Bir sanatçı başarısız olamaz; sanatçı olabilmek bir başarıdır. -Charles Horton Cooley |
|
||||||||||
|
Her zaman ki soğukluğunun yerini alevler almıştı bu kez… Sıcaklık yüzüme vursa da; rüzgarla özgürlüğüne kavuşan küller, boğazımdan içeriye dalmaya çalışsa da; sana gelmeliydim. Acını paylaşmalıydım, eski günlerdeki gibi… Yakınında olamasam da, sana karşı duran kalabalığın arasından, acını ciğerlerimde hissedebiliyordum. Senden yükselen siyah dumanların, ateş böcekleri gibi etrafta uçuşan kıvılcımların, tek sorumlusu bendim belkide. Soğukluğundan şikayet eden, yanına yaklaşmaya cesaret edemeyen ben. Ateşinden yaklaşamıyordum yanına ikinci kez. Yine böyle bir Mayıs akşamıydı seni terkedip gittiğimde. Bana verdiğin acılar dayanılmaz bir hal almıştı, o Mayıs günlerinde… Oysa ne güzel günler geçirmiştik seninle. Tüm anılarımı biriktirmiştim, arka bahçende. Her sabah uyandığımda, ilk işim pencereye koşup pancurları açmaktı. Denize günaydın demek için yarışmamışmıydık hiç seninle. Aramızdaki didişmeler, ancak son buluyordu denizin o masmavi sesiyle. Ben bahçede, annemin hazırladığı o güzelim kahvaltı sofrasına oturduğumda, seninde canın çekmemişmiydi o sıcak çöreklerden. Evet, evet belkide sendin her akşam ekmeğin köşesini koparan, özenle hazırlanmış o salatadan her seferinde bir siyah zeytin çalan. Arka bahçedeki kavakların arasına, bir salıncak kurmuştu babam. Salıncaktaki kahkahalarıma eşlik eden de sendin. Babam beni sallamayı unuttuğunda, imdadıma bir tek sen yetişirdin. Kahkahalarımdan mahrum kalmamak için, salıncağın bir an bile durmasına izin vermezdin. Ne zaman bizim eve, saklambaç oynamak için mahalleden çocukları çağırsam; o koskocaman yerde bile hemencecik bulurlardı beni. O zamanlar bu işte de senin parmağının olduğunu pek akıl edemezdim. Benim gizli geçidim kileri, bir tek senin bildiğini düşündüğümde, en yakın dostumun bir ispiyoncu olduğunu aklıma getirmek istemezdim. 13. yaşgünümü hatırlıyormusun? Pastanın üzerindeki parmak izi de sana mı aitti yoksa! Anneme az yalvarmamıştım, o lila rengi elbiseyi aldırmak için… Ne güzel olmuştum değil mi tıpkı bahçendeki leylaklar gibi. O günde beni kıskanmıştın herhalde… yoksa o koca bardak vişne suyunu, dökermiydin, güzelim elbisemin üzerine. Gözünün içine bakamamıştım, annemin tokadını yediğimde; yüzümde en az elbisem kadar kıpkırmızı kesilivermişti birdenbire. Bir kaç sene sonra gençlik günlerim geldi dayandı kapına. Avaz avaz bağrışlarımı, kapıları çarpıp çıkışlarımı, ilk aşkımı hatırlıyor musun? Sahi, adı neydi? Ahmet. İlk buluşmaya giderken ki heyecanımı, akşamdan, sabaha, sabahtan Ahmet’e kadar süren hazırlıklarımı. O gün suları da sen kesmiştin onunla buluşmaya gitmeden, sarı buklelerimi yıkamayayım diye, ama bu kez yanılmıştın. Ben akşamdan ıslatmıştım buklelerimi. Bir başka gün, beyaz hırkamıda saklamıştın.Onunla buluşmaya giderken mavi olanını giymek zorunda kalmıştım onun hiç sevmediği. Ahmet’in beni bahçende, babamın kurduğu salıncakta saatlerce bıkmadan salladığı günler, salıncak sırasını bekleyemeyen mızıkçı çocuklar gibi, salıncağı bir o yana bir bu yana çekiştirerek; azmı aramızı bozmaya çalışmadın. Ahmet’in dizlerine uzanıp onun bana okuduğu kitabı dinliyorduk, çoğu zaman. Gün gelip onun bana okuduğu sayfalar, tükendiğinde; hıçkıra hıçkıra ağlarken buldum kendimi bir kez daha yanında. İlk kez işe başlamamın heyecanında, ilk arabamı aldığımda,kısacası tüm yaşadıklarımla hep sana koştum. Yıllar sonra bir akşam işten eve geldiğimde, daha önceki gözyaşlarımın anlamsızlığını ortaya çıkaran manzarayla karşılaştım. Annem’i hasta; yatağında, babamı onun başucunda buldum. Annemin yatağındaki sessizliğinin,babamın gözyaşlarının çok uzaklara gitmesi fazla uzun sürmedi. Annem pirinç karyola başlığını, beyaz soğuk bir mermerle değiştiğinde, babamda artık tek başına uyuyordu. Babamın uykularının kaçması uzun sürmedi. Terler içindeki ateş nöbetleri eşliğinde aylarca yaşadı. Beni yalnız bırakmak istemediğinden, hala küçük gördüğü kızını eskisi gibi salıncakta, kahkahalarla görebilme hayalinden anneme; annemden çok daha fazla yaşayarak direndi. Sonunda melek annem onuda yanına alıverdi. Ve ben kendimi iki beyaz başlıklı toprak bir karyolanın başında , elimde kır çiçeklerinden bir buket ile suspus otururken buldum. Boğazımda düğümlenen anılar, bahçedeki cıvıl cıvıl çocukluğum, onların yanında ağlamama izin vermedi. Ben yine senin yanında hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Evet sonunda başbaşa kalmıştık. Sadece sen ve ben… Soğuk mermer merdivenlerin he zamankinden soğuk, üst kattaki boş misafir odasının her zamankinden daha boş, seninse benden ne kadar büyük olduğunu farkettim. Annemden ve babamdan ayrı ilk gecemde uyku ile anlaşamadık. Boğazıma dayanan, keskin bıçakla yatağımdan fırladım. Odamın penceresinden arka bahçeye baktım. Bomboş olan her köşesini izledim. Ve bir ara gözlerim benim için kurulmuş salıncağa takıldı. Rüzgarda sallanıyordu. Salıncağın boş olmadığını ancak sabah olduğunda anladım. Ben ve salıncağım sana kalmıştık. İşte artık hiç kimse yoktu beni paylaşacağın. Seninle ve kocaman boşluğunla kalmaya bir haftaya yakın dayandım. Yanıma alabileceğim eşyalarımı bir bavula topladım. Aileme ait olan herşey olduğu gibi kalacaktı. Gizli geçidim kiler, salıncağım, taşıyamadığım kitaplarım… Kendime senden daha küçük ve sıcak sığınacak bir yer bulmalıydım. Bana yaptıklarını düşündüm yıllarca…Babama niye böyle birşey yaptın? Lise son mezuniyet balosuna gitmeme izin vermediği için mi? Ne çok ağlamıştım hatırlasana! Ya anneme 13. Doğumgünümdeki kızarıklık için mi? Sırf bana olan sevginden mi sakladın beyaz hırkamı? Belki beyaz hırkamı giyseydim; bugün Ahmet yanımda olacaktı. Mayıs aylarında, bir kaç akşam daha ziyaret etsem de seni hatıralarımın anısına. Yalnız kaldığında, artık seni istemediğimi anladın. Bodrum katındaki benzin bidonunu alıp, her köşeni onunla yıkadın. Bu yorgunluğun üzerine şöyle bir keyif sigarası yaktın. Alevler yükselmeye başladığında başının üzerinden anılarımda yandı seninle birlikte, salıncağım, kavak ağacım, oyuncaklarım… Başka bir Mayıs’ı daha bekleyemeden bana geliverdi haberin, anılarımla birlikte sende, intihar etmiştin… Sokağın başında göründüğümde, beni büyük bir sıcaklıkla karşıladın. Her zaman ki soğukluğunun yerini alevler almıştı bu kez… Sıcaklık yüzüme vursa da, rüzgarla özgürlüğüne kavuşan küller, boğazımdan içeriye dalmaya çalışsa da; sana gelmeliydim. İçin tamamen yanmıştı acıyla,dış cephen pek göstermediğin, ağır yanıklara rağmen sapasağlam ayaktaydı. Annemin bir türlü çıkmama izin vermediği çatı katı tamamen yok olmuştu. Babamın sürekli oturduğu, kadife koltuk yeşilliğini geride bırakarak, onun gelmesini bekliyordu sanki. Giriş kapısı ise aralık kalmıştı. İçerideki küllerin arasından hala beni çağıran birşeyler vardı. Yangında ilk kurtarılacak anılarım, özgür birer ateşböceğiydi artık. Beraber baktığımız pencerenin benim odama çıkan merdivenlerin, eskisinden biraz daha isli öylece durduğunu gördüğümde ise, beni gerçekten sevdiğini, ve anılarımla bile paylaşmak istemediğini anladım. **** Alev alev yanan bir İstanbul’da, sıcaktan da sıcak, bir yaz sabahındayım. Kendi sığınağımdayım bu kez. Küçük bir odada, üst katlarda, deniz görmeyen. Pencereye doğru baktığınızda sadece size çok yakın binalar var üstünüze üstünüze geliveren… Odamdaki ve kendi içdünyamdaki dağınıklığın arasında, bir köşede duran yatağımın, bembeyaz çarşafları üzerinde kan kırmızı bir leke gibi kanter içinde uyanıyorum. Beni derin uykumdan uyandıran, anlımdan; vücudumun sessiz gözyaşları gibi dökülen, terler mi? yoksa rüyamda gördüğüm, canımı acıtan alevler mi? Ter içerisinde yatağımdan sıçrayarak uyanıyorum… Sakince, miskin, miskin gerinerek uyanmayı öyle özledim ki. Çalar saatin avaz avaz bağıran sesini bile, bu kabusa değişirim. Kaç paraysa kaç para, almalıyım o kabussuz uykulardan. Üzerime terden yapışmış tişörtümü kendimden iğrenerek çıkarttım. Ve kendimi banyoda bir başka ıslaklığın ortasında buldum. Duş başlığının küçük deliklerinden fışkıran soğuk sular, özgürlüğün verdiği mutlulukla , görevlerinden hiç şikayetçi olmadan, beni serinlettiler. Bu serinlik öyle hoşuma gitmiş olmalı ki rüyamdaki yangını bile söndürebilecek kadar su harcadım. Ay sonlarında gelen su faturalarının kabarıklığına şaşıran komşularım, suları yangın söndürmede kullandığımı bilmiyorlar tabii ! Üzerimdeki beyaz bornozla odayı bir kaç kez aşağı, yukarı dolandım. Sonra üzerime kırmızı beyaz çiçekli penye elbisemi geçiriverdim. Bu gün kabussuz uykulardan almaya gidemem, halim yok, çok yorgunum. Aylardır penceremin önünde oturuyorum; kolay mı? Zaten yıllardır sakladığım beyaz hırkamı giymeden sokağa çıkamam. Ama o gelmeden giymeye kıyamıyorum ki. Pencereye doğru yürüyorum bu evde pancur falan yok. Tahta olanlarından hemen hemen hiçbir evde kalmadı ama yenilerinden de yok bende. Pencerem çırılçıplak, korumasız yaz günlerinde bile üşüyor. Pencerenin iki yanında sıkıntı içerisinde asılıp kalmış, perdeliğini unutmuş, perdelerim var… keten ve beyaz. O günde elime bir kitap alıp, pencerenin önündeki küçük kırmızı kadife koltuğumdaki yerimi alıyorum. Üzerimden hiç çıkarmadığım kırmızı beyaz çiçekli elbisem yine her zaman ki yerinde . Perdeler iki yana asılı suspus dururlarken, karşı apartmanlar üzerime gelmeye başladılar bile… Akşam üstüne doğru karşı apartmanlara iyice gözümü dikiyorum. Bir ara karşı dairedeki tozlu camların arkasından süzülen ürpertici ışık dikkatimi çekiyor. O gece karşı dairedeki camı izlemek, televizyon ekranını izlemekten çok daha ilgimi çekiyor. Ve sabaha kadar bekliyorum. Loş ışığın arasında tek gördüğüm, tam karşımda duran bir kapı… Bu kapıdan beklentilerim var besbelli, faltaşı gibi açılmış yorgun gözlerimi, bir başka çift gözle çakıştırmak istiyorum belki, belki de bana karşı direnen göz kapaklarıma rağmen, o loş, insanı ürperten ışığın bir an önce sönmesini bekliyorum yalnızca. Sabaha kadar kırmızı kadife koltuğumun üzerindeyim. Karşı apartmandaki bu dairenin aylardır boş olduğunu bildiğim halde gözlerimi dikip bekliyorum. Beni böyle sabahlara kadar penceremin önünde tutan, içimi ürperten sadece gördüğüm loş ışık olabilir mi? Sabaha kadar benimle bu ışık dışında kimse bakışmıyor. Ne bir ses duyuyorum, ne de küçük bir kıpırdanma görüyorum. Görebildiğim yalnızca, yarısı ışık alan grimsi bir kapı. Peki ya, bu loş ışık ve kapı dışında göremeyip görmeği istediğim ne? Yıllar önce beni terkedip giden Ahmet mi? Çok gençken kaybettiğim anne ve babam mı ? Yoksa eski evimdeki yangınla birlikte özgürlüğüne kavuşan anılarım mı? Gün ışığı daha da direkt olarak odamın içerisine dalmaya başladığında, karnımın acıktığını hissediyor, iki tarafta sıkıntıyla asılı duran perdelerimi birbirine kavuşturup mutfağa geçmek için ayağa kalkıyorum. Elimi beyaz keten perdelere götürdüğüm sırada, karşı dairedeki kapıda gördüğüm, gölgeyle duraksıyorum. O anda kafamdaki düşünceler, resmi geçit töreninden kaçmış kurşun askerler gibi, bir o yana bir bu yana kaçmaya çalışsalar da, beynimin tuzağından kurtulamıyorlar. O an belki de biraz sonra göreceğim kişinin “Ahmet” olması için dua ediyorum. Yine Allah’a karşı nankör ve bencil davranışlar içerisindeyim galiba. Bir kaç dakika sonra gördüğüm, kocaman göbek ve kellikle, çok önceleri tanıştığı belli olan bir kafa tüm hayallerimin, bir anda yıkılmasına fazlasıyla yetiyor. Yıkılmış hayalleriminin ayağıma batan parçaları arasından hızla mutfağa geçip elime ne geçerse ağzıma tıkıyorum. Buna yemek denebilirse evet yemek yedim. Boğulmadan, ağzıma fazlasıyla doldurduğum lokmaları yutmaya çalışırken, tekrar pencereye yöneliyorum. O şişko adamın, hiç de beğenmediğim görüntüsüyle karşılaşmaktan ne kadar korksam da perdeyi açıp, karşı daireyi yeniden izlemekten kendimi alıkoyamıyorum. Ve birdenbire beni gerçekten etkileyen o görüntüyle karşı karşıyayım. Asıl etkilendiğim çıkık elmacık kemikleri üzerindeki, yorgun halkaların başlangıcında duran gözleri. Saçları dağınık anlına doğru düşüyordu. Kirli sakalı ona bakımsız bir hava vermiş olsa da o an kalp atışlarımı, nedenini anlamadığım bir şekilde hızlandırmıştı. Onu o tozlu camların ardında görmem saniyeler almış olsa da görüntüyü gözlerimin önünde dakikalarca hapsettim. Alıp onu içerideki çalışma odama kadar taşıdım. Onunla ilgili hissettiklerimi, düşüncelerimi, hiç kaybetmemek üzere bir kurşunla, beyaz bir kağıda hapsediverdim. Pencereme döndüğümde tabii ki orada değildi. Pencereye asılı bir saksılık değildi en nihayetinde… Aylardır beni böylesine koltuğa bağlayanın, bir tek o olduğunu düşünüyorum. Karşı pencerede başka bir hareket görmediğimden, kendi çıplak pencereme iyice yaklaşıyorum, bu hareket, yaz sıcağında verdiği tatlı soğukluktan yada, tüm engellere rağmen kendimi biraz daha karşı tarafa yaklaştırma istediğimden olabilirdi. Cama iyice yapışmış, burnumun üzerindeki uykusuz gözlerimi, bulunduğum yükseklikten aşağıya kaydırdığımda önce o şişko adamı, daha sonra da onu görüyorum. Duyamadığım hararetli bir konuşma içerisinde olduklarını dudak izlerinden anlıyorum. İçimde, onu daha yakından görebilme istediğinden başka bir şey yok. Şişko adam emlakçı Hamit Bey herhalde. Aylardır seyrettiğim, yarısı ışık alan grimsi kapıyı açacak, biraz da olsa karşıdaki dünyamı aydınlatacak birini bulmuş olmalı. Umarım fiyat konusunda anlaşırlar Emlakçı Hamit’in çok paragöz olduğunu duymuştum. Ben böyle düşünceler arasında gidip gelirken, saatin çok geç olduğunun farkına varıyorum.Kırmızı beyaz elbisemi çıkarıp üzerime bir şort ve beyaz tişört giyiyorum. Bazen evin içinde yaptığım şu kıyafet seramonisine, kendim bile anlam veremiyorum ya olsun. En azından bu gece kabuslarımdan uzak bir uyku uyuyabilmek adına kendimi yeniden beyaz çarşafların üzerine atıyorum; yaylanan yatakta, adeta çocukluk günlerimde annemlerin yatağının üzerinde çılgınca zıplayışlarımın heyecanı var. Gün içinde tüm gidip geldiğim yer, beyaz çarşaflarla pencerem arasındaki mesafe olabilir mi? Yoksa geçmişime doğru yolculuklara mı çıkıyorum yeniden… - Kahretsin, bu gecede uyku tutmuyor. Çalışma odasına doğru geçip defterimi elime alıyorum. Bu kez de gözüme uyku girmiyor. Kalbimin sesini duymadan nasıl uyuyabilirim. Bir Lunaparktaymışcasına çırpınan kalbim, boğazımdan geçip ağzıma hucüm eden tükürükler, ve gözlerimin önünden bir türlü gitmeyen yorgun güzel gözler, kabuslara izin vermese de, anlaşılan bu gecede uyumak başka bir nedenden ötürü mümkün olmayacak… Sabah kendimi yine beyaz çarşafların üzerinde, bu kez tatlı bir uykudan uyanırken buluyorum. Evet bir ara dalmış olmalıyım. Bu gece yıllardan sonra ilk kez , alevler olmadan kısa da olsa rahat bir uyku uyuyabildim. Alışık olmadığım bu kalp çarpıntısı, ve ağzıma toplanan tükürükler beni yormuş olmalı. Uykumdan ayrılır ayrılmaz , kendimi tatlı bir heyecanın kolları arasında buluyorum. Yataktan kalktığım ilk anda penceremin , önünde duruyorum. İki parça beyaz keteni, tüm gece birbirinden ayrı bıraktğım için üzülüyorum. Bu üzüntüm heyecanımı bastıracak kadar yoğun değil. Dün akşam üstüne doğru, gördüğüm görüntüyü, unutmaktan korkan, belleğim; gözlerimin onu heryerde aramasını sağlıyor. Daracık uzun sokağı gezdikten sonra karşı pencereye çakılıp kalıyorlar. Öğle saatlerinde, sıcaktan bayağı bunaldığım bir sırada beklediğim hareketlilik gerçekleşiyor.Karşı apartmanın kapısında küçük bir kamyonet, şişko adam Hamit, yorgun ve güzel gözlü genç adamı görebiliyorum. Kapıdan içeri girip yukarı taşınan her parça eşyayla birlikte gözlerimde bir yukarı bir aşağı sanki onlara yardım ediyor. Güneş yavaş yavaş batmaya ve mahalledeki çocukları anneleri, içeriye çağırmaya başladığı sırada kamyonun mahalleden ayrılıp, genç adamın da içeri girdiğini görüyorum.Onun hakkında hiçbirşey bilmememe rağmen hissettiklerim çok tuhaf, sanki o benim küçük dünyamdan sıyrılmamı isteyen bir işaret. Onu o akşam üzeri kapıdan içeri doğru girerken gördüğüm o an, o gün için son oluyor. Sabah uyandığımda karşıma çıkan manzara açıkcası beni hayal kırıklığına uğratıyor: Sımsıkı kapatılmış; koyu gri, perdeler! Kırmızı koltuğumda biraz daha oturduktan sonra koyu gri perdelerle bakışmaktan, ne kadar sıkıldığımı farkediyorum. Artık, gözüm hep karşı apartmanın beşinci katında, hayallerimdeki sevgilinin hep karşı apartmana taşınan kişi olacağı ümidiyle yaşıyordum. Hayatın beni umursamayacağını, hayallerimi takmayacağını, biliyordum ama yine de elimde değildi.Onunla tekrar gözgöze geleceğimiz ve birbirimize aşık olacağımız anın hayalini kuruyordum. Bu hayal uğruna camın önünden ayrılmaz olmuştum. Daha önceleri de pek dışarı çıkmıyordum ama kırmızı kadife koltuğumu terkedişlerim daha da aza inmişti. Ona yazdığım şiirlerden başımı kaldırdığım ve tam pes etmeye başladığım; bir anda, ışıkları sönmüş yüreğimde, bir florasan aydınlığı yaşandı. Pencerenin kenarındaki, daha önce de yüzünün ayrıntılarını seçemediğim, o yorgun gözlü, ince yüzlü adam benim aşkımdı. Hayallerim bu kez yıkılmadan sapasağlam ayaktaydılar. Cama yaklaştı. Beni gördü; saatlerce bakıştık. Ona “ Seni seviyorum” diye mırıldandım. Bir an bütün gün birbirimize bakıp duracakmışız gibi geldi. İçeriye geçmek için elini, o lanet gri perdelere uzattığında, içimden “Gitme, ne olur gitme!” diye bağırmak geldi. Çaresiz bir şekilde bana elini sallayıp; “Seni seviyorum” dedi. Belki de bana öyle geldi. O gittikten sonra ona karşı tüm hissettiklerimi beyaz kağıda hapsettim. Bu kadar uzaklıkta oturan iki kişi, bu şekilde birbirlerini duyamazlardı, ama biz yüreklerimizle birbirimizi duyuyorduk. Bütün gece camın önünden ayrılmadım onunda içerilerde bir yerde beni düşündüğünü hissediyordum; tabii yine yüreğimle… Yüreğim sanki beni bekleyemeden, koşup soluğu karşı dairede alacaktı. Ama ben sonunda herşeyi mahvettim ona yüreğimle dokunmak, yüreğimle onu duymak yetmedi. Şu kapıdan içeri girsin, bana sarılsın öpsün, hep yanıbaşımda olsun istedim. O uzun süre hiç kıpırdamadı, günler boyunca bir gün bile dışarı çıktığını görmedim. Yüreğim olmadan onu pencerenin önünde bile göremiyordum. Haftalar sonra yüreğim bu acıya, boğazımsa gelip tam üzerine oturan yumruya tahammül edemez bir hal aldığında, üzerime kırmızı beyaz çiçekli penye elbisemi geçirmiştim bile. Öyle saatlerce hazırlık falan yapmadım, heyecandan titreyen ellerim, siyah saplı saç fırçamı tutmakta zorlanıyordu. Titrek parmaklarımla saçlarımı şöyle bir karıştırıp, bir ruj sürdüm. Ve aceleyle karşı apartmana yöneldim. Hedefim beşinci katta oturan, sevgilimle bir an önce tanışmaktı.Asansörün önüne geldiğimde dizleriminde parmaklarımdan geri kalmadığını farkettim. Asansörü çağırmak için üzerinde "ç" harfi bulunan küçük düğmeye basarken elimin ne kadar çok titrediğini bir kez daha gördüm... Gergindim.. Asansör gürültüyle katlardan birinden hareket etti. Bense bu gürültüden çok kalbimin sesini duyuyordum. Asansör geldi. Metal kolu zorlanarak çekip kapıyı açtım. Bütün asansör kapıları zor açılır, yada titreyen ellere daha da zor gelir, asansör kapılarını açmak. Daracık asansöre bindim. Asansör hareket etti. Aynaya baktım. Sol elimle uzunluğundan hep şikayet ettiğim saçlarımı, dudaklarımın arasına aldım, sinirli olduğum zamanlarda yaparım bunu. “5” numaralı düğmenin ışığı söndüğünde ağır kapıyı itip apartmanın koridoruna çıkmak veya “Z” yazan tuşa basıp odama dönmek arasında kalmıştım. “Z” harfi hayatımın seçimi oldu belki de… Apartmanın önüne çıktım.Yaz sıcağında, üşüdüm. Güneş ışıkları gözümü acıttı. Her yer ışıl ışıldı... Oysa ben ondan uzaklaştığım her adımda aydınlığa inat edercesine kararıyordum... Ellerime baktım. Hala titriyorlardı. Karşıya geçtim. Yine adımlarım birbirine karıştı. Bir baston gibi kaskatı oldu bacaklarım. Biraz yürümeye çalıştım... Merdivenlerden yukarıya kendi daireme çıktığımda,dünyayla aramda camdan bir perde vardı. Hayat hızla akıyor bense camın arkasındaki kendi dünyamda, ağır ağır yüzüyordum sanki… Saatler sonra ise, kendimi elimde kalem, masanın üzerinde birşeyler yazmaya çalışırken, onlarca sayfa arasında uyurken buluyorum. Demir hayat kapısı, öyle ağır geldi ki…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömür İsfendiyaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |