Şiir, duyguların dilidir. -W. Winter |
|
||||||||||
|
“Yaz demesi kolay, kolaysa sen yaz da görelim.”diyecek olmuştu ama saygısızlık etmek, arkadaşının ona desteğini önemsemiyormuş gibi anlaşılmaktan çekinmişti. Adam günlerce yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını, aklında biriktirdiklerini gözden geçirdi. İşin ucunda yarışma olmasa belki her şey çok kolay olacaktı. Yazmanın adını yarışma koyunca işin rengi birden değişiveriyordu. Okuyucu etkilenmeli, seçici kurul yazdıklarını okuduğunda çarpılmalıydı. “Helal olsun işte yazılacaksa böyle yazılmalı. Aferin bu yazara…” demeliydi. Zaman daraldıkça adam yazıp yazmamak konusunda iyice kararsız kalmıştı. Son anda çark edip kaçmayı, elektrikler kesikti yazamadım demeyi istemiyordu. Özellikle arkadaşı telefon ettikten sonra iyice köşeye sıkışmış, kendini yazmaya zorunlu hisseder hale gelmişti. Evin içinde bir aşağı bir yukarı gezip duruyor, bilgisayarın başına oturup, oflayıp puflayarak doğru düzgün bir şey yazamadan kalkıyordu. Onlarca kez bir öyküye başlamış, sonra yazdıklarını yeniden okuyunca beğenmeyerek silip atmıştı. Olmuyordu işte, ne yapsa olmuyor, yazdıkları kesinlikle başkalarıyla yarışacak güzelliğe erişemiyordu. Yazdıklarına heyecanlar, sürpriz olaylar, sürükleyici ve nefes kesen maceralar, anahtar cümleler, mesaj içeren bilgece sözler koyamıyordu. Her yazdığı, her anlattığı sıradan ve sıkıcı oluyor, insanların gündelik yaşantısından kesitler çizmenin ötesine geçemiyordu. Karısı, adamın evin içinde sıkıntılar içinde, dalgın dalgın dolaşmasına hiç ilgi göstermiyordu. Ona göre bu yaştan sonra kocasının yazarlık hevesi zaten olsa olsa kel başa şimşir taraktan öte bir şey değildi. Kocasının yazması ile ilgilenmemesi bir yana sabahtan beri “Alış verişe gitmeliyiz. Evde ne şeker, ne yağ, ne de deterjan kaldı.” diye tutturmuştu. Market çok uzak değildi ama adamın üzerinde müthiş bir Pazar rehaveti vardı. Buna yazamamanın verdiği sıkıntı da eklenince durum iyice dayanılmaz bir hal alıyordu. Alış verişe gitmek şöyle dursun yerinden bile kımıldamak istemiyordu. Önce “ Tamam gideriz hanım, acelen ne?” diye geçiştirdi. Karısı bozuk plak gibi sürekli aynı şeyi yineleyip durunca sinirlenip; “Akşama doğru ben gider istediklerini alırım. Lütfen bunu bin kez söyleyip beni canımdan bezdirme.”dedi. Böylece market gitmek hiç istemediği halde adamın üzerine kalıvermişti. Karısı kaşla göz arası çabucak listeyi hazırlayıp kapının yanındaki ayakkabı dolabının üzerine bıraktı. Kadın ve adam tam yirmi beş yıldır evliydiler. Çocukların ikisi de büyümüş başka kentlere okula gitmişlerdi. Bu yıl ilk defa ihtiyarlar gibi evde yalnız başlarına kalıvermişlerdi. Buna henüz alışamadıkları için evdeki sessizlik ikisini de bunaltıyorlardı. Arkadaşlarının “Ohhh mis gibi işte, ne güzel işte kafanızı dinliyorsunuz. Doya doya bunun tadını çıkarın.”demelerine hiçbir anlam veremiyorlardı. Çünkü onlar çocukların birbirleriyle çekişmelerini, akşam yemeğindeki tartışmaları, eve çok geç geldikleri için çocuklarla papaz oldukları günleri özlüyorlardı. Henüz kırklı yaşlardayken iki ihtiyar gibi yalnız başlarına kalmak onları bunaltıyordu. Adam akşamı beklemeden listeyi alıp evden çıktı. Aklından belki evden çıkıp biraz yürürsem, sokakları, insanları gözlersem yazacak bir şeyler bulurum diye geçiriyordu. Evde deli danalar gibi odadan odaya dolaşarak olacak gibi değildi. Yolu uzatmak için hastane arkasındaki merdivenlerden inerek yelken kulübü önüne ulaştı. Âşıklar Caddesinde insanlar gezintiye çıkmış, yürürken çekirdek çitleyen sakin bir kalabalık vardı. Kalabalığın büyük bir kısmı ergen yaştaki erkekler ve kızlardan oluşuyordu. Parkta genç anne ve babalar çocuklarını sallıyor, kaydırağa çıkarıyor veya tahterevalliye bindiriyorlardı. Maalesef ortada yazmaya değer bir ilginçlik yoktu. Her kasaba ya da kentte böyle sokaklar, parklar veya çekirdek çitleyerek ağır adımlarla Pazar gezintisine çıkmış insanlara rastlamak mümkündü. Adam sahilden Sakarya Caddesine doğru çıkarak markete gitti. Listedekilerin hepsini tek tek kontrol ederek, rafları tek tek dolaşarak sepetine doldururken çevresine bakındı. Marketteki insanların konuşmaları, davranışları, tipleri belki yazmamı tetikler düşüncesiyle etrafını her zamankinden daha dikkatli gözlemlemeye çalıştı. Ortalıkta ilginç veya dikkate değer bir şey yoktu. Aldıklarıyla birlikte kasaya doğru yürüdü. Önünde birkaç kişi sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Yedi, sekiz dakika kadar bekledikten sonra sıra kendisine geldi. Sırasını beklerken gözlemci yönünü harekete geçirip hem kendi aldıklarıma, hem de önümde kasa sırası bekleyenlerin sepetlerine baktı. Bekleyenlerin sepetlerindeki ürünler birbiriyle çok alakasızdı. Örneğin dilimlenmiş kepekli ekmek, domates salçası, prezervatif, müzik sidisi, beyaz peynir, şeker, meyve suyu, gömlek, ütü, salatalık turşusu, oto parfümü, diş fırçası, pirinç, acı yemek sosu, sızma zeytinyağı, iç çamaşır, kavun, bisküvi, Macar salamı, sıvı sabun gibi… Sepetlerin, market arabalarının, bu acayip ürünlerin, barkot okuyucuları ve post makinelerinin hayatımıza ne zaman girdiğini, nasıl farkında olmadan alışıverdiğimizi düşündü. Sonuçta marketler ve buradaki insanlar ilginç bir yazı konusu ortaya çıkaracak şeyler değildi. Bunlar herkes için çok sıradan ve günlük rutinin bir parçasıydı. Bunları anlatarak öykü yarışmasını kazanması mümkün değildi. Poşetlerle evine dönerken burnuna yabani iğde kokuları geldi. Bu kentin belki de en güzel yanlarından biri de buydu. Hala bazı evlerin büyük bahçeleri vardı ve sokaklar mevsimine göre iğde, hanımeli, ıhlamur, leylak, filbahri, gül, karanfil, kokabiliyordu. Yokuşu bitirip köşe başına çıktığında denizin kokusunu duydu. Üç küçük çocuk kollarını açarak yan yana dizilmiş, sokağın girişini kapatmayı çalışıyorlardı. Sokağın aşağısında Emekli astsubay Muzaffer Amca elinde bıçakla ateş gibi kıpkırmızı bir horozu kovalıyordu. Adam çocukları bebekliklerinden beri tanıyordu. Onların yanlarından geçerken Melike’nin kulağına eğilerek; “ Horozu yakalamasına yardım etmeyin sakın. Görmüyor musunuz yakalayınca kesecek. Yazık hayvana.”deyip bir şey yokmuş gibi evine doğru yürüdü. Yıllar önce bir öğle üzeri yine böyle bir yokuşu çıkarken Demirci sokaklarında bir kadınla karşılaşmıştı. Yaşı elliyi biraz aşmış o kadın telaşla sokağın aşağısına doğru koşturarak ona doğru gelmişti. “Yavrum.”demişti kadın, soluk soluğa, kan ter içinde “Yavrum aşağılarda şöyle irice bi cav cav gödünmü?” “Görmedim teyze”demişti ama kadının kendisine ne sorduğunu da zaten anlamamıştı. Kadın onun dururumu anlamadığını görünce yeniden anlatmaya çalışmıştı. Ha yavrum,bizim cavcav sokak kapısını açık bulup kaçtıydı. Ezi başından aydeş bi ciba çıkıp zangadanak cavcavın üzerine seyitince cav cav pır dedi uçup gitti. Ben onu arıyom. Sen benim cavcavımı gödünmü diyom.” “Yok teyze görmedim.”deyip yoluna devam etmişti.(*) Adam eve girip poşetleri mutfağa dolabın yanına bırakıp salona geçti. Eşi kanepeye uzanmış televizyon izliyordu. O da öteki divana uzandı. Televizyonda her gün yayınlanan bir kadın programı vardı. Rengârenk ve süslü bir mutfakta biraz tombulca bir kadın önce malzemeleri sayıyor, sonra da bir yandan yemeği tarif ederken öte yandan kendisi de pişiriyordu. Bu günkü tarifi kolay kadınbudu köfte gibi bir şeydi. Elinde plastik eldivenlerle hazırladığı soğan, kaşar peyniri, kıyma, karabiber ve maydanozlu harcı yoğuruyordu. Hijyen ne kadar abartılıyor diye düşündü. Plastik eldivenler ona aslında gülünç geldi. Tırnak içlerindeki ve ellerindeki mikro organizmaları sağlık açısından risk olarak gören anlayışta bir kadın acaba erkeğini ısırır gibi öpebilir, onunla doludizgin sevişebilir mi diye düşünüyordu. Tam o anda karısı başını ona çevirip “Acı pul biber aldın mı? Listeye yazmayı unutmuşum. Keşke senin aklına gelseydi.”demişti. Adam” Hayır almadım, bittiğini bilmiyordum.”diye yanıt verdi. Eşi mırın kırın etmeye, “Sen zaten hiçbir şeyle ilgilenmiyorsun, evden bihabersin.”gibi şeyler söylemeye başladı. Adamın canı sıkıldı. Ama Pazar gününü de rezil etmek istemediği için ters bir yanıt vermek istemedi. Televizyonda o an gösterilen reklama öykünerek. “Hanım, bi biskirem versem, dırdırı keser misin?”deyiverdi. Kadın katıla katıla gülmeye başladı, adam da divandan kalkıp balkona çıktı. Yine güneş her akşam olduğu gibi Akliman üzerinde güzel bir akşam görüntüsü yaratmaya hazırlanıyordu. Bu manzaraya her baktığında adamın içinde aşk ve romantizm rüzgârları eserdi. Onun yolu iflah olmaz aşklara ve tutkulu sevdalara pek uğramamıştı. Eşini okul yıllarında tanımış, okul bitince de evlenmişlerdi. İki çocukları olmuştu. Biri kız, ötekisi erkek. Her şey düzdü, yaşamındaki her şey fazla dümdüz… Bilgisayarın başına geçip beklide eski bir aşk hikâyesi anlatmalıydı. Ama böyle bir hikâye artık çok sıradan ve ucuz bulunuyordu. İnsanların boş sözlere, pembe panjurlu ev masallarına karnı toktu. Yazamamanın, yazacak bir şeyler bulamamanın suçunu adam hep kendi yaşamına bağlıyordu. Çünkü ne adam gibi âşık olmuş, ne de riskler alıp maceralara atılmıştı. Her zaman en kolayı, en güvenli olanı ve mantıklı olmayı seçmişti. Oysa insanın bazen gözünü karartıp kendi sınırlarını yıkması, evin en uzak çitinin ötesine geçmesi gerekirdi. Sınırlı, sorumlu bir yaşam elbette içinde yazmak için çok fazla malzeme barındırmayacaktı. Senli benli olup her şeyi konuştuğu, dertleştiği bir kadın ona yaklaşık beş yıl önce “ Sen korkaksın, kendine ve düşlerine kötülük ediyorsun. Böyle yaşamamalısın, yoksa bu senin yüreğini çürütecek, sevdiğin biri varsa peşine düşüp her ne pahasına olursa olsun gitmelisin. Yüreğinin sesini dinlemezsen ve onun gösterdiği yolda yürümezsen her zaman pişman olursun. Yaşamadıkların için, kendine yasakladıkların yüzünden pişman biri olarak ölürsün.”demişti. Elbette bunları söyleyen kadın haklı olabilirdi. Ama adamı peşinden sürükleyecek, yaşamın başka boyutlarıyla tanıştıracak bir kadın hiç karşısına da çıkmamıştı. Durup dururken, hiçbir neden yokken gemileri yakıp gitmesi de çok anlamsızdı. Aklimanda büyülü bir akşam başlamadan önce adam balkondan içeri girip odasına döndü. Bilgisayarını açıp bir şeyler yazmaya çalıştı. Bunun adına yazmaktan çok sudan çıkmış bir balığın çaresizlik içinde çırpınması denilebilirdi. Yine de inatla ısrarla yazmaya çalıştı. Yazdıklarını okuyunca çok mutsuz oldu. Çünkü ekrana düşen bütün cümleleri kör, sağır ve dilsizdi. Zaman iyice daralmış ve hala yazılacak bir konu, anlatılacak bir öykü bulamamıştı. Adamın bütün bedenini, ruhunu ödevini yapmamış bir öğrencinin sıkıntısı kaplamıştı. Kendini çok çaresiz ve yenilmiş hissediyordu. Arkadaşını telefonla arayıp ona bir öykü yazmayı başaramadığını söyledi. Telefon görüşmesinin ardından önce biraz suçluluk hissetti. Sonra üzerindeki ağırlık birden hafifleyiverdi. (*) Köşe başından çelimsiz bir çocuk aniden hindinin üzerine doğru hızla koştu. Hindi bu nedenle uçup gitti. Aşağıdaki sokakta hindimi gördün mü? (Demirci yerel konuşma biçimi ile ifade edilmiştir.)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |