Şiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu ‘Evet, Attila İlhan burada, İzmir’de. İzmir Fuarında. Yarın, Edebiyat Sohbetleri kapsamında, İzmir Sanat’ın Bahçesinde, İzmirlilerle söyleşecek’ derken heyecandan sesim titriyordu. Çok değil bundan iki yıl kadar önce, 7 Eylül 2005 tarihinde İzmir Fuarı Edebiyat Söyleşileri ile ilgili televizyonda program yaparken, yayını büyük bir heyecanla açmıştım. Program konuğum İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncusu ve Edebiyat Sohbetlerinin Yöneticisi Gürol Tonbul ile birlikte Attila İlhan hakkında konuşurken, onu bir ay sonra kaybedeceğimiz ikimizin de aklının ucundan bile geçmiyordu. 8 Eylül günü, İzmir Sanat’ın bahçesinde, Attila İlhan son kez İzmirlilerle buluştu. Yaşadığımız zor zamanları göz önüne alarak, nereden nereye geldiğimizin özetini yaşanan olaylara, tarihi belgelere dayandırarak anlattı. Tarih kitaplarına iki kuru kelimeyle sıkışıp kalmış gibi duran ve yeni nesillerin ‘yüzeysel bir oldu bitti’ gibi gördükleri Kurtuluş Savaşının nasıl, hangi şartlarda kazanıldığının hikayesini bizi yüreğimizden vuran gerçek hayat öyküleriyle aktardı. Şimdi size bu sıcak sohbeti yine onun kendi ağzından ve kendi kelimeleri ile aktarıyoruz. Uzun söyleşinin tamamını verebilmek mümkün olmadığı için aşağıda onun konuşmasının ana hatlarını bulacaksınız. Bu bile, o kadar çok şey anlatıyor ki. Sözü büyük usta Attila İlhan’a bırakırken, onun aziz hatırası önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. ‘Kılıç gibi bir mehtap ortalığı pırıl pırıl aydınlatmıştır. O iki katlı bahçeli, havuzlu muhteşem binanın sahibesi olan Hatice Binnaz Hanım sahur hazırlığı için uyanmıştır. Gerçi evde eski kalabalık yoktu. Rum hizmetçiler kaçmıştır. Sadece bir yanaşma olan Boşnak Mehmet onlarla birlikte yaşıyordu. Onun dışında evde, kendisi, eşi, oğlu ve bir de torunu vardı. Sofrayı hazırlamak için Boşnak Mehmet’e gerekli şeyleri verirken mutfağın penceresinden, o ay ışığında gelen bir köylü gördü. Köylü kasabaya doğru eşeğine binmiş gelmekteydi. Ve inanılmaz bir şey oldu. Birden bire ateş edildi ve köylü eşeğinden düştü. Binnaz Hanım çok şaşırdı. Hemen içeri gidip bunu eşine anlattı. Eşi aslında okumuş yazmış bir zattı. Hayli uzun bir süre Şam Mektupçuluğunda bulunmuştu. Fakat sonra gelip Menemen’e yerleşmişti. Olayı duyunca oğluyla şöyle bir bakıştılar. Oğlu Esat Efendi savaşa giden üç oğlundan birisidir. Durumu gözleriyle babasına anlatmaya çalışmıştı. Çünkü ev, istasyonla kışlanın arasında bir yerde bulunuyordu ve karşısı bir zeytinlikti. Hala öyledir sanıyorum. O zeytinlikte, günlerden beri ciddi bir Yunan faaliyeti görülmekteydi. Bunun üzerine, Hasan Fehmi Efendi kararını verdi. Sabah olur olmaz, torununu elinden tutup kasabaya indirdi ve babasına teslim etti. Babası da zaten eski bir ordu mensubuydu. Sonra, yeniden evine döndü. O gecenin bir şeye gebe oldu besbelliydi. Çok sürmedi, gecenin içinden silah sesleri duyulmaya başladı. Ortada bir şey dönüyordu ama ne? Onlar, bunun farkında değillerdi yalnızca vahim şeylerin olduğu çok meydandaydı. Bunun üzerine, cepheden yeni dönmüş olan Esat Efendi gizli bir yerlerde sakladıkları üç mavzeri ve mühimmatları çıkardı. Kapıyı kilitlediler ve ne olacak diye beklemeye başladılar. Boşnak Mehmet, Hatice Binnaz Hanım’ı evin en sapa yerlerine götürüp muhafaza altına almıştı. Çok geçmedi bir Yunan Birliği kapıya dayandı. Silah sesleri devam ediyordu. Kapının derhal açılmasını istediler. Cevap olarak, (Atilla İlhan burada hafifçe gülüyor) mavzer ateşiyle karşılaştılar. Ve orada ciddi bir çatışma başladı. Bu çatışma, evdekilerin mühimmatı bitinceye kadar sürdü. O arada gizli bir yerlerden gelip kapıyı devirerek Yunanlılar içeri girmişlerdi. Vakit artık sabaha yakındı. Sabah olmak üzereydi. Hasan Fehmi Efendiyi, Hatice Binnaz Hanımı, oğlu Esat Efendiyi ve yanaşması Boşnak Mehmet’i kapının önüne dizdiler. Kurşuna dizeceklerdi, durum onu gösteriyordu. Fakat o zaman ilk hedef gibi görünen Esat Efendiyi kurtarmak için babası önce ‘beni’ dedi. Önce onu mu yoksa ötekisi mi tartışması olurken kimsenin aklına gelmeyeceği bir şey oldu. Kışla istikametinde kasabadan gelen bir otomobil geçiyordu. Otomobildekiler olayı görünce durdular. Otomobilin içinden bir Fransız zabiti indi. Ve oraya doğru geldi. Sonradan anlaşıldı ki bu Fransız Zabiti, mütareke komisyonuna mensup bir kişidir ve Menemen’deki olay üzerine oraya gönderilmiştir. Aileyi kurşuna dizmek üzere olan Yunanlı subaya bazı sorular sordu. Bunlardan bir tanesi ve en önemlisi ‘Mahkeme ettiniz mi?’dir. ‘Mahkemesi yapıldı mı? Kurşuna dizmeye kalkışıyorsunuz? Ne suç işlemişlerdir?’ Ve onun müdahalesi üzerine aile kurşuna dizilmekten kurtulmuştur. Bunun üzerine, Hatice Binnaz Hanım’ı baş örtüsüz olarak salıvermişlerdir. (Bu o zamanlar, bir kadının baş örtüsüz olarak sokağa çıkması çok ayıp sayılırdı). Üç erkek tutuklanmıştır. Bu tutukluluk, hayli uzunca bir zaman sürmüş, Menemen’deki Yunan askeri hapishanesinden İzmir’dekine nakledilmişlerdir. Orada istirdata kadar tutsaktırlar, bir müddet sonra bırakılmışlardır. Bu olay, 1919 senesinin Mayıs ayı sonlarına doğru yaşanmıştır. Biliyorsunuz, 15 Mayıs’ta İzmir’e çıktılar. 17 Mayıs’ta Bergama istikametine doğru harekete geçtiler. Menemen’i o zaman buna şahit olmuş Emine Nine’nin bana anlattığı üzere söyleyeyim. ‘Yunanlı mızıkasını döve döve Menemen’e girdi’. Menemen’e girmekle kalmıyor, Bergama istikametine harekete geçiyorlar. Fakat Bergama’da onları bir sürpriz karşılıyor. Orada Ali Bey, sonradan Çetinkaya olacak bir subay vardır. Bu subayın da elinde çok az miktarda asker var. O askerler de Bergamalılardan derledikleri bir milis teşkilatı yapıp, pusu kuruyorlar ve gelen Yunanlılara ilk dersi veriyorlar. Yunanlılar kan revan içinde Menemen’e geri dönüyorlar ve zeytinliğe yerleştiriliyorlar. Bergama’da uğradıkları mağlubiyetin acısını çıkartmak için ‘Menemen Katliamını’ örgütlüyorlar. Bu olayların önemini ben çok sonra öğrendim. Araştırmalarım sonunda Fransız basının o zamanki yayınları arasında zamanın Fransız Gazetelerinde bunun haberlerini okudum. Bu iki katliam haberlerinde, Menemen ve Bergama’da en az üç bin Türk’ün öldürüldüğü yazılıydı. Burada sözü geçen Hasan Fehmi Efendi benim büyük babam, Hatice Binnaz Hanım büyük ninem ve Esat Efendi benim büyük dayımdır. Elinden tutulup kasabaya götürülen küçük Memnune ise benim annemdir. İşgali yaşamış her İzmir ailesinin içinde benzer olaylar olmuştur. Ve İzmir o üç senenin utancını ve kahrını uzun süre taşımıştır. Yalnızca bu mu? Hayır. Gene kitaplara geçmiş başka bir olaya geçeceğim. Ben o zamanlar İzmir’de gazetecilik yapıyor, Demokrat İzmir Gazetesini yönetiyordum. Bir yazarımız vardı. Adı Dağnış. Asıl ismi bu değildi ama bütün İzmir onu Dağnış adıyla tanırdı. Asıl adı Naci Sadullah Beydir ve Türk Basının çok önemli yazarlarından biridir. Aslen İzmirliydi. Gazetede fıkralarının dışında dedi ki ‘bir tefrika var, onu koyar mısın?’ Tefrika nedir? Dedim. ‘İstirdattan önce, Yunan işgali sırasındaki bir Türk zabitinin hikayesi’ dedi. Nasıl bir hikaye bu deyip okuduğumda dehşete düştüm. Olayın ismi ‘Gavur Mümin’di. Gavur Mümin kim? Bildiğiniz gibi 15 Mayıs’ta limana çıkan Yunan güçleri önce o zaman Konak İskelesi civarında olan Sarıkışla’ya girmişler. Oradaki bütün zabitleri çıkarıp dipçikle, tekmeyle Kordon boyunca ‘Yaşa Venizelos’ diye bağırtmaya çalışmışlardır. Hatta bağırmamakta direnen Miralay Süleyman Fethi Bey öldürülmüştü. İşte onların arasında da bir genç zabit var. Adı Mümin. Mümin bir müddet sonra kapatıldığı yerden kaçmayı başarıyor. Ve onun Ankara’ya iltihakını bekliyorsunuz. Hayır, Ankara’ya iltihak etmiyor. Kime iltihak ediyor? Yunanlılara iltihak ediyor. Yunanlılara iltihak edip ne yapıyor? İlk önce bir kere fesi çıkarıp şapkayı giyiyor. Arkasından çok iyi Rumca bildiği için Rum çevreleri ile düşüp kalkmaya başlıyor. Ona çok itibar ediyorlar. Sosyeteye katılıyor. Rumlarla o kadar yakınlaşıyor ki, neticede o zamanki Yunanistan’ın İyonya Valisi (yani bu tarafların valisi) İstriyadis onu yanına alıp bir görev öneriyor. Önerdiği görev, bir Türk için dehşet verici bir görev. Yunan istihbaratında çalışmasını istiyor. Gavur Mümin bunu gözünü kırpmadan kabul ediyor. Kabul ettiği bu esas üzerine, Yunan istihbaratının kimliği verilmiş hatta numarası konmuştur. Ve o da bu sayede bütün Ege bölgesinde dolaşıp Efelerin köylülerin örgütlemeye çalıştıkları hareketleri Yunan istihbaratına bildirmiştir. Bu da kaderin bir görüntüsüdür demeyin. Çünkü Yunan istihbaratı Gavur Mümin Bey’i sokağın ortasında tutukluyor. Gavur Mümin Bey’in tutuklanma sebebi, Ankara hesabına çalışmasıdır. Meğerse, Gavur Mümin Bey kendisini onların adamı, iyi Rumca bilen, Yunan işgalinden yana bir Türk gibi tanıtarak bir Türk Zabitinin yapacağını yapmış, etraftaki dolaşmaları sırasında elde ettiği bütün bilgileri Ankara’ya İstihbarat teşkilatına bildirmiş. Tabii bunun üzerine derhal Yunan Divanı Harbine verilip ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve adalardan birine sürülmüştür. O zaman bir soru. Peki, Yunanlılar bunu nasıl öğrenmişlerdir? O zaman utanç verici bir cevap. Çünkü Türk Mim teşkilatı içinde çalışan bir Giritli Türk Yunan İstihbaratının ajanıdır ve onlara durumu o bildirmiştir. Tabii o daha sonra kurşuna dizilmiştir. O ayrı bir hikaye. Gavur Mümin Bey bir Türk Zabitinin neler yapabileceğini gösterir. Öteki hikaye ki, benim ailemin iftihar ettiği bir olaydır, sıradan bir Türk ailesinin böyle bir durum karşısında nasıl direnmek istediğini ve direndiğini gösterir. Bu iki olayın her ikisi de benim için çok önemlidir. Çünkü buna benzer olayların bütün işgal bölgesinde, yani bütün Batı Anadolu’da yaşandığını düşünürseniz işin önemi o zaman ortaya çıkar. Şu iki hikaye gibi sahiden yaşanmış iki hikayeyi bize anlatsalardı biz olayı çok daha iyi anlardık. Bundan devamlı kaçtılar. Mustafa Kemal Paşa orada Meclisi kurdu, savaşıyor, Türkiye’yi kurtaracak. Böyle bir laf dönüyor ortada. Zaman içersinde inceledikçe meselenin hiç de bu kadar basit olmadığı hemen ortaya çıkıyor. Bir defa bizde en akıllımızda, hatta inkılap tarihi okutan profesörümüzde jeopolitik denilen, jeostratejik denilen bakış ve ihata yoktur. Bildiğimiz bir gerçek var. Ankara’da mukavemet başladığı zaman, bir ihtilal de başlıyor. Biz aynı zamanda bir ihtilal de yapıyorduk. Bu ikisi bir aradaydı. Rusya’daki ihtilalle benzer bir tavır içindeydik. Bunların hepsinin ortaklaşa düşmanı ‘batıydı’. Batı Emperyalizmiydi. Son zamanlarda bunları sık sık yayınlama fırsatı buluyorum, eskiden yayınlayamazdık. Mustafa Kemal Paşanın o zamanki bütün demeçlerinde, bizim Kurtuluş Savaşımızın amacının yalnız kendimiz kurtarmak olmadığı, dünyadaki bütün esir ve mazlum milletleri kurtarmak gibi bir amacı olduğu zikredilmektedir. Bu yüzdendir ki, o arada Ankara’daki hükümet Moskova’daki hükümetle bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşma son derecede önemli bir anlaşmadır. Önemi şurada. Eğer Ruslarla Türkler orada bir hat halinde birleşirlerse ortaya öyle demirden bir duvar çıkar ki ‘Emperyalizm sömürgeleri ile ilişkisini kaybeder’. Bu İngiltere’nin asla tahammül edemeyeceği bir şeydir. Çünkü böyle bir şey olduğu andan itibaren, ilk önce Kıbrıs sonra da Süveyş kontrol altına giriyordu. O zamana kadar başarıyla birbirleriyle harp ettirdiği Türkler ve Ruslar ittifak kuruyorlardı. Türkler ve Rusları kapıştıran da İngiltere’dir. Her ikisinin tarihine baktığınızda hayret verici bir şey görüyorsunuz. Türkler ve Ruslar tarihleri boyunca sadece 19. yüzyılda savaşıyorlar. 18. yüzyılın sonu 19 yüzyılın başı. Bundan evvel savaş yok. Mustafa Kemal Paşa, 1920 yılının 23 Nisan günü Büyük Millet Meclisi açıp orada Meclis Başkanı seçildikten ya iki gün ya da üç gün sonra bir devlet başkanına bir mektup yazmıştır. Bu mektup Lenin’e yazılmıştır. Mektupta, ‘Sizin ve bizim amaçlarımız aynıdır. Batıya karşı, Emperyalizme karşı savaşıyoruz. Şu kadar silaha, şu kadar Ruble paraya ihtiyacımız vardır’ demiştir. Bu mektup, uzun yıllar yayınlanmadı. Ve Sovyetler Birliği çöküp arşivi açılmasaydı, hala da biliniyor olmayacaktı. Bugün onu biliyoruz. Bunun üzerine, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye nasıl bir yardım telaşı içine girdiklerini de biliyoruz. O zaman Mustafa Kemal Paşa ile Lenin’in birlikte tasarladıkları yeni durum bir çeşit Kemalist – Komünist Perdesi ile doğuyu batıdan ayırmak ve doğuyu korumak ve kurtarmaktır. Cumhuriyetin 10.yıl dönümünde Rusya’dan bir yetkili Voroşilov İzmir’i ziyaret etmişti. İzmir’i o kadar çok beğenmişti ki, bir otobüs hediye etti. Bu otobüs uzun süre çalıştırılmadı ama savaş içinde araba kıtlığı çekilince Karşıyaka ile Bostanlı arasında çalışmaya başladı. Markası Ziest’di. Ziest bir Sovyet markasıdır. Yıllarca çalışan bu otobüsün biraz da şeytanlıkla kornasının ilk üç hecesine takılmıştık. Çaldığı zaman şarkı başlangıcı gibiydi. Yıllar sonra, Paris’e gidince fark ettim ki bu Enternasyonel’in ilk üç notasıydı. Onların ünlü marşı. Şimdi bu kadar yakınlıktan sonra, Türkiye nasıl birden bire batıdan yana döndü ve Asya’yı kendine düşman gibi görmeye başladı ve Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisini kaybetti. Bakın birazcık askerlikten anlayan şunu hemen anlar. Kuzeyini Sovyetler Birliği ile dostluk sayesinde garantiye almıştır. İran ile kurduğu dostluk sayesinde gerisini garantiye almıştır. Balkanlardaki eski Osmanlı toprakları üzerine kurulmuş olan devletleri bir araya getirerek Balkan Paktını kurarak Hitler’e karşı garantiye almıştır. Güneyde, Sadabad Paktını kurarak ki orada Irak, İran ve Afganistan vardır. İngiltere’ye karşı kendini garantiye almıştır. Açık bıraktığı tek cihet batıdır. Neden? Çünkü belanın oradan geleceğini biliyor da ondan. Gerçekten bela gelmekte hiç gecikmemiştir. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra ortaya çıkan parti kavgalarının ardında hep batı vardır. Herkes, Şeyh Sait İsyanını orada cahil bir Kürt Müslümanlık adına isyan etti zanneder. Hayır öyle bir şey yok. İki kelimeyle onu da anlatayım isterseniz. Biliyorsunuz, Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye, Kerkük ve Musul’un Misak-ı Milli sınırları içersinde olduğunda ısrarlıydı. Yani, vermiyorduk. Lozan’da bu tartışıldı. Kabul ettiremedik. Kabul edilmeyince, bir konferans yapar orada anlaşırız dediler. İstanbul’da Haliç’de bir konferans yapıldı. Orada da anlaşılamadı. Her iki tarafta burası bizim diyor. İngilizler bizim diyorlar, biz burası bizim diyoruz. Bunun üzerine, Birleşmiş Milletlerinin o zamanki varyasyonu olan Milletler Cemiyetine gidildi. İngilizler, orada kulisleri sayesinde kendi lehlerine bir karar çıkardılar. Ve Türkiye’ye denildi ki Süleymaniye, Musul ve Kerkük’ü terk edeceksiniz. Türkiye ne yaptı biliyor musunuz? Türkiye bunu reddetti. Türkiye bunu reddedince ne oldu biliyor musunuz? İngiltere devleti vehimhanesi Ankara’ya bir ültimatom verdi. Eğer orayı bize vermezsen ‘savaş’ çıkar. Türkiye’nin cevabı ne oldu biliyor musunuz? Savaşırız! Oldu. Biz böyle bir devletin çocuklarıyız. Bir de şu halimize bakın. İngiltere devlet vehimhanesine Süleymaniye, Musul ve Kerkük için savaşırız diyoruz. Savaştan çıkalı henüz beş sene olmuş. Halbuki, sonradan savaşsız, bir miktar ‘para alarak’ her üçünü de onlara devrettik. Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye’nin başında bir ‘batı belası’ vardır ve bu bela hiç eksik olmamıştır. Bu nedenle, Mustafa Kemal ölünceye kadar batıyla hiçbir anlaşma yapmamıştır. Kral 8. Edward, Dolmabahçe Sarayına Mustafa Kemal Paşa’nın ayağına kadar geldi. Mustafa Kemal Paşa, Dolmabahçe Sarayında, Kralın Edward’ın isteklerinin hepsini reddetti. İngilizlerle hiçbir anlaşma da yapmadı. Peki İngilizlerle ne zaman anlaşma yaptık? Mustafa Kemal Paşanın ölümünden 144 gün sonra, çok da değil. Ve hiç açık bir mecburiyet yokken İsmet Paşa gitti İngilizlerle bir anlaşma imzaladı. Bugün içine düştüğümüz çıkmazın başlangıcı o anlaşmadır. O anlaşma bizi, İkinci Cihan Harbinde sefil etti. Hatta biraz da rezil etti. Herkesle dost olduk hiç birinin yanında harbe girmedik. Bundan da biz ‘sanki büyük bir başarı kazanmış’ gibi çıktık. Tek başına ve yalnız kalmıştık. O günden bu güne Türkiye artık kendisini ‘ciddi ve önemli bir devlet sayamıyor’. Bu utanç verici bir şeydir. Sizin 70 kusur milyon nüfusunuz olacak ve dünya ekonomisinin ilk 20’si içinde ilk 16. sırada bulunacaksınız, dünya savunma örgütleri içersinde ilk 10’da 6. sırada olacaksınız ve küçük bir devlet gibi acaba beni ‘Avrupa Birliğine alırlar mı?’ acaba ‘Amerika bana bunu verir mi?’ diye ‘Medine fukarası gibi yalvaracaksınız’. Gazi kim bilir mezarında nasıl dönüyor? Bu olacak bir iş değildir. Yapılacak bir iş değildir. Hele bizim yapmamıza kimsenin tahammülü olmaması gereken bir şeydir. Batı bizden korkuyor. Bu o kadar açık ortada. Fakat bir türlü devleti yöneten adamlarımıza bunu anlatamıyoruz ama hiç olmazsa aydınlarımız bunu anlamalı. Bizim amacımız, ‘batılılaşmak’ değildir. Bizim amacımız ‘çağdaşlaşmaktır’. İkisi birbirinden farklı şeylerdir. Batılılaşmak demek, batıda herhangi bir devletin gelişmek için ne yaptıysa, hepsini alıp Türkiye’de yapmak demektir. Bu yaptığınıza, ‘sömürgeleşmek’ denir. Çünkü batılı devletler sömürgelerinde bunu yaparlar. Yani, mesela Cezayirli yazarlar Fransızca yazarlar ve eserlerini Fransa’da yayınlarlar. Şimdi bizim delikanlıların İngilizce yazıp Amerika’da yayınlamak istemeleri gibi. Bu bir hacalettir. Utanç verici bir şeydir. Sen kendi dilinde yazıp oraya kendini kabul ettirebiliyor musun? Sen o zaman önemli bir devletsin. Ve sen bunu yapacak güçtesin. Şimdi buraya nereden ve niçin geliyorum? Çünkü biz buraya gelebilmek için başlangıçta anlattığım o dramatik sahneleri yaşamış olan Ege’yi özellikle İzmir’i kurtarmayı hedef edinmiştik. Büyük Taaruzun hesabı kitabı bunun üzerine yapılmıştı. 26 Ağustos’ta Büyük Taaruz başladığı zaman, kıtalar hedeflerini biliyorlardı. Hedef Akdeniz’di. O da İzmir demekti. O savaşı çeşitli yabancılardan okumak lazım. Ve gene şaşıracaksınız. En iyi Ruslar anlatıyorlar. Çünkü cepheye en yakın sokulabilen Ruslar olmuşlar o zaman. Ve birisinin anlattığı bir sahne vardır ki benim hiç gözümün önünden hiç gitmez. ‘Askerler sıraya girdiler. Bir yerde onlara avuçla arpa veriliyor. Buna bir anlam veremedim.’ diyor bir Rus gazeteci. ‘Gittim ve bunu bu işi yapanlara sordum. Niçin bu arpayı veriyorsunuz? Bu onların ‘tayını’ demişler. Bu arpayı haşlayıp yiyeceklerdir.’ İşte, biz bununla İzmir’e geldik. Bununla, Yunanlıları denize döktük. ‘Sizler o Türkler misiniz, değil misiniz?’ Bunu bir düşünün. Onlar böyle adamlardı. Sözü sonuna bağlamadan önce gene o günlere dönelim. Fahrettin Paşa’nın Süvari Kolordusu Büyük Taaruzda çok faal rol oynamıştır. 8 Eylül günü yani bugün Manisa’ya girer. Manisa kurtulmuştur. Uzun süreden beri savaşmaktadırlar ve henüz süvarilerin midesine sıcak yemek girmemiştir. Manisa’nın kazanılması üzerine, bir yemek yenilmesi emredilir. Seyyar mutfaklar kurulur. Yemek hazırlanmaya başlanır. Fakat bir müddet sonra, bu taraftan (İzmir’den) bir telgraf gelir. Yunanlılar çekiliyor, yerli Rumlar şehri yakacak, acele yetişilmesi lazımdır. Menemen’den bir telgraf geliyor. Rumlar bizi yakacak derhal yetişmeniz lazımdır. Derhal kazanlar dökülüyor ve süvariler atlara atlayıp bu gece İzmir istikametinde ve Menemen istikametinde harekete geçiyorlar. Ve aşağı yukarı sabah yaklaşırken bu civara gelmişlerdir. 9 Eylül sabahı, Kumandanı Yüzbaşı Şerafettin Bey olan öndeki birliklerden bir tanesi İzmir’e ilk giren birlik olmak hırsı ve hevesiyle şimdiki ismiyle Hilal ve Alsancak dediğimiz bölgeden bir taaruz geliştiriyor. Neticede, dört nala ilerlerken hiç beklemedikleri bir şekilde, bir yıkıntının arkasında pusu kurmuş olan yerli Rumlar ani bir ateş açıyorlar. Ve bu ateş onları durduruyor hatta içlerinden üçü orada şehit oluyor. Fakat Yüzbaşı Şerafettin Bey’in atlıları öyle kolay yılacak atlılar değillerdir. Savaşarak, Alsancak istikametinden İzmir’e girerler. 9 Eylül sabahı, saat 10.30’da, Konak’ta Hükümet Konağının balkonunda asılı olan Yunan bayrağını Yüzbaşı Şerafettin Bey bizzat indirir. Türk Bayrağını çeker. Ve İzmir Türk olur. Çok geçmeden Sarıkışla ve Kadifekale’ye de bayrak çekilir. Böylece hedefe varılır. Varılır da beni düşündüren şudur. Neden bu kadar sene geçtiği halde, hiç birimiz bu üç şehidin kim olduğunu hiç araştırmadık. Onlar her şeyleriyle, İstiklal Savaşının ‘gerçek temsilcileridir’. Sonuna kadar getiriyorlar ve şehre girerken şehit düşüyorlar. Şu kadere bakın. Ben bunu ilk defa, burada (İzmir’de) gazetecilik yaparken Karşıyaka’ya geçtiğim yolda bir abide görünce fark ettim. Sıradan küçük bir taş dikilmişti. Nedir diye merak ettim. Çünkü öyle şatafatlı bir şey değildi. Bir gün arabadan indim ve baktım. Üzerine yaldızla eski harflerle kısacak bir not düşülmüş. Ben Cumhuriyet çocuğu olduğum için eski yazıyı bilmiyorum. Onu aynen kopya ettim. Sonra götürdüm, o zaman sağ olan anneme gösterdim. Annem ona baktı ve iki kelime okudu. ‘Şeref’ ve ‘Namus’. Bu iki kelime, bütün bir İstiklal Savaşının özetidir. Biz tarihte 20’ye yakın devlet kurmuş bir kavimiz. Biz öyle kolay kolay Yunanlıya, İngiliz’e, Fransız’a esir olacak bir millet değiliz. Bunu her zaman isteyenler çıkacaktır. Ama görev verilmiştir. Görevi biliyorsunuz. Birinci vazifemiz, Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdaafa etmektir. Bu, bizim en büyük hazinemizdir. Ama bu hazineyi, istikbalde dahi elimizden bizim almak isteyecek olan harici ve dahili bedhahlarımız olacaktır. O bedhahlara karşı aynı mantıkla direnebilmeliyiz. O bedhahlar, Mustafa Kemal Paşa’nın nutkun sonunda belirttiği ‘bedhahlar’ ortada. İş o kadar vahim. Onun için ben diyorum ki ‘Parola Vatan, İşareti Namus’ O halde dikkat. Görev başına. Marş marş, marş!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |