İnsanlar yalnızca yaşamın amacının mutluluk olmadığını düşünmeye başlayınca, mutluluğa ulaşabilir. -George Orwell |
|
||||||||||
|
Ve Sonuç: Madımak Hala Yanıyor, Madımak Türkiye’yi Yakıyor... Seval Deniz Karahaliloğlu “Sivas Pir Sultan Abdal’a mezar olacak!” Pis bir ses dalga dalga yükseliyor. Tempolu bir barbar ordusu. Bindirilmiş kıtalar. Sırtlanlar gibi uluyorlar. Ulu uluyabildiğin kadar. “Cumhuriyet Sivas’ta doğdu, Sivas’ta yıkılacak” “Halbuki bizim elimizde kırmızı karanfiller vardı. Biz şenliğe gitmiştik, onlar öldürmeye gelmişti. Biz devlete güvenmiştik.” Ses ulumaya devam eder.. Sivas, Pir Sultan Abdal’a mezar olacak! Elinde karanfillerle siyahlar içindeki kadın devam eder.“Sivas’ta biz umudun yakılışını gördük.” Yer Sivas. Tarih 2 Temmuz 1993. Madımak Oteli. Pir Sultan Abdal Derneği ve Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği Pir Sultan Abdal Kültür Şenliklerine davetli olarak Sivas’a çağrılan aydınlar, yazarlar, şairler, düşünürler, karikatüristler, halk ozanları, folklor ekibi halkı aydınlatmak ve üretimlerini toplumla paylaşmaya gelmişler. Yüreklerinde kırmızı karanfillerle, dillerinde sevgi ve kardeşlik sözcükleriyle. Onlar dostluk için gelmişlerdi. Ozanlar kenti Sivas’ta düşmanlık, kin, nefret ve ölüm buldular. Yer, Sabancı Kültür Merkezi. Dostlar Tiyatrosu. Sahnede Genco Erkal, Meral Çetinkaya, Yiğt Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tüzün, Çağatay Mıdıkhan ve Saliha Şirvan Akan. Baştan aşağı siyahlar içinde sanki başka türlü olabilirmiş gibi. Gönüllere, akıllara, vicdanlara semah yaparak giriyorlar sahneye. Ellerinde kucak dolusu karanfiller. Kan damlaları barış, dostluk selamı olmuş. Meral Çetinkaya’nın bir sözü oyun boyunca kulaklarımda çınlıyor. “Biz onlara karanfillerle gelmiştik. Onlar bizi öldürmeye geldiler.” Sivas - Madımak Katliamında hayatını kaybeden aydın ve sanatçılar arasında semah ekibinde bulunan 11 ve 13 yaşlarında olan Koray Kaya ve Menekşe Kaya’da kardeşler de bulunuyordu. Asuman Sivri, Özlem Şahin, Nurcan Şahin, Yasemin Sivri, Belkıs Çakır, Serpil Canik, Serkan Doğan, Yeşim Özkan, Huriye Özkan, Handan Metin, Sait Metin, Ahmet Özyurt, İnci Türk, Muammer Çiçek, Gülsüm Karababa, Murat Gündüz, Mehmet Atay, Gülender Akça, Hasret Gültekin, Sehergül Ateş, Erdal Ayrancı, Asaf Koçak, Uğur Kaynar, Behçet Aysan, Edibe Sulari Aybaba, Muhlis Akarsu; Muhibe Akarsu, Metin Altıok, Carina Cuanna, Asım Bezirci ve Nesimi Çimen’den oluşan liste, Türk Toplumu’nun yaşadığı en ciddi ve “en gerçek travmadır”! Yakılarak katledilenlerin arasında 20 genç fidandan oluşan semah ekibi de yer alıyordu. Bu gencecik insanların ailelerine, annelerine çocuklarınız yakılarak katledildi nasıl denir? Bu nasıl izah edilir? Bunu yakanlar tarafından değerlendirirseniz, bu katliamı “Müslümanlığı kurtarmak” şeklinde açıklayabilmek mümkün mü? Çocuklarını semah gösterisine gönderen bir anneye akşam “çocukların yanarak öldü” nasıl dersiniz? Bunu bir anneye nasıl anlatırsınız? “Sivas 93” birkaç boyutta değerlendirilmesi gereken bir eserdir. Birincisi olayın insanı boyutu ve olayların toplum vicdanında değerlendirilmesi, ikincisi Genco Erkal’ın çok dikkatli ve hassas bir arşiv çalışması yaparak hazırladığı eserin belgesel boyutu ve son olarak yaşanan katliamın sebep sonuç ilişkileri kapsamında günümüze olan yansımaları olarak özetlenebilir. “Sivas 93” tamamıyla belgelere dayalı, geniş bir arşiv çalışması yapılarak hazırlanmış ve Genco Erkal tarafından kaleme alınmış bir belgesel tiyatro eseri. Oyunu yöneten ve sahneye koyan Genco Erkal, büyük bir yükün altından yüz akıyla kalkmış. Sahnenin arkasında yer alan perdede siyah beyaz görüntüler akıyor. Bunlar gerçek görüntüler. Televizyonların bilerek yayınlamadığı, halktan saklanan görüntüler dev ekranda akıyor. Seyirciler hem oyunun içinde insan olarak aydınlarla var oluyorlar, kendilerini bir oyun kişisi olarak hissediyorlar ama aynı zamanda ekrandan akan görüntüleri, oyunla araya bir mesafe koyarak oyunun dışından bakan bir gözlemci olarak da izliyorlar. Oyunla ilgili kullanılan “her sözcüğün görsel bir karşılığının oluşu”, “Sivas 93”’ü belgesel tiyatro örnekleri arasında çok önemli ve çok özel bir yere oturtuyor. Bu metinde geçen her ayrıntının görsel bir karşılığının oluşu, katliamı gerçekleştirenlerin attığı sloganları duyabilmemiz, mahkeme belgeleri, Sivas 93’ü sıradan bir tiyatro oyunu olmaktan çıkarıyor hala “aynı şiddette yaşanan bir gerçeğe” dönüştürüyor. O nedenle, aşağıda okuyacağınız her satır aynı şiddette bugün bile Madımak’ta yaşanmaktadır. Madımak Yangınının boyutları, siyasal etkileri, insan vicdanı ve aklında açtığı onulmaz tahribatın keskin etkilerini günümüz Türkiye’sinde çok açık olarak görebilmek mümkün. Bu sıradan bir oyun eleştirisi değil, bir vicdan borcudur! Eser sahneye konmadan önce çok ciddi bir akademik ve literatür araştırması yapılmış. Mahkeme tutanaklarının yanı sıra, 22 ayrı eser tek tek okunarak bu eserlerden alıntılar kullanılmış. Ayrıca oyunda, katliamda yanarak can veren şair Metin Altıok, şair Behçet Aysan ve şair Uğur Kaynar’ın şiirlerinden bölümler dinliyorsunuz. Bunun yanı sıra, Aziz Nesin’in “Sivas Acısı”, Nazım Hikmet’in “Dünyanın En Tuhaf Mahluku”, Ataol Behramoğlu’nun “Bu Yangın Yerinde” ve Bülent Ecevit’ten “Madımak” isimli eserlerinden bölümler de oyunda seslendiriliyor. Sivas 93’ün müzikleri çok özel. Çünkü Fazıl Say yakın aile dostları şair Metin Altıok için şunları söylüyor. “Metin Altıok, bizim evimize çok sık gelirdi, ben onun şiirleriyle büyüdüm” Oyunda Fazıl Say’ın “Nazım Oratoryosu”, Fazıl Say’ın özellikle şair Metin Altıok için bestelediği “Metin Altıok Oratoryosu”, “Kara Toprak”, “İpek Yolu Konçertosu”, “Keman –Piyano Sonatı”, “Anadolu’nun Sessizliği” ve “Nazım Belgeseli” müziklerinden bölümler oyun boyunca görüntülere eşlik ediyor. Oyunun giysi tasarımı Özlem Kaya’ya ait. Geniş film arşivinden fotoğrafların ve filmlerin ayıklanarak kurgulanmasında aşamasında ise çok büyük bir ekip çalışması yer alıyor. Fotoğrafların düzenlenmesinde Mağma Sanat Hareketi’ne bağlı on sanatçının büyük emeği var. Oyunun ışık tasarımı ise Cemal Baykal’a ait. Ayrıca teknik ekibin katkılarını da unutmamak gerek. Sözün özü oyunun mutfağında azımsanmayacak sayıda insanın emeği geçiyor. “Sivas 93” günümüz Türkiye’sinin geçmişte çekilen bir fotokopisi gibi duruyor. Bu nedenle, kamu vicdanında söyleyecek sözü olan herkesin, bu oyunu bir değil birkaç defa izlemesi gerekir. “Sivas 93” oyunu, sadece 2 Temmuz tarihinde Madımak Katliamının her yıl dönümünde, adet yerini bulsun diye anılacak sonra da rafa kaldırılacak bir oyun değildir. Bugünün, şimdinin, yaşadığımız şu anın Türkiye’sini yakından ilgilendirir. Gelecek kuşaklara ibret olması bakımından geniş kapsamda değerlendirildiğinde “tüm zamanların oyunudur”. Bu nedenle, günümüz Türkiye’sinde yaşanan olaylara kaynaklık ettiği dikkate alınarak, “akıl ve vicdan birlikteliği” içinde düşünülmelidir. Sivas – Madımak Katliamının sonuçları, bugün toplumsal bir “travma” olarak yaşanmaktadır. O gün bu olayları sıradan “münferit olaylar” gibi göstermeye çalışıp “geçiştiren” siyasiler bugünleri hazırlamışlardır. Bunun en yakın örneği “Ergenekon soruşturması” kapsamında tutuklandıktan sonra sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilen işadamı Kuddusi Okkır’ın tedavi gördüğü Edirne'deki Trakya Üniversitesi (TÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Medikal Onkoloji Bölümünde hayatını kaybetmesidir. Hiçbir resmi iddianamenin olmadığı ve sadece ortada dinci basın kaynaklı “şehir efsanelerine” dayanılarak hazırlanan bir takım hikayeler çerçevesinde, hiçbir açıklama yapılmadan insanlar gece yarısı evlerinden apar topar kaldırılarak götürülmektedir. Bakınız İlhan Selçuk’un tutuklanması. Ve bir yılı aşkın süreyle hiçbir resmi dayanağı olmadan, iddianame hazırlanmadan ve mahkemeye çıkartılmadan cezaevinde tutuklu kalmaktadır. Neden suçlandığını dahi bilmeyen, öğrenemeyen ve kendisini savunamayan bir vatandaşımız içinde bulunduğu insan onurunu ayaklar altına alan, insan haklarına aykırı bu muameleye daha fazla dayanamayarak hayatını kaybetti. “Sivas 93” sıradan bir olay değil. Bulunduğumuz noktaya bir günde gelmediğimiz dikkate alınırsa, “Sivas 93 oyununun” sebep sonuç ilişkilerini kurma açısından önemi daha iyi anlaşılacaktır. Tekrar Sabancı Kültür Merkezindeyiz. Arkada dev ekranda görüntüler akıyor. Şenliğin ilk günü. Siyahlar içindeki oyunculara arka planda akan siyah beyaz belgesel görüntüler eşlik ediyor. İronik bir biçimde Kültür Bakanlığı tarafından ortaklaşa düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ndeki ilk gün görüntülerini izliyoruz. Şenlikleri kapsamında yapılan açık oturum ve imza günü etkinlikleri. Aydınların sanat severlerle sıcak iletişimini görünce Madımak Katliamına inanmak o kadar zor ki. Bu güleç aydınlık yüzlü insanlar o katliam yaşanırken neredeydiler? Öyle bir takım insanların sonradan ortaya çıkıp iddia ettikleri gibi “halkı kışkırtarak, gerginlik yarattıkları” şeklinde bir durum yok. Aksine, kitaplarını imzalatanlar hallerinden gayet memnun görünüyorlar. Açık oturumun yapıldığı salon ağzına kadar dolu ve herkes merakla konuşmacıları dinliyor ve tedirginliğin zerresi yok. Değil halkı kışkırtmak. Hem halk neden kışkırtılsın ki? Neden? Bundan kim çıkar sağlar? Mesela toplumu, ülkeyi bölmeye çalışan şeriatçı yobazlar olabilir mi? Katiller ordusu tarafından Sivas’ın bu kadar kolay teslim alınmasına inanmak o kadar güç ki. Bütün bunlar olurken şenliği düzenleyenlerden biri konumunda olan Kültür Bakanlığı nerede? Kültür Bakanı nerede? Hadi kendisini geçtim, Kültür Bakanı yerine şenliğe katılması gereken temsilcisi nerede? Sonra elden ele dolaşan ve imzasız mide bulandıran el ilanları. İşte, halkı gerçek anlamda kışkırtan hastalıklı bir beynin ürünü olan kin ve nefret akan bir takım yazılar. Biz bu yazıların benzerini 1999’da Marmara Depremi esnasında halk yardım beklerken, “Allah sizleri işte böyle cezalandırdı!” yazılı el ilanları dağıtan bir takım karanlık kişilerde de görmüştük. Halk üzerlerine yürüyünce, kuyruklarını kıstırdıkları gibi kaçmışlardı. Gözler Sivas’ta o karanlık beyinli insanları kovalayan “o duyarlı halkı” arıyor. Ama o sağduyulu halkı Sivas’ta görebilmek çok zor. Oyun boyunca beynimizin bir köşesi hep haykırdı: “O sağduyulu Anadolu Halkı nerede?” Sonradan öğreniliyor. Aydınlar daha kente gelmeden birkaç gün önce dağıtılmaya başlanan bu imzasız paçavralarda aynı hastalıklı üslup, aynı korkak tarz. Peki, bu iğrenç ilanları kim basıyor? Güvenlik kuvvetleri nerede? Bu hastalıklı, iğrenç, sözde bildirilerin dağıtılmasına nasıl göz yumuyorlar? Neden engel olmuyorlar? Neden önlem almıyorlar? Korkaklıkları altına imza atmaktan kaçınmalarından anlaşılıyor. Hem korkak, hem de hastalıklı. Cesetleri yiyerek beslenen sırtlanlar gibi. İkinci gün belediyeden anonslar yapılıyor. Açık oturum sonra da halk oyunları gösterisi olacak. Her şey sakinken birden sokaklarda çapulcu diyebileceğimiz türden insanlar, “önceden sözleşmişler” gibi yavaş yavaş meydanda toplanıyor. Havada tedirginlik kokusu. Güvenlik nedeniyle, uyarılan aydınlar Madımak Oteline götürülüyorlar. Etkinlikler “halkın güvenliği” gerekçesi ile iptal ediliyor. Yani, ortada gergin bir durum var. Geçen her dakika güvenlik güçlerinin bu üç beş yobaza müdahale ederek olaylara engel olmasını bekliyoruz. Ama yok. Cumartesi annelerinin üzerine kurt köpekleri salan, kaldırıma oturmuş savunmasız kadınları dönüp iki defa tekmeleyen güvenlik güçleri her nedense yobazlara müdahale etmiyor. Hatta “şefkatli bir mesafeden” olayları elleri kolları bağlı izliyorlar. Güvenlik güçleri göstericileri besledi, büyüttü. Güvenlik güçlerinin “sessizliği” kalabalığı “azdırıyor”. Müdahale eden olmayınca, azgınlar daha bir cesaretli. İlk önce sadece birkaç yüz kişiyken zamanın Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun “yüreklendirmesiyle” yüz bulan çapulcular giderek daha tehlikeli olmaya başlıyor. Sesler daha sert çıkmaya, önceleri sadece uğultu olan gürültü sloganlara dönüşüyor. “Sivas Pir Sultan’a mezar olacak!” “Heykel sökülsün!” Gırtlaklar parçalanıncaya kadar bağırmak yetmez, Pir Sultan Abdal heykelinin üzerine çıkalım, tepinelim, parçalayalım, ezelim, un ufak edelim. Nefret, nefret, nefret. Dişlerden kan damlıyor. İçimizdeki şeytan zincirlerinden boşanmış, öldürme hırsının sarhoşluğu artık dizginlenemez. Bu canavarlığa bir mazeret lazım. Dişlerini çıkarmış, baştaki yobaz yırtınıyor. “Muhammed’in ordusu “şeytan taşlıyoruz”. “Şeriat gelecek zulüm bitecek!” Kalabalık şehvetli bir şekilde taş topluyor. Kaldırım taşları sökülüyor. Taşlayalım, kıralım, dökelim, öldürelim. Neden? Din için. Dini kurtarmak için! Boş veeeer taşlamanın zevkini çıkar. Bu arada dini de kurtarmış olursun. Çapulcular yoldan geçen yaşlı adama “amca sen de atsana” diyorlar. Adam kaldırıp bir taş atıyor. Karşıdaki bankanın camına isabet ediyor. Camlar aşağı inince kalabalığın pek hoşuna gidiyor. Gülüyorlar! Taşlardan bazıları özel arabaları mahvediyor. Bir arabanın sahibi gelen taşları çevredekilere atmaya başlayınca taş atan kudurganlar kaçıyor. Onları kaçırmak bu kadar kolay. Ne kadar korkak oldukları böylece ortaya çıkıyor. Yani güvenlik güçlerinin şöyle bir havaya ateş açması bile bütün bu olayları önlemeye yeterken, güvenlik güçlerinin bu ısrarlı “sessizliğini” anlamak mümkün değil. Bu “sessizlik” neden? 400 yıl önce Pir Sultan Abdal’ı taşlayanların torunları 400 yıl sonra aynı şehvetle Madımak Otelini taşlıyorlar. İçlerindeki şeytan açığa çıkmış, zevkin doruklarında. Öldürmek ne kadar güzel. Taşlayalım! Aydınlara ölüm! Kim oldukları önemli değil! Yeter ki öldürecek birileri olsun! Yeter ki kan aksın! Yeter ki insan eti olsun. Kim oldukları önemli değil! Otelde tedirginliğin boyutları korkuya dönüşmüş durumda. Dışarıyla iletişim kurmak için telefonla yardım istiyorlar. Komiser Mehmet’in telsizinden olayları takip ediyorlar. Sürekli telsizle konuşuluyor. Yardım çağrılarına olumlu yanıtlar veriliyor. Yardım yolda bir iki saate kadar burada olurlar. Korkmayın. Umutlar tazeleniyor. Sonra tükeniyor ve o beklenen yardım hiç gelmiyor. Kudurmuş kalabalık otele taşlar atıyor. Otelin camları paramparça. Oteldekiler cam kırıklarından korunmak için içeriye koridorlara doğru kaçıyorlar. “Kahrolsun Laikler”. Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu sözde kalabalığı sakinleştiriyor (!) “Muhammed’in ordusu. Kafirlerin korkusu. Bu kafirler, bu laikler, Pir Sultan Abdal, şeytana ölüm. Buradan sağ çıkmak yok!” Amacı sözde saldırganları sakinleştirmek (!) olan Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu “ Gazanız mübarek olsun!” diyor. Bu devlet eliyle terör değil de nedir? Bu devlet eliyle “isyana teşvik” değil de nedir? Saatler ilerliyor. Karanlık bastırdı. Televizyonu açtık. Haberlere bakıyoruz. Belki bir umut. Toplum tepki verir, ülke ayağa kalkar diye bekliyoruz. Ama haberlerde Sivas Madımak Oteli küçük sıradan bir haber olarak geçiyor. Sanki önemsiz bir dipnotu. Biz burada can pazarındayız. Televizyonda haber bile olmuyor! Saat 19.45 otelin elektrikleri kesildi. Karanlık. Kapkaranlık. Arkadaşlar yaktıkları çakmaklarla küçük cılız bir aydınlık vermeye çalışıyorlar. Hiçbir şey görmüyoruz. Aziz Nesin’i korumak için yanına verilen üç polisten ikisi yobaz tarikatçıları anımsatan çember sakallılar. İlk önce biri öğleden sonra üç sıralarında ortadan kayboluyor. Sonra ikincisi akşam karanlığından önce ortadan sıvışıyor. Kapıdan bir yabancı içeri girip aydınlara yanaşıp soruyor. “Burada hiç polis var mı?” Yanıt “bilmiyoruz”. Adama daha “sen kimsin, neden soruyorsun?”demeye fırsat bile kalmadan adam geldiği gibi sessizce gidiyor. Anlaşıldı. Polisler otelde olmadığına göre artık otel yakılabilir! Bir kişinin hakkını teslim etmek gerek. Komiser Mehmet Bey olayların sonuna kadar aydınların yanında kaldı. Onların canını korumak için kendi canını ortaya koydu. Bugün hayatta kalan bütün aydınlar Komiser Mehmet Bey’e çok şey borçlular. Ama diğer çember sakal iki polis nerede? Neden onlar hakkında görevi ihmalden soruşturma açılmadı? Dahası dışarıdaki yangını çıkaran kundakçılarla işbirlikçilik yapmak suçundan, katliama katılmak ve yardım etmek suçundan haklarında soruşturma açılmadı? Cinayet ve katliam suçlarında zaman aşımı olmaz. Bu suçlular hakkında hala dava açılabilir! Cafer Erçetin Refah Partili Meclis Üyesi kalabalığı yatıştırmak şöyle dursun yönlendiriyor, teşvik ediyor, açıkçası yönetiyor! “Kafirlere bu kadar kolay kaçma imkanı yok! Yakın” İşte bu noktada Genco Erkal, bütün samimiyetiyle Nazım Hikmet’in “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” isimli şiirini okuyor. Tüylerimiz diken diken. Akrep gibisin kardeşim, korkunç bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat. Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, — demeye de dilim varmıyor ama — kabahatin çoğu senin, canım kardeşim Saat 20.00 oteli duman sardı. Nefes alamıyoruz. Biraz taze hava alabilmek için ilk önce üst katlara çıkıyoruz. Alevler, alevler, alevler. Camlar kırık olduğu için odalara yanıcı maddeler atıyorlar. Koridorlar karanlık, merdivenlere koşuyoruz. Sonra birisi “buraya gelin, zemin kata” diyor. Zemine koşuyoruz. Cılız bir hava esintisi bizi bir açıklığa getiriyor. Yan binanın boşluğuna bakıyor. Karşı binaya geçersek kurtulacağız. Bizi karşı binadan istemiyorlar ama Komiser Mehmet Bey bastırıyor. Onun zoruyla bizi kabul etmek zorunda kalıyorlar. Ve sabaha kadar sancılı bir bekleyiş. Ya geride kalanlar. Merdivenlerde, koridorlarda dumandan boğularak, sonra da diri diri yananlar. Kaç Behçet Aysan, kaç Asım Bezirci, kaç Metin Altıok yetişir bu ülkede? Kaç aydının, düşünürün, sanatçının kanı ve eti susuzluğunu dindirir bu azgın kalabalığın? Kaybımız o kadar büyük ki. İslamiyet’i katliama alet edenlere sormalı, bu katliamı “hangi dünya” aklar? Olayı çok önceden bilerek planlayan gözü dönmüş yobazlar beyinlerini yıkadıkları insanları maşa olarak kullandılar. İmam hatip mezunu, kuran kursu mezunu ve ilkokul mezunu tarikatçıların yanı sıra büyük çoğunluğu okuma yazma bilmez, işportacı, dilenci, işsiz güçsüz, boşta gezer takımı. Sıkıştır üç beş kuruş ellerine, senin için adam bile öldürür değil otel yakmak. Bazıları yakma eylemine, işsizlikten, eğlence olsun diye katıldılar. Amaç hareket olsun. Oyunun bir noktasında Genco Erkal oyunu keserek önemli bir açıklama yapar. “Biz burada bütün Sivaslıları suçlamıyoruz. Bir tarikatın, bir örgütün, bir grubun işlediği suç bütün bir kente yüklenemez.” İyi de bu olaylara tanık olup da sessiz kalanları temize çıkarır mı? Ya da kentte olup biteni sadece seyredenleri? Sessiz kalmak da bir çeşit “onay” değil midir? Kamu vicdanı affeder mi? Bir kent kendi acısıyla dürüstçe ve namusluca yüzleşme cesareti gösteremezse, böylesine bir katliamın “acısını” ve “utancını” nasıl alt eder? Zincirlerinden boşanmış, sokak aralarından meydana doğru “güdülerek” toplanmış on beş bin kişi. Bindirilmiş kıtalar halinde Pir Sultan Abdal heykeline saldıranlar aç. Açlık bastırılmalı, susuzluk giderilmeli. Başlarında zamanın Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, Refah Partili Meclis Üyesi Cafer Erçetin, sakallı karanlık tipler. Kan kokusu almış aç sırtlanlar gibi güruh kana susamış, kan istiyor. Kan yetmez, insan eti olmalı. İnsan eti kızarmalı. Yanık et kokusunun genzi yakan dumanı ciğerlere çekilmeli. Yanan insan etinin tadı damaklarda kalmalı. Belki de bu nedenle bugün Madımak Otelinin bulunduğu yerde bir “kebapçı dükkanı” var. Yanık insan eti tadını tekrar ve tekrar duyumsamak için. Kalabalıkta dalgalanma. Güruh uluyor. Kalabalığın içinde bir takım karanlık tipler insanları yönlendiriyor. Sloganlar atılıyor. Koro şefi kılıklı çember sakal, kalabalığı yöneten, cesaretlendiren ve teşvik eden bir tonda: “Sivas Pir Sultan Abdal’a mezar olacak!” Sanki maç amigoluğu yapıyor. Tekrar daha güçlü, daha gür. Paçalardan cehalet ve yobazlık akıyor. Oyunun bu noktasında Genco Erkal bize Goethe’nin bir sözünü anımsatıyor. “Eyleme geçmiş cehalet kadar tehlikeli bir şey yoktur” Peki güvenlik güçleri nerede? Devlet nerede? Bu şenlik Kültür Bakanlığı tarafından düzenlediğine göre, Kültür Bakanı nerede? Kültür Bakanlığı nerede? Güvenlik güçleri nerede? Neden müdahale etmiyorlar? Neden elleri kolları bağlı öyle seyrediyorlar? Durmak ve seyretmek de bu azgınlar sürüsünü “desteklemek” değil midir? Suskunluk, sessiz bir onay değil de ne? Kalabalığa kimse müdahale etmiyor. Hiç kimse! Devlet Ana nerede? Sessizlik! Güruhun başındaki yobaz uluyor. “Gazanız mübarek olsun!”. Biz bu yobazı Menemen’den tanıyoruz. Aynı yobazlar Menemen’de Kubilay’ı şehit etmemişler miydi? Mazeretleri yine aynı. Toplumu yumuşak karnı üzerinden, dini duyguları istismar ederek vuruyorlar. “Muhammed’in ordusu, kafirlerin korkusu. Bu kafirler, bu “laikler”. Pir Sultan Abdal’ı taşlıyoruz, “şeytan taşlıyoruz”. Gazanız mübarek olsun!” Sloganları bile aynı. Bazı şeyler hiç değişmiyor. Dün, Menemen! Bugün, Sivas! Yarın Neresi? Bu yobazlara kimse müdahale etmeyecek mi? Devlet nerede? Güvenlik güçleri nerede? “Yasadışı laik T.C.’nin hiç bir hakkı yoktur. Şeriat gelecek zulüm bitecek. Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak. Gazanız mübarek olsun!” Mahkemede sanık avukatları “örgüt yok, tahrik var” bahanesine sığınır. Burada sormak lazım. Peki tahrik edenler kim? Sanık avukatlarının bahanesi hazır. “Aziz Nesin var.” Aziz Nesin ağır tahrik unsuru olarak gösterilerek katliam için mazeret aranır. Yani oteli taşlayanların, yakanların, olayları bizzat yöneten Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun ve Refah Partili Meclis Üyesi Cafer Erçetin’in hiç suçu yok mu? Gerçek örgütün izleri bilerek yok edildi. Olaylara karışanlar özellikle izlenmedi. Ertesi gün öğleden sonra ikiye kadar kundakçıların kenti rahatça terk edebilmesi için kente giriş çıkış kontrolü yapılmadı. Gerici, şeriatçı ortak eylemi olarak tarihe geçen Sivas Katliamının sorumlusu olarak ele geçen 106 sanık sevk edildikleri mahkemede tutuklandı. Yargılama süresince yargı tarihinde eşi benzeri görülmemiş olaylar yaşandı. Mesela mahkumlar mahkeme esnasında, yargıçlara madeni para ve çakmak atarak saldırdı. Hakimlere ve mahkemeye alenen hakaret ettiler. Mahkeme salonunda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığını tahkir eden sloganlar attılar. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak! Sivas’ta şeriat yargılama hakkını kullanmıştır. Yasadışı Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir hakkı yoktur. Şeriat gelecek zulüm bitecek!” Bu sloganların bir tanesi bile “vatana ihanet” kapsamına girerken, mahkemenin sanıklara karşı bu “aşırı yumuşak tavrını” anlayabilmek mümkün olmadı. Hiç kimseyi öldürmemiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tahkir edecek en küçük slogan dahi atmamış olan Deniz Gezmiş ve arkadaşları mahkemeye karşı sözde “saygısız tavırları nedeniyle”, “idama mahkum” edilirken, bu kudurmuş canilerin ufak tefek cezalarla kurtulabilmesini anlamak mümkün değil. Bu canileri aynı yasalara göre yargılamak gerekirse, defalarca idama mahkum olmaları gerekmez mi? Sanıklara en büyük destek dönemin Adalet Bakanı (!) Şevket Kazan’dan gelir. Sanıkları koruyup kollayan, sanıklara kol kanat geren, hapishanede paşalar gibi yaşamalarını sağlayan Şevket Kazan, kundakçı katillere moral verebilmek için hepsini tek tek hapishanede ziyaret eder. Ama kamuoyundan gelen tepkiler nedeniyle, çok istemesine rağmen avukatlıklarını yapamaz. Bu arada her nedense devrin Adalet Bakanı Şevket Kazan aynı duyarlılığı katledilen aydınların ailelerini göstermez. Katliamda hayatlarını yitirenler ile yaralı olarak kurtulanların ailelerini arayıp bir “baş sağlığı” ya da “geçmiş olsun” dileğinde bulunmaz.! Ufak tefek cezalarla, Madımak Katliamını geçiştirmeye çalışan mahkemenin anlaşılmaz tavrına karşı Yargıtay kararı bozar, 106 sanıktan 33’üne idam cezası verilir ama sözde AB Kriterleri nedeniyle, bu karar uygulanamaz. Olayda ihmali görülen kamu görevlileri ise çok küçük cezalarla kurtulurlar ya da hiç ceza almazlar. Madımak Katliamı yaşanırken etkisiz ve yetkisiz kalan ve sonradan yaptıkları açıklamalarla katliamı “basit bir olay gibi göstererek geçiştirmeye çalışan” siyasetçilerin açıklamaları çok düşündürücü. Dönemin Başbakanı Tansu Çiler “Endişelenecek bir şey yok. Otelin çevresindeki halkımızın güvenliği sağlanmıştır. Halkımızdan ölen ya da yaralanan olmamıştır”. Ne yani şimdi Madımak Katliam’ında diri diri yakılan 2'si otel personeli olmak üzere 35 insa halka dahil değil mi? Onlar halk değil mi? Onların can güvenliğinin bir önemi yok mu?” Mesut Yılmaz: “Büyütülecek bir olay değil. Bakın geçenlerde yapılan futbol karşılaşmasında 40 kişi ölmüş. Bunlar münferit olaylardır”. Bu hesaba göre, Madımak Katliamı’nın hiçbir önemi yok. Yani, Türk Edebiyatı’nın ve Türk Sanatı’nın değerli isimlerinden oluşan aydınlar grubunun diri diri yakılması hiç önemli değil. Sıradan bir olay! Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü: “Endişelenecek bir durum yok. Olaylar kontrolümüz altında”. Evet, olayların ne kadar kontrol altında olduğunu açıkça görebiliyoruz. 35 kişi diri diri yandı! Süleyman Demirel : “Hakla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyin”. Bu durumda katliamı yapanlar “halk” mı oluyor? Katilleri, canileri “halk” olarak tanımlamak, Türk Halkına biraz “saygısızlık” olmuyor mu acaba? Ya “yakılanlar”? Bu zihniyete göre, “yakılanlar” hangi isim altında tanımlanıyor? Güvenlik güçleri o gün orada gerçekten işlerini yapsalardı, bugün Madımak Katliamı’ndan bahsediyor olmazdık! Katliamın hemen ardından çok sayıda kuruluş Madımak Otelinin gelecek nesillere ibret olması için bir “müzeye” dönüştürülmesini istemesine karşın otel, Sivas Katliamına yaraşır bir biçimde bir “kebapçı dükkanına” dönüştürülür. Acaba ocak başında kebap yiyenler orada yakılarak öldürülenlerin “etlerini” yediklerini düşünerek zevk alıyorlar mıdır? İnsanları canlı canlı yaktıktan sonra, aynı eylemi farklı bir boyutta devam ettirebilmek için böylesine “acı ve utanç dolu” bir yeri kebapçı dükkanına dönüştürmek nasıl bir zihniyetin göstergesi? Mesela ocak başında kebap istediklerinde “çek bir Behçet Aysan bol acılı olsun” mu diyorlar? Yoksa “bir buçuk Metin Altıok kızarmış tarafından” mı? Ya da “bir porsiyon Asım Bezirci az pişmiş” mi? Hangisi? Ocak başında insan etinin keyfini çıkarta çıkarta yemenin zevki nasıl bir duygudur? Yamyamlığın bu kadar aleni biçimde ortaya konması hiç kimseyi rahatsız etmez mi? Koca Sivas Kentinde kebapçı dükkanı açacak başka yer kalmadı da sadece Madımak Oteli mi kaldı? Peki “ozanlara” adanan heykel tekrar tamir edilerek yarine kondu mu? Ya da yeni bir ozanlar heykeli yapıldı mı? Yapılmadıysa, neden yapılmadı? Bu değil Müslümanlığa, insanlığa sığmayan eşi benzeri görülmemiş Madımak Katliamının amacı nedir? Neden? Bu katliam, tek bir günde mi hazırlandı? Yoksa bu katliamı hazırlayan süreçte etken olanlar, Cumhuriyet’e yaşatılan “travmaların bir sonucu” olarak mı ortaya çıkıyorlar? Katliamın nedenlerini, katliamı hazırlayan süreci ve yanıtlarını katliamı bizzat yaşamış ve katliamdan sağ olarak kurtulmayı başarmış olan yazar Hidayet Karakuş ile konuştuk. SDK – Sivas’ta yapılan bu şenliğin amacı neydi? Hidayet Karakuş – Pir Sultan Abdal Derneği ve Kültür Bakanlığı’nın ortaklaşa düzenlediği şenliğin amaçlarından biri de Pir Sultan Abdal Anıtının açılmasıydı. O heykel sadece Pir Sultan Abdal anıtı da değil saz ozanları anıtıydı. Sivas bir saz ozanları kentidir. O nedenle, oradaki anıtın adı da “Ozanlar Anıtı” ydı ancak ertesi gün o kalabalık o anıtı oradan söktü, yerlerde sürükledi ve yaktı. Bir elinde kangal köpeği diğer elinde sazı olan bir ozanı konu ediyordu. O kalabalık ertesi gün anıtı sökerken de devlete başkaldırdılar. SDK – Madımak Katliamı’nda bizzat devletin kendisine karşı bir “isyandan” bahsedebilir miyiz? Hidayet Karakuş - Elbette vardı. Açıkça isyan vardı. Kendileri şu sloganı atıyorlardı. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” sloganlarını attılar. Bunun anlamı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığına “isyandır”. Bu olayları kışkırtanlar kendi açılarından tam anlamıyla başarıya ulaştılar. Ama tabii ki bu kavga birkaç yılda bitecek gibi değil. Bu yüzlerce yıldan beri süre gelen aydınlıkla karanlığın savaşıdır. Hıristiyan dünyasında papazlarla aydınlanmacı güçlerin savaşımıdır. Kilisenin bir tarafa bırakılıp yaşamsal anlamda dinsel ölçülerin insanların “vicdanına” bırakılmasıdır. Türkiye’de bunun daha Mustafa Kemal ile başlamış olması. Çünkü Mustafa Kemal’den önce fetvalarla yürüyen bir şeyhülislam devleti düzeni var. Mesela, şeyhülislamın Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “katli vaciptir” diye öldürülmeleri, idam edilmeleri için fetvaları var. 1993’te gerçekleştirilen “Sivas Katliamı”, Cumhuriyet’e karşı rövanş peşinde olanların olaylarından birisidir. Son zamanlarda bir zat çıkıyor, “Cumhuriyetle birlikte Türk toplumu travma geçirmiştir” diyor. Türk toplumu hangi “travmaları” geçirmiş? Türk Toplumun en ilkel kılıklar içindeyken, kılık kıyafet yasası getirilerek “insanca bir kılığa” dönüştürülmüş. Türk Toplumu %94’ü okuma yazma bilmezken, Arap harflerini okuyamazken, Arap harflerinin okunması türlü sorunlar çıkarırken, kendi diline uygun bir alfabe getirilmiş. Türk Toplumu soyadı yasasına kavuşmuş. Türk Toplumu bir yurttaşlar topluluğu haline dönüştürülmek istenmiş. Türk Toplumu’na yeni bir eğitim düzeni getirilmiş, çağdaş bilimsel anlamda bir öğretim birliği getirilmek istenmiş. Türk Toplumunda kadınlar Avrupa’daki pek çok toplumdan önce uygarlığın gereği olan medeni haklarına kavuşmuşlar, seçme ve seçilme hakkına kavuşmuşlardır. Şeriat yasaları kaldırılmış çağdaş hukuk ilkeleri getirilmiş. “Hukukun üstünlüğü kavramı” daha o zamanlardan yerleştirilmiş. Mahmut Esat Bozkurt’un adalet anlamında, adalet mekanizması anlamında, çağdaşlaşma anlamında yarattığı adalet devrimi, nereden alınmış olursa olsun, günümüz koşullarında bir takım eksiklikleri olsa da temelde çağdaş dünyaya yönelik olarak hazırlanmıştır. Bütün devrimler bilimsel, modern bir yaşam öngörülerek gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlara karşın bugün kalkıp “Türkiye Cumhuriyet’i kurulurken toplum travma yaşamıştır” diyen insanlar, Sivas olaylarının arkasındaki insanlardır, Cumhuriyet’e yaşattıkları travmaları hiç düşünmeyen insanlardır. Bugün bunu söyleyen kişi Şeyh Sait’in torunudur. Şeyh Sait, bu ülkede “İngiliz severlerin adamı” olarak Dersim İsyanını başlatan, Dersim’ deki yanlışların ya da kurbanların sorumlularından biridir. İki yaşındaki Türkiye Cumhuriyetine başkaldıran Şeyh Sait’in torunudur. Dil devrimine başkaldıranların torunudur. “Kubilay’ın katledildiği Menemen Olayları ile Cumhuriyet bir başka travma yaşamıştır”. Cumhuriyet’e yönelik darbelerin, “Cumhuriyet’e yaşatılan travmaların” haddi hesabı yok. Köy Enstitüleri kapatılıyor. Neden? Çünkü Atatürk’ün ölümünden sonra, Cumhuriyet şeyhlerle, ağalarla, toprak ağalarıyla iş birliği yapmak zorunda kalıyor. Köy Enstitüleri’ni engelleyenler şeyhler ve ağalardır. Toprak ağalarından seçilmiş bir başbakan, Adnan Menderes, hilafetin temsilcisi gibi konuşarak, “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyerek, önce Türkçeye çevrilmiş, yıllarca Türkçe okunmuş olan ezanı tekrar Arapçaya çevirten Adnan Menderes, Cumhuriyet’e ayrı bir “travma” yaşatmıştır. Cumhuriyet’in önüne bir takoz koymuştur. Adnan Menderes “odunu koysam, milletvekili seçilir” demiştir. Bugün aynı zihniyet devam ediyor. “Ben kimi milletvekili gösterirsem, seçilir” mantığı bugün de devam ediyor. Bugün “liderler cuntası” söz konusu. Çünkü Türkiye Toplumu yöneticileriyle birlikte demokrasiyi içselleştiremediler. Bugün 2008’in demokrasi anlayışıyla, 1920’leri yargılayanlar bir kere daha tarihi çarpıtmaktadırlar. O günlerde, dünyada bugünkü anlamda demokrasi var mıydı? Tarihi doğru okumak, doğru değerlendirmek gerekir. Kendini bu ülkenin yöneticisi olarak görenlerden de bizim bunu bekleme hakkımız vardır. Bugün Mustafa Kemal’in hareketini ve devrimlerini bazıları kalkıp 1920’lerin faşizmi olarak niteleyebiliyorlar. Cumhuriyet’in kuruluşunu İslami cihat anlayışıyla gerçekleştirilmiş bir kurtuluş savaşı olarak düşünüyorlar. Bunlar tarihi kendi cephelerinden, bugünkü çıkarları açısından okuyan insanlar. Tarihi bilerek çarpıtarak, değiştirerek, bozarak, tam anlamıyla Türkiye’nin temeline dinamit koyarak konuşan insanlar. İşbirlikçidirler. Emperyalizm ile savaşan Türk Halkının, Türk Toplumunun verdiği Kurtuluş Savaşı bugünlerde hiçe sayılıyor. İşbirlikçidirler çünkü emperyalizmin uşaklığını yapıyorlar. Farkında olarak, ya da olmayarak emperyalizmin uşaklığını yapıyorlar. Emperyalizmin sözcükleri ve kavramlarıyla konuşuyorlar. Emperyalizmin beyinlerine aktardığı şırınga ettiği sözcükler ve kavramlar onların dünyalarını belirliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Kurtuluş Savaşı hakkında da çok fazla bilgilerinin olduğunu sanmıyorum. Biliyorlarsa bile çarpıtıyorlar, inkar ediyorlar, bugünkü çıkarlarına aykırı buluyorlar. Bu gerçek! SDK – Devrin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın sanıkların avukatlığını yapmak istemesini ve cezaevine giderek “Cumhuriyet’e isyan etmiş olan” Sivas davası sanıklarına tek tek destek vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hidayet Karakuş – Şevket Kazan o dönemde bakan olmasaydı avukat olarak mahkemeye girecekti. İtiraz edildiği, karşı çıkıldığı için avukat kimliği ile mahkemelere sanık avukatı olarak giremedi. Bakan olarak konumu buna engel olduğu için davalarda sanık avukatı olarak yer alamadı. “Gazanız Mübarek olsun” diyen adam Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’ydu. Sivas olaylarında, orada bulunan topluluğu isyana kışkırtan en önemli söz buydu. Çünkü “gazanız mübarek olsun” demek siz çok kutsal bir iş yaptınız, çok kutsal bir savaşa giriştiniz demek oluyor. Ama “dağılın” demek zorundaydı. Kalabalık dağılmadı, beş bin kişiyken on bin kişi, on bin kişiyken on beş bin kişi oldu. SDK – “Gazanız mübarek olsun” demek ben sizin bu hareketinizi, bu isyanınızı onaylıyorum anlamına gelmiyor mu? Hidayet Karakuş – Zaten “onaylıyorum” demek. Oradaki kalabalık Temel Karamollaoğlu’nun sözlerini o kadar iyi anladı ki daha çok otele saldırdı, daha çok taş attı, daha çok bağırdı. SDK – Bu durumda, dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun, kalabalığa dönerek, ısrarla ve defalarca “gazanız mübarek olsun” diyerek, Sivas olaylarını “teşvik ettiğini” söyleyebilir miyiz? Hidayet Karakuş - Açıkça teşvik ettiğini belirten “gazanız mübarek olsun” lafından daha güzel ne olabilir? “Gazanız mübarek olsun” demekle o kitleyi “kutsamış oldu”. Çünkü gaza “kutsal din savaşı demek”. “Gazanız mübarek olsun” derken onların inanç terminolojisiyle, inanç temrinleriyle konuşuyor. On beş bin kişiye siz “gazanız mübarek olsun” dediğiniz zaman onlar kendilerini daha kutsal, daha yüce, daha değerli bir iş yaptığı konusunda daha çok inanıyorlar. Onları “onaylamış oluyor” ama öte yandan belediye başkanı olarak “dağılın” demek zorunda, çünkü görevi. Arkasından kalabalığa “dağılın” diyor. Ama kalabalık dağılmıyor, daha çok coşarak, daha çok galeyana gelerek oteli taşlıyor, sonra da oteli yakıyorlar. SDK – Olayların sonunda Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu ve insanlar yargılandılar ama sanıklar mahkeme salonunu sirke çevirdiler. Mahkeme heyetine bozuk para, çakmaklarla ve sözlü hakaretlerle saldırdılar. Mahkeme salonunda “şeriat isteriz” diye sloganlar attılar. Hatta sıraların üzerine çıkarak namaz kıldılar. Geçenlerde, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilme nedeni olarak mahkemeye olan sözde “saygısız tutumları” gösterilmişti. Deniz Gezmiş ve arkadaşları hiç kimseyi öldürmemişti, devlete isyan etmemişti, mahkemeye karşı bu tür saygısız davranışların hiç birini yapmadıkları gibi Türkiye Cumhuriyet’i aleyhine tek bir slogan dahi atmamışlardı ve idam edildiler. Bu durumda, Sivas Katliamını gerçekleştiren sanıklara bu zihniyet neden aynı cezaları vermedi? Hidayet Karakuş – İlk duruşmada çok az cezalar aldılar. Ancak Yargıtay bozunca 33 kişiye idam çıktı. Hemen akabinde, Avrupa Uyum Yasaları (!) nedeniyle, hemen Türkiye’de idam cezaları kaldırıldı. İdam edilmeliler miydi? Hayır, idam edilmesinler. Ama ölünceye kadar içeride, hapishanede kalsınlar. Hapiste insan yakmanın ne demek olduğunu düşünsünler. SDK – Katliam için yola çıkanların ana fikri sözde “Müslümanlığı Kurtarmak”. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Hidayet karakuş – Sivas Katliamından hemen sonra, konuyla ilgili olarak Cumhuriyet’te bir yazı dizisi hazırladım. Orada da belirttim. Benim annem ekmek yaparken, tarlada topladığımız kurumuş ayrık otlarını yakardı. Eğer o kurumuş ayrık otlarının içinde bir yeşil yaprak çıkarsa, “bunun canı var” diyerek onu ateşe atmazdı. Benim annem yedi yaşından itibaren namazını, orucunu hiç bırakmayan, namazını kılan bir insandı. Yeşil yaprağı “bunun canı var” diyerek ateşe atmayan Müslüman’la, Sivas’ta bilerek 33 kişiyi diri diri yakan sözde Müslüman bir mi? Yeşil yaprağı “bunun canı var” diyerek ateşe atamayan annem mi Müslüman, yoksa Sivas’ta 33 kişiyi diri diri yakan mı Müslüman? Özellikle bu sorunun her yerde ve her zaman sorulmasını istiyorum! SDK – Annenizin de içinde bulunduğu muhteşem “sağduyulu bir Anadolu Halkı” var. Her türlü zorbalığa, zalimliğe, kötülüğe, esarete ve onursuz yaşama karşı dimdik duran “sağduyulu bir Anadolu Halkı”. Öyle ki, devrin şeyhülislamı Mustafa Kemal ve arkadaşları için “katli vaciptir” diye fetva verdikleri halde, sağduyulu halk şeyhülislamın sözünü hiçe sayarak, şeyhülislama sırtını dönerek, “Sarı Paşalarının” ardından gitmeyi tercih etmiştir. Sivas’ta o halk neredeydi? Hidayet Karakuş – Anadolu halkı var. Bir de şeyhülislamın bu fetvasını hiçe sayan müftüler, imamlar, hocalar var. Mesela, Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi var. Mustafa Kemal Çankaya’da ertesi günü ne yiyeceklerini sorduğunda, Mazhar Müfit Kansu “ bulgur pilavından ve on beş kuruş paralarının kaldığından” söz eder. Kahve için şeker kalmamıştır. Gecenin bir vakti kapı çalınır. Mustafa Kemal odasına çekilmiştir. Gelen Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’dir. Her zaman kahvenizi nasıl içersiniz diye sorulurken, bu sefer Mazhar Müfit Kansu şekerin olmadığını bilerek “kahvenizi sade içerdiniz değil mi?” diye sorar. Börekçizade Rıfat Efendi bunu anlar “sade içiyorum” der. Kahveler içilir. Bundan sonra Ankara Müftüsü kuşağının içinden bir torba çıkarır. Ankara Halkının aralarında topladığı parayı Mazhar Müfit Kansu’ya verir. Dinci geçinen kesimin de bunları bilmesi lazım SDK - Sivas Kongresi’nde Sarı Paşalarına destek olan, şeyhülislama sırtını dönerek Kurtuluş Savaşı boyunca Sarı Paşalarının ardından giden o “yurtsever halk” nerede? Neden o gün Madımak yakılırken ortaya çıkmadılar? “Sivas 93” oyunu boyunca ben o halkı aradım. Hidayet karakuş – Hiç taş atmamış bile olsa orada otelin yanışını seyredenler de bence suçludur. Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal ve arkadaşlarına sahip çıkan destek veren o halkı Sivas’tan kaçırdılar. 1980’den sonra, Sivas’tan İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Almanya’ya çok büyük göçler oldu. Özellikle, Alevi vatandaşlarımız Sivas’tan kaçırtıldılar. 1977 seçimlerinde, Sivas 5’e 2’iydi. Yani, yedi milletvekilinin beşini CHP çıkartıyordu, ikisini de Adalet Partisi çıkartıyordu. 1990’lara, 2000’lere gelindiğinde durum tam tersine döndü. 1993 olayları sırasında ortaya çıkmıştı ki orada kalan alevi ancak bir mahalle kadardı. SDK – Bu katliama isyan etmek için insanın illa Alevi olması gerekmiyor. Sıradan bir insanın vicdanı, bu olaya “hayır” der. Ben “hayır” diyecek sıradan vatandaş nerede diye soruyorum. Hidayet karakuş – Emperyalizm ülkeleri, ulusları, halkları, bir etnik kökene göre, iki dinsel ayrılıklara göre böler. Dinsel ayrılıkları kışkırtır, etnik, ırksal ayrılıkları kışkırtır. Sen Türksün, sen Kürtsün, sen Ermenisin diye. Sen Alevisin, sen Sünnisin, sen Hanefisin, sen Şiisin, diye böler. Türk Halkı emperyalizmin oyununa getirildi. Sadece orada değil. 1947’den sonra Marshall yardımıyla birlikte Türkiye’ye giren Amerikan yardımı, askerlerden önce gelen Amerikalı eğitimciler eğitim düzenimizi şirazesinden çıkardılar. Cumhuriyet’e karşı kuşaklar yetiştirilmeye başlandı. Açık açık inançları kullandılar. İmam Hatipler öyle açıldı, Kuran kursları öyle açıldı. Ezan o yüzden Arapçaya çevrildi. Türk halkının duygusal yanı hep poh pohlandı, kışkırtıldı. Bilen, okuyan, öğrenen insan, bilimsel verilerle yetişen insan “düşünür”. Bilir ve düşünür. Ama inanan insan “sorgulamaz”. Bilen insan soru sorar, “sorgular”. Bu, bilimsel düşüncenin gereğidir. İnanan insanın sorgulamasına gerek yoktur. Doğru onun için “tektir” ve o doğru kabul ettiği şeyi hiç bir zaman için “sorgulamaz”. Körü körüne inanç, insanın güdülerini karartır, insanların beynini karartır. Sonuç, hurafelerle ve karartılmış beyinlerle geldiğimiz nokta, Sivas 93’tür. 2002 ve 2007 seçimleridir. SDK – Madımak Katliamı, maalesef uzun süre halkın gözünde Aziz Nesin’in itfaiye merdiveninden inen görüntüsü eşliğinde, sıradan bir otel yangını gibi gösterildi. Olaya nasıl böylesine basit, sıradan bir otel yangını havası verilebildi? Neden kamuoyu bu kadar duyarsız ve umursamaz kaldı? Hidayet Karakuş – Toplumda çeşitli toplantılarda bunlar dile getirildi. Halkın dini inançlarıyla ve dini duygularıyla oynayanlar, bunu ticari bir meta haline getirenler halkı kışkırtmayı çok iyi bildikleri gibi her davranışlarını dinsel bir amaca ve dinsel bir ilkeye bağlayarak halkı sömürmeye devam ettiler. Sonuçta, halk onların her davranışının dine uygun olduğuna karar verdi. Dine uygun olduğuna karar verince, onları kutsal gibi gördü, onları doğru davrandığını düşündü. Tepki gösterenler ancak aydın olanlar, okumuş olanlar, insani duygularını yitirmemiş olanlar ve bunun mantıki olarak bunun olamayacağını düşünenler oldu. SDK- Ben olayın yasal boyutunda takılı kaldım. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın katliam sanıklarını cezaevinde yatarken moral vermek amacıyla ziyaret etmiş olması başlı başına bir “hukuk skandalı” değil mi? “Hukukun üstünlüğü ilkesinin” geçerli olduğu demokratik ülkelerde, böyle bir olayın gerçekleşmesi halinde “toplumun adalet duygusunu zedeleyeceği ” gerekçesiyle, Adalet Bakanı hakkında bir “Meclis Soruşturmasının” açılmasını gerektirmiyor mu? Doğal olarak, Şevket Kazan’ın bu durumda görevinden “istifa etmesi” gerekiyor. Öyle değil mi? Hidayet Karakuş – Laik, demokratik toplumlarda, bilimsel yaşayan toplumlarda mutlaka olması gereken durumlar. Tepki gören bakanın, skandala karışan bakanın, milletvekilinin, başbakanın anında kaçınılmaz olarak istifa etmesi gerektiren olaylar bunlar. Ama bizim politikacılarımız o denli arsız, o denli yüzsüzler ki her yaptıklarına bir kılıf buluyorlar ve her zaman bu kılıfla yaşamayı, topluma karşı yalan söylemeyi, toplumu aldatmayı sürdürüyorlar. Olayları çarpıtarak yaşamayı sürdürüyorlar. Çünkü laf bol. Lafı söylemek kolay. Ama lafın içi boş, gerçek o değil. Gerçeği bulamayan, gerçeği bilemeyen insanlara, gerçeği öğrenme şansını vermezseniz ne olacak? Televizyonları ele geçirmişsiniz, radyoları, yazılı basını ele geçirmişsiniz? SDK – Madımak Katliamı ile ilgili haber ve görüntüler televizyonlarda çok az yer aldı. Neredeyse hiç gösterilmedi. Bir tek Aziz Nesin’in itfaiye merdiveninden inerken itfaiyeci tarafından tartaklanması görüntüsü var. O kadar! Olay çok “küçültülerek” verildi. Hidayet karakuş – Ben hiçbir şey izleyemedim çünkü o anda biz içerdeydik. Madımak Otelinde o kitle tarafından kıstırılmış vaziyetteydik. 2 Temmuz 1993 gecesi kurtulanlar emniyet müdürlüğüne götürüldük. Olayları ertesi gün televizyonlardan ne kadar izleyebildikse o kadar biliyoruz. Televizyonların arşiv görüntülerinde yangın görüntüleri ayrıntılarıyla var. Çok ilginçtir, yangın görüntülerini de İhlas Haber Ajansı ve Cihan Haber Ajansı’nın kameramanları çekmiştir. Bugün bunları iktidara getiren anlayışın kameramanları çekmiştir. Böyle bir çarpıklık da var. SDK – Siz, Sivas Katliamını birebir yaşayan bir kişi olarak, “Sivas 93 oyununu” izlediniz. Oyun hakkında ne söyleyebilirsiniz? Hidayet Karakuş – Ben oyunu iki defa izledim. Oyun yapısı ve kendi kurgusu içinde söylenebilecek hemen her şey söylenmiş, vurgulanacak her şey vurgulanmıştı. Genco Erkal’ın bu anlamda çok büyük bir içtenlikle, “bu dramatik bir oyun değil, dramatik kurguyla ortaya konmuş bir oyun değil, belgelerin konuşturulduğu bir oyundur” diye belirtmesi Genco Erkal’ın çok büyük bir tiyatro sanatçısı olduğunu, dürüst bir aydın olduğunu gösterir. Genco Erkal orada olması gerekeni yapmıştır. Ancak bu kadar yapılabilirdi. Sivas – Madımak Katliamı çok büyük bir olay. Pek çok belge, pek çok tanık ve pek çok kanıt var. Olayın özü, ancak bu kadar güzel verilebilirdi. Genco Erkal bunu fazlasıyla başardı. SDK – Orada ekranda görüntülerin kesintisiz akıyor olması da izleyiciyi olayın hem içine sokuyor, hem de olayların dışına itiyor. Burada, “yabancılaşma duygusunun” çok güzel verildiğini düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Hidayet Karakuş – Ekrandaki görüntülerin ustaca kullanımı oyunu izleyenlere “olaylar hala devam ediyor” izlenimini verdi. Gerçekten de olaylar hala devam ediyor. Türkiye Toplumu “linç toplumu” haline geldi. Hasret Gültekin “Madımak yangını hala sönmedi” diyordu. Evet, sönmedi. Günümüzde, kalabalıklar hala “Allahü ekber” diye laikliğe düşman bir iktidarın şemsiyesi altında, sokağa çıktıkları zaman aynı şeyleri söyleyebiliyorlar ve söylüyorlar. Bu nedenle, “Madımak Yangını” hala sönmedi. SDK – Olayın çok önemli ve farklı bir boyutu var. Bir an için Madımak Katliamını unutalım. Olayı, devletin varlığına isyan olarak alırsak, sanıklar hakkında ayrıca “devletin varlığını ortadan kaldırmak amacıyla devlete karşı isyan etmekten” başka bir dava açılmadı mı? Hidayet Karakuş – Devlet Güvenlik Mahkemesinde davayı başlangıçta “örgütsüz bir olay” olarak ele aldıkları için sanıklara çok az cezalar verildi. Yargıçlara uygulanan siyasal baskılar nedeniyle, yargının siyasallaşması nedeniyle, yargıçlar çok az cezalar verdiler. En ağır ceza 15 yıl hapis cezasıydı. O yargıçların, o koşullarda bu sanıklara nasıl cezayı indirimler uyguladıklarını sormak gerekiyor. Burada koşutluk devam ediyor. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına hiçbir cezai indirim uygulamayan yargıçlar ve başta savcı Baki Tuğ olmak üzere o anlayış meclise girdi. O meclisin devamında da bunlar türediler. O anlayış imam hatip okullarını açmaya devam etti, o anlayış kuran kurslarını korumaya devam etti, camileri çoğaltmaya devam etti, tarikatlara, cemaatlere kol kanat germeye devam etti. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Sivas olaylarındaki katilleri yan yana getirdiğiniz zaman Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının korunmadığını ama bunların “korunduğunu” görürsünüz. Aynı anlayış, onlara idam verirken bunlara en az cezaları verdiler. Dahası yurt dışında, bugün bir eli yağda, bir eli balda yiyip yaşayan katiller iş kurdular. Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı bu katillerin Türkiye’ye gönderilmesi için gereken girişimleri yapmadı. Aziz Nesin’i itfaiyenin merdivenlerinden inerken öldürmek isteyen “asıl şeytan odur” diye bağıran Cafer Erçakmak 15 yıldan beri sözde kayıp, sözde bulunamıyor! SDK- Peki, “gazanız mübarek olsun” diyerek kitleyi devlete karşı isyana teşvik eden ve Madımak Katliamında kalabalığı kışkırtan Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu cezalandırıldı mı? Hidayet Karakuş – Dava sürerken 1994 yılında Refah Partisi’nden milletvekili seçildi ve “dokunulmazlık zırhına kavuştuğu” için hakkında hiçbir işlem yapılamadı. Refah Partisi kapatıldı, Saadet Partisi’nde kaldı. Şu anda milletvekili değil. SDK – Peki, Temel Karamollaoğlu “devlete karşı isyan etmekten” tekrar yargılanamaz mı? Bildiğim kadarıyla devletin varlığını ortadan kaldırmaya yönelik suçlarda zaman aşımı yok ve sanıklar hakkında tekrar dava açılabilir. Öyle değil mi? Hidayet Karakuş – Bunun için gerçekten Laik, Demokratik, Sosyal, Hukuk Devleti dediğimiz bir devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla var olması gerekiyor. Bugün ele geçirilmiş bir devlet var. Yani, özellikle yürütme ve yasama anlamında ele geçirilmiş bir devletten bahsediyoruz. Bugün “hukukun üstünlüğü ilkesi” anlamında bir tek yargı direniyor. Onun dışında Mustafa Kemal Atatürkçü orduyu bozmaya, değiştirmeye, edilgen kılmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki eğitim, sağlık laik, demokratik, cumhuriyet karşıtlarınca ele geçirilmiş durumda. SDK- “Sivas 93 Oyununu” izlerken ben perişan oldum. Siz olayı bizzat yaşamış bir insan olarak, o anda içerdekilerden biriydiniz ve ölen arkadaşlarınıza dokunma mesafesi uzaklıktaydınız. Olayın dehşeti düşünüldüğünde, bugün yaşıyor olmanız bile bir mucize öyle değil mi? Hidayet Karakuş - Yaşıyor olmam büyük bir şans belki de. O gün orada olan eşimin doğru bir gözlemidir. O gün orada daha çok yanında eşi olanlar kurtuldu. Yanında eşi olmayan oraya yalnız gelen arkadaşlarımız, otelde merdivenlerde barikat kurdular ve birbirlerini yalnız bırakmadılar. Onlar, ilk dumanda boğuldular. Ben eşimi yalnız bırakmadım, bırakamadım. Eşim yanımda olmasaydı, ben de Behçet Aysan’ın yanında, Asım Bezirci’nin yanında, Metin Altıok’un yanında, Erdal Ayrancı’nın yanında, Uğur Kaynar’ın yanında olacaktım. O zaman ben de onlarla birlikte boğulacaktım. Sadece eşimi yalnız bırakmadığım için hayatta kaldık. Çünkü karanlıkta diğer arkadaşlarla birbirimizi kaybettik. Biz otelin arkasından çıkabildik SDK – Otelin yanındaki Büyük Birlik Partisi’nin Binasına geçerek kurtulmanız çok trajik öyle değil mi? Hidayet Karakuş- Onların militanları dışarıda oteli taşlarken biz binaya geçtik. Onlar da hem İslamcı, hem Türkçü, hem de faşizan eğilimler taşıyan bir anlayışın partisi. Bizi onlar kurtardı diyemeyeceğim. Aynı zamanda, Aziz Nesin’in koruması olan Sivas Asayiş Şube Müdürü Komiser Mehmet Bey’in çabasıyla kurtulduk. Komiser Mehmet partide etkili oldu. Komiser Mehmet partide telefonları ele geçirdi, kelimenin tam anlamıyla telefonun başına çöktü ve bizim kurtulmamızı sağladı. Oradakiler de ister istemez buna uydular. Partiye saldırılmasından da korktular. Bizim o binaya geçişimiz onlar için de bir tehlikeydi. Hanımları mutfağa aldılar. Çünkü o partide hanım üye yokmuş. Bizi salonda oturttular. Kendi üyelerini pencere kıyılarına koydular. Dışardan bakanlar binada partililer var desinler diye ışıkları açtılar. Karanlıkta otursaydık büyük bir olasılıkla dışarıdaki kalabalığın oraya saldırma olasılığı çok büyüktü. Bu önlem, hem Komiser Mehmet’in hem de partililerin çabasıyla oldu. Oradan çıkışımız da çok ilginçtir. Komiser Mehmet’in sağa sola telefon etmesi sonucunda belediyeden bir personel aracı geldi. Bize “merdivenlerin ışığını yakmadan tek sıra halinde ineceksiniz, yine ışıkları söndürülmüş personel aracına bineceksiniz ve oradan emniyet müdürlüğüne gideceksiniz” dediler. SDK- Şehir giriş çıkışları tutulmadığı ve kontroller yapılmadığı için katliamı gerçekleştiren bütün katiller kaçmış değil mi? Hidayet Karakuş – Biz sabaha kadar emniyet müdürlüğünde olduğumuz için sokakların durumunu bilmiyorum ama giriş çıkışlarda hiçbir denetim yapılmadığı için herkes kaçmış. Öğleden sonra iki sıralarında otele gittik. Yanmış otelden eşyalarımızı topladık. Bu arada belirtmek istediğim çok önemli bir nokta var. Aziz Nesin’in son dosyası “Onursal Doktor Olamamanın Onuru” otelde kalmıştı. Aziz Nesin’in hanım arkadaşı Aydan Kop benden rica etti. “Bizim bu dosyaya ulaşmamız lazım” dedi. Biz emniyet müdürlüğünden dışarı çıkarılmıyorduk. Dışarı çıkmamıza izin verilmiyordu. O sırada, emniyet müdürlüğüne gazeteci olarak Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gelmişlerdi. Onlar, sözde “aydın” ve sözde “gazeteci” kimlikleriyle (!) Aziz Nesin’e sahip çıkarlar diye düşünerek dedik ki “Biz dışarı çıkamıyoruz, Aziz Nesin’in son dosyası Bond çanta içinde otelde kalmış, biz kendi çantalarımızdan vazgeçtik, o dosyaya ulaşmak için bize yardım eder misiniz?” diye sorduğumuzda, sustular ve ağızlarından tek sözcük bile çıkmadı. Burada “sözde aydın” tavrına dikkat çekmek ve tarihe not düşmek için bunu Cumhuriyet Gazetesindeki yazımda özellikle belirttim. Öğleden sonra, iki gibi bize izin verdiler. Otele giden beş kişi arasında ben de vardım. Bond çantayı elimle koymuş gibi 109 numaralı odadan kendi valizimizle beraber aldım. Dosyayı Aydan Kop ’a teslim ettim. Sonra “Onursal Doktor Olamamanın Onuru” kitap olarak çıktı. SDK- Bu kalabalığın Sivas’ta oturmayan, özellikle dışarıdan getirilen şahıslar oldukları söyleniyor. Hidayet Karakuş – Onu sonradan şöyle duyduk. Sivas’ta “95 Özel Öğrenci” Yurdu varmış. Okullar tatil olduğu halde yurt çevreden getirilen militanlarla doldurulmuş. Büyük çoğunluğu İmam Hatip mezunu, kuran kursu öğrencisi, ilkokul mezunu, camilerde şeriat eğitimi gören gençler. Ortaya çıkan tablo bunu gösteriyor. Sokaktaki kalabalığın içinde işportacılar, dilenciler, işsiz güçsüz insanlar olabilir. Eğer polis çok kararlı bir tavırla onların önüne geçseydi, Paşa Camisi’nden Amerikan Bayrağı yakan kışkırtmacıların caddeye çıktıkları anda onlara müdahale etseydi, 81 kişilerdi, o anda olayı bastırabilirlerdi. Aziz Nesin’in iki tane polis koruması vardı. Öğleden sonra üç buçuk sıralarında birincisi kayboldu, diğeri beş sıralarında ortadan yok oldu. Bizi bir tek Komiser Mehmet Bey sonuna kadar terk etmedi. O gün orada olan ve olaya müdahale etmeyen herkes için idari soruşturma açılması gerekiyor. Oraya askerden yardım istediği halde, özellikle yardım göndermeyen Tugay Komutanı tuğgeneral Ahmet Yücetürk hakkında da soruşturma açılması gerekiyor. Zaten hemen Ağustos’ta tuğgeneral Ahmet Yücetürk’ü emekli ettiler. Tugay Komutanı Ahmet Yücetürk istenen yardımı göndermedi. Yargılanması gerekiyordu. Yargılanmadı. SDK – Yetkilerini özellikle kullanmayan siyasilerin tavrı da en az katiller kadar korkunç. Öyle değil mi? Mesela dönemin Başbakanı Tansu Çillerin “ilgisiz tavrı” için ne söylenebilir? Hidayet Karakuş – “Oteli saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” diye bir açıklama yaptı. Mesut Yılmaz “ Kayseri Spor ve Sivas Spor maçında da çıkan bir arbedede 42 kişi ölmüştü” diye olayı “basitleştirerek”, “önemsemeyen” bir açıklama yaptı. Mesut Yılmaz, Sivas’ta yakılan aydınların ve sanatçıların ölümünü maçta çıkan arbedeyle karşılaştırarak “bunlar münferit olaylar” demiştir. Ama bugün aynı Mesut Yılmaz, Avrupa Konseyi Parlamentosu’nda laikliğin tehlikede olduğunu irtica tehlikesinin varlığından söz ediyor. Demirel “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyin. Yani halka müdahale etmeyin” dedi. Erdal İnönü “Devlet yanınızdadır. Korkmayın. Devlet güçlüdür. Her şey düzelecek” gibi laflar etti. Aşağı yukarı aynı lafları Tansu Çiller’de söyledi. Ertesi sabah kurtulanlar adına arkadaşlara sorarak hazırladığımız basın açıklamasında, kuvvet komutanlarının, Doğan Güreş Paşa’nın yanında Erdal İnönü’yü suçladım. Erdal İnönü’nün yüzüne karşı “Sayın Erdal İnönü’de Tansu Çiller’in fotokopisi gibi konuşuyor” dedim. Anlayışla karşıladığı halde burada SHP’lilerin ilçe ve belediye başkanlarının toplantısında bana olayları anlattırdıkları sırada aynı şeyi söylediğimde, bana büyük tepki gösterdiler. “Siz, bizim genel başkanımızı nasıl eleştirisiniz” diye. Ben de “benim görevim eleştirmek, gördüklerimi söylemek” dedim. Kendimizden saydığımız insanların da “demokrasi sakatlıkları” var. Eksik bir demokrasi anlayışları var. SDK – “Sivas 93” oyununda, Genco Erkal’ın Sivas’lılara karşı çok dikkatli bir yaklaşımı vardı. “Biz burada bütün Sivas’lıları suçlamıyoruz. Bir grubun işlediği suç bütün bir kente yüklenemez” diyordu. Sanırım bu acıyı derinden yaşamış, en sevdiğiniz dostlarınızı orada kaybetmiş biri olarak bu sözü en iyi siz açıklayabilirsiniz. Hidayet Karakuş – Sivas’tan döndükten sonra buradaki toplantılardan birinde Sivaslılar Derneği Başkanı Necmettin Kaynar. Emekli bir öğretmendi. “İstifa ediyorum, Sivaslı olmaktan utanıyorum” dedi. Ben de “Sivaslıların tümünü suçlayarak ayrılmanız doğru değil. Bu işin tümünü Sivaslıların omzuna yıkamayız. Bu çağlar boyunca gelen savaşın bir başka yüzü. Bu yüzden asla bütün Sivaslıları suçlu görmeyelim. Asıl sizin gibi düşünen insanların ayrılmayıp orada kalmasına gerek var” dedim. Aynı şeyi yıllar sonra oyunda Genco Erkal söyledi. SDK- İnsanların diri diri yakıldığı bir yerin “müze” değil de bir “kebapçı” olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hidayet Karakuş – Asıl sorumlu, 15 yıldır oranın müze olmasını öne süren aydınların bu isteğine karşı duyarsız kalan yöneticilerdir. Belediye Başkanıdır, validir, hatta “paramız yok” diyen Kültür Bakanıdır, Hacı Bektaşi Veli Derneği ile Alevi Dernekleri “biz aramızda para toplayalım, burayı müze yapalım, burası unutulmasın” dediklerinde, mal sahibine gidip “sakın satmayın, sonra başınıza iş alırsınız” diye tehdit edip, korkutanlardır. Bu anlayış bugün iktidarda olduğu için onlar utanmalı. Orada aç kalmış karnını doyuran halkı suçlayamam ben. Orada onların aklına Behçet Aysan gelmez çünkü Metin Altıok’ u da tanımazlar, Asım Bezirci’ yi de bilmezler. “Sivas 93 oyununun” yazılması benim için çok zor bir yazı oldu. Gerek oyunun içeriği, gerek olayların ağırlığı ve insana yüklediği vicdani sorumluluk nedeniyle her satırında yüreğim titredi. Yeri geldi isyan ettim. Olağanüstü değerli, yeri doldurulamayacak insanların katledilişi karşısında toplumun, siyasetçilerin, sözde aydınların, sözde gazetecilerin, sözde sanatçıların duyarsızlığı karşısında isyan ettim. Nefes alamadığım anlar oldu. Sanki onlarla birlikte dumanı soludum. Buzdan bir el yüreğimi sıktı, o acıyı yüreğimde hissettim. Aklı selimini kaybetmiş bir toplumda, “akıl ve vicdan birlikteliğinden” bahsetmek boş bir hayal mi? Havanda su mu dövüyoruz? “Kamu vicdanı” dediğimiz kavramın son kullanma tarihi geçtiği için kimse duymuyor olabilir mi? Bu “aymazlığın” sonu nereye varır? Ben hala “katli vaciptir” fetvasını veren şeyhülislama sırtını dönen, Sarı Paşa’sının ardından giden Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi gibi “yüreği ve aklı aydınlık” kalmış insanların varlığına inanıyorum. O “yurtsever, sağduyulu Anadolu Halkının” karanlıkları aydınlığa çevirdiğine inanıyor, inanmak istiyorum… Vicdanı temiz kalmış, namuslu Anadolu Halkı olmasa, Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kazanırdık? Öyle değil mi?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |