Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
Nilay Hanımefendi merhaba. Mektubunuz geleli on sekiz gün geçti. Bu süre zarfında size yazmadım. Çünkü hep “Son gönderdiğim mektubumdaki bazı düşünceler gerçekte beni yansıtmıyor. Onlar bir bunalım anında ortaya çıkmış olan birtakım hezeyanlardır.” demenizi bekledim. Mektubun sonunu “-BİTTİ-” diye kapatmanıza rağmen, bugün yarın diye bekleyişimi sürdürdüm. Sizinle olan mektup arkadaşlığımızı, tabii ki taraflardan biri dilediği anda bitirebilir. Bunun için herhangi bir açıklama yapmaya da gerek yoktur. Bunu rağmen ben, “yanlış adrese mektup”la başlayan bu yazışmayı; büyük bir ihtimalle “sahibi tarafından okunmayan mektuplar”la sürdüreceğim. Dilerim yanılıyorumdur. Size yardımcı olamadığım için bir eziklik hissediyorum. Huzursuzum. Sizin için, arkadaşım için bir şeyler yapamamış olmak canımı acıtıyor. Belki acılarınızı sonlandıramazdım, belki gözyaşlarınızı dindiremezdim; ama hiç olmazsa dikkatinizi başka bir noktaya çekebilir, o sağlıksız ortamdan biraz uzaklaşmanızı sağlayabilirdim. Bunu deneme şansım olmadı; çünkü siz bana fırsat vermediniz. Toplumumuzda genellikle, kendini savunma imkanı olmadığı için, ölünün arkasından konuşmak hoş karşılanmaz. Ben buna rağmen konuşacağım. Evet, Metin Bey hakkındaki görüşlerimi açıklayacağım: En başta şunu ifade edeyim ki, onun bu acıklı sonunda sizin hiçbir suçunuz yok. Onu, hırsızlık yapması için siz teşvik etmediniz, hapishaneye düştüğü zaman orada birtakım yasa dışı işler yapan insanlarla işbirliğine girmesini siz söylemediniz. Bu tamamıyla onun kendi tercihiydi. Nitekim hapisten çıktıktan sonra da uyuşturucu kaçakçılığı yapması, polisle çatışmaya girmesi onun tercihinin bu yönde olduğunu gösteriyor. Maalesef kişiliğiyle ilgili bu hoş olmayan eğilimler, onun sonunun kötü bitmesine neden oldu. Metin Bey'in kaybına tabii ki üzüleceksiniz. Hiç tanımamış olduğum halde, ben de üzüldüm. Keşke bunların hiçbiri yaşanmasaydı! Birkaç kere mezarlığa gittim, belki size rastlarım umuduyla. Metin Bey'in kabrini de buldum. Mezarın üzeri ilk gittiğimde taze çiçek doluydu, son gittiğimde ise çiçeklerin hepsi solmuştu. Metin Bey'in ruhunun huzur bulması için dua ettim. Saatlerce mezarlıkta, o sessiz canların arasında kaldım. Oradan ayrılırken üzerimdeki yükleri atmış gibi hissettim kendimi; rahatlamıştım. Hayat ve ölüm iki ayrı yolculuktur. Biri kısadır ve biter; diğeri ise sonsuza kadar devam eder. Metin Bey, sonsuza kadar devam edecek olan yolculuğa çıktı. Sizin ise şimdilik böyle bir yolculuk yapmayı haklı gösterecek bir gerekçeniz yok. Can kaçıyor, ölüm onu kovalıyor. Can yorulduğunda yakalanacak yani ölüme teslim olacak. Ömür denilen şey, işte bu kısacık kovalamacadan ibaret. Her doğan canlı, doğumla birlikte ölüme karşı büyük bir zafer kazandığını zanneder. Bu bir aldatmacadır. Daha doğrusu ölümün, canlılara oynadığı bir oyundan başka bir şey değildir. Hayat bize acı vermez; biziz hayatı acıtan. Hayat bize engel koymaz; bizim kendimiz bir engeliz. Hayat belki de bir tiyatrodur. Evet evet hayat bir tiyatrodur; ama bu tiyatroya her gelen aynı oyunu seyretmez. Kiminin seyrettiği komedidir, kiminin trajedidir, kiminin ise dramdır. Bir de opera, operet gibi müzikli oyunları seyredenler vardır; ama bunların sayısı çok azdır. Hayat tiyatrosunda ne olacağımıza karar vermeliyiz. Oyuncu mu, seyirci mi, yoksa yönetmen mi? İnsanın hayatında bazı günler, olumsuzluklar birbirinin peşi sıra geliyor. İşte bugün öyle oldu. Kahvaltıdan sonra, gazeteleri üzüntü ve öfke ile yere fırlatıp sakinleşmek için balkona çıktım. Çok kızgındım. Neden? Çünkü, gazeteler kazalarla, ölen insanlarla, öldürülen insanlarla, tecavüze uğrayanlarla, soygunlarla doluydu. Tabanca, bomba, füze, tank, top, savaş uçağı fotoğrafları işgal etmişti sayfaları. Balkondaki temiz hava biraz iyi geldiyse de henüz sinirlerim yatışmamıştı. Onun için kendimi evden dışarı attım. İyi mi ettim böyle yapmakla? Sanmıyorum. Çünkü sokaklarda, caddelerde tam bir curcuna yaşanıyor. Her tarafta insanlar ve arabalar. Bağırışlar, motor ve fren sesleri, durmadan çalan kornalar. Bir ara bu insanların çıldırmış olduklarına karar verdim. Hatta dedim ki “Bu şehirde yaşayan insanların hepsi mazoşist. Çünkü kendilerine eziyet edilmesinden zevk almasalar, dakikalarca bir metre bile gitmeden arabalarının içinde beklemezlerdi. O nedenle, bundan sonra psikiyatristler, trafiğin yarattığı yeni bir ruhsal bozukluk tanısı koymalı.” Egzos gazı, balata, döner, yemek, parfüm kokuları birbirine karışmış; elindeki parayla müşterilerin dikkatini çekmek için tezgaha vuran simitçi, bunlardan farklı bir koku duymama yol açıyor. Gene en iyisi bu susamlı gevrek kokusu galiba! Lüks bir lokantanın önünden geçiyorum. 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu, elindeki iki paket mendili cam kenarındaki masada oturan bir erkekle bir bayana uzatıyor. Bayanın kolları ve boynu takılarla dolu. Sanki seyyyar bir kuyumcu. Yapılı saçları kuaförden çıkalı fazla bir zaman olmadığını gösteriyor. Erkek şık giyimli. Kaliteli giysileri hemen dikkat çekiyor. Masalarının üzerinde kebaplar, salata ve içecekler var. Masanın görüntüsü beni özendiriyor. Kız çocuğu ısrarla yalvarıyor. Kadının suratı asılıyor, çünkü keyfi kaçtı. Nasıl kaçmasın? Karşısında başka birine ait olduğu hemen anlaşılan, etekleri yerde sürünen bir elbise giymiş, kirden saçları birbirine yapışmış, yüzü kalın bir kir tabakasıyla kaplı bir canlı var! Erkek bayan arkadaşının yüzündeki memnuniyetsizliği görünce, sinirlenerek bir şeyler söyleyip eliyle de işaretler yapıp kızı kovalıyor. Kız ağızları bollaşmış, yırtık ayakkabılı ayaklarını sürükleyerek ve önüne bakarak oradan uzaklaşıyor. Kadın sağ eline bıçağı, sol eline çatalı alıp kebabını yemeye başlarken, adam bir bardak suyu bir dikişte içiyor; zavallı kıza bağırırken boğazı kurumuş olmalı... Mendil satan kızın peşinden koşuyorum. Omzuna dokununca duruyor. Elimi cebime atıp bir kâğıt para çıkarıyorum ve kıza veriyorum. Paraya bakıyor, elbisesinin önündeki cebinden bütün bozuk paraları çıkarıp, verdiğim paranın üstünü almam için bana uzatıyor. “Hayır” anlamında kafamı sallayınca bu sefer mendilleri vermeye çalışıyor. Gene aynı hareketi yapıp yanından ayrılırken şaşkın bir bakış atıyor yüzüme. Bundan sonra bu kız gibi mendil, sakız v.s satan bir çocuk görürsem ondan mutlaka bir şeyler alacağım. Bu tanık olduğum olaydan sonra bir kez daha “Yoksulluğun, değerleri yiyerek beslenen bir canavar olduğu” kanaatine vardım.. O kızcağız bugün mutlaka birçok kişi tarafından terslenmiş ve kovulmuştur. Bundan sonra da kim bilir daha ne gurur kırıcı olaylar yaşayacak? Bütün bunlara rağmen o, gene de kendinin, belki de ailesinin karnını doyurabilmek için incinen gururunu umursamayıp mendil satmaya çalışacaktı. Yüzyıllardır yoksulların da zengin olacağı masalı anlatılır ve insanların çoğu bu masalı hem dinler hem de inanır. Dünyamızdan bir manzara canlanıyor gözlerimin önünde: Zengin çöpe atıyor, yoksul çöpten topluyor; zenginin kasasına milyonlar giriyor, az kazandığını düşünüyor, yoksulun cebine birkaç lira girince şükrediyor; zengin villada yaşıyor ama geceleri uyku tutmuyor, yoksul barakada yaşıyor kafasını yastığa koyar koymaz uykuya dalıyor; zengin en son model arabasıyla dolaşıyor gene de yoruluyor, yoksul yürüyerek gidiyor, yorulursa biraz dinleniyor sonra gene yoluna devam ediyor; zengin masasını çeşit çeşit yemekle dolduruyor yediklerinden tat alamıyor, yoksul bir tas çorbaya kuru ekmeği doğrayıp iştahla karnını doyuruyor. Bu şartlarda gerçekten kim daha mutlu? Zengin mi, yoksul mu? Bu manzara tabii ki sonsuza kadar devam etmiyor ve bir gün tüm eşitsizlikler eşitleniyor. O nedenle zengin bugüne bakarak sevinmesin ve yoksul da üzülmesin. Çünkü toprağın altına her insan sadece birkaç metre bez götürebiliyor. Al sana eşitlik! En iyisi, tekrar odama dönmek. Yoksa burada kaldığım sürece kötümser düşüncelerden kurtulamayacağım. Döndüm ve mektubumu yazmaya devam ettim. Yazarken fark etmemişim, karanlık sinsice süzülmüş odamın içine. Gözlerimi ovuşturunca, yazılar karışık görünmeye başladı ve o zaman karanlık olduğunu anladım. Lambayı yakmalıyım. Bir karar verdim: Bundan sonra “Nilay Hanımefendi” demeyeceğim. Benim için artık sadece “Nilay” var. Çünkü bu resmi ve soğuk hitap şekli samimi bir dostluğun ortaya çıkmasını engelliyor. İlişkimizin doğal hale gelmemiş olması belki de senin bana tam olarak açılmanın önünde bir engeldi. Sen de bana sadece “Çetin” dersen sevinirim. Tabii yazarsan ya da görüşürsek! Hoşça kal sevgili Nilay Çetin
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |