydı. Hani sinema izledikten sonra dışarıya çıktığınızda, iki boyutlu algılamadan üç boyutlu bir dünyaya geçersiniz ya, işte onun gibi bir şey. Benim birinci yeniden doğuşum böyle başladı. -Bu olağanüstü bir olay. Şok tedavisi uygulanan bazı hastalarda bu tür olaylara rastlandığını okumuştum. Size de şok tedavisi uygulamış olmasınlar? -Uygulandı mı, uygulanmadı mı bilemiyorum. Yatağıma dönüp geçmiş yıllarımı düşündüm. Çocukluğumdan başladım. Aklıma gelenler hep güzel anılardı. Kahvaltı saatine kadar bu güzel düşüncelerle oyalandım. Arada bir şarkılar da mırıldandım. Kahvaltı ettikten sonra, koridora çıktığımda karşımda hemşire hanım bitiverdi. Ona: -Günaydın. Dedim. Yüzü allak bullak oldu. Şaşırmıştı. Kekeleyerek cevapladı : -Günaydın, ama Sibel sen, sen konuşuyorsun. -Evet. -Ben yıllardır senin ağzından tek kelime duymadım. Oysa sen konuşmayı biliyormuşsun. Neden susuyordun? İnat mı yaptın bu kadar süre? -Hayır, inat filan değil. Canım konuşmak istemiyordu. Tek neden bu. -Nereye böyle? -Bahçeye çıkmak istiyorum. -Ben de seninle beraber geleceğim. Deyip, koluma girdi. Arada bir yüzüme bakmasından duyduklarından hâlâ emin olamadığını anlıyordum. Bahçeye çıkınca ilk işim yemyeşil çimenleri okşamak oldu. Çimenleri daha yakından görmek için kendimi yere attım. Bu hareketim hemşireyi heyecanlandırmıştı. -Dur, ne yapıyorsun? Diye haykırdı. Kendime bir şey yapacağımdan korkmuştu. Çimenler üzerinde yuvarlandığımı görünce gülmeye başladı. Çimenleri kokladım, renklerine iyice baktım. Benim bildiğim yeşil renk buydu ve ben şimdi bunu görebiliyordum. Dakikalarca yuvarlandım. Bir ara hemşireye: -Bu hareketi başka bir yerde yapsam, beni hemen yakalayıp buraya getirirlerdi. Ama burada yapınca götürebilecekleri başka bir yer yok. Dedim. -İstediğini yapabilirsin. İyisin değil mi Sibel? İyisin? -Evet, hem de çok. Neden inanamıyorsunuz ki? -İnandım, inandım. Bunu doktora mutlaka anlatmalıyım. Çünkü sende meydana gelebilecek iyi ya da kötü her değişikliği anında kendisine bildirmemi tembihlemişti. Birkaç gün önce, “Sibel’i ya tamamen kazanacağız ya da kaybedeceğiz.” Demişti. Gidip haber vereyim. Sen burada bekle. Hemşire gidince yerden kalktım. Dört-beş adım ötedeki çiçeklerin yanına gittim. Rengarenkti. İlk defa görüyormuş gibi uzun uzadıya çiçekleri inceledim, bazılarını kokladım. Ağaçlara yöneldim. Birkaç ağacın gövdesini ve ulaşabildiğim dallarını okşadım. Gözüme kestirdiğim bir ağaca tırmandım. Kalın bir dalının üzerine oturdum. Doktor geldiğinde beni ağacın üzerinde yakaladı. ** (Sevgili okur! Bu bölüm çok uzadığından devamı yarın mutlaka yayımlanacaktır. Yani bu sefer sizi fazla bekletmeyeceğim...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |