İnsan kendini bilmeli. Gerçeği keşfetmeye yaramasa da, yaşamayı öğretiyor. Ve bundan daha güzel birşey yok. -Pascal |
|
||||||||||
|
Şeftali ağaçları kısa ömürlüdür. Genelde yirmi beş otuz yıl yaşarlar. Yaprakları kızgın Ağustos güneşinde sonbaharı bile bekleyemeden dökülmeye başlar. Tüylü meyvelerinden huylanan epey insan tanırım. Yine de şeftali rengiyle, kokusuyla, tadıyla yerine hiçbir şey konamayacak kadar güzel bir meyvedir. Severim… Baharda bademlerin ardından uçuk ve şeker pembe tonlardan başlayarak kırmızıya varan çiçekleriyle şeftali ağaçları coşkulu bir şarkı söyler. Görmemek, aldırmamak, bakmadan geçmek imkânsızdır. Şeftali çiçekleriyle baharı daha koyu, daha yoğun yaşayıp, büyülenirim. İçimde kocaman bir baştan çıkma, ipten kazıktan kurtulma isteği, her şeyi kendi haline bırakma tutkusu büyütür, güç bela dizginlerim. İsterim ama bahara ve şeftali çiçeklere uyamam. Belki önümüzdeki bahara, gelecek seneye derim… Cengiz Topel İlkokulu’nun bahçesindeki yüzlerce şeftali ağacı çiçeğe durduğunda belediye işçileri gelip sokaklara kazmaya başlamıştı. “Sokak çeşmelerinden su taşımak, tulumbaların kumlu sularını içmek artık sona erecek.” diyorlardı. Çukurlar benim boyumdan yüksekti. Çukurun birine inip bütün kasabayı kimseye görünmeden dolaşabilirdim. Çukurlar açılınca bize de bir sürü yeni oyun çıkmıştı. Örneğin gece saklambacına yepyeni bir boyut gelmişti. Ebe genelde hiç birimizi bulamaz resmen şapa otururdu. Komşu bahçelerden çaldığımız erik, üzüm, armut, şeftali ve narları çukurlara inerek, kimseye görünmeden mideye indirmek de çok kolaylaşmıştı. Çukurların sağladığı koruma yüzünden Aksekilinin Bahçesi o yaz bizden çektiğini geçmiş yıllarda hiç görmemişti. Bizimle baş edebilmek için yapmadıkları kalmadı ama hiçbir işe yaramadı. Kapı önüne postu sermelerine rağmen şeftalileri mahallenin çocuklarından koruyamıyorlardı. Ben elbette o çekirge sürüsü gibi davranan ekibin içinde yoktum. Onların sevimli ve yakın komşusu olduğum için istediğim zaman meyvelerinden koparmama izin veriyorlardı. Elbette gizlice koparmak çok daha keyifli olurdu ama ben komşunun uslu oğlu olmakla yetinmek zorundaydım. Bütün sokakları dolaşan derin çukurlar yaz ortasında biz oyunlara bile doyamadan kapatılıp, zaten toprak olan yollar betona dönüştürüldü. Hatta kaldırımlar bile yapıldı ve bütün sokaklara zeytin fidanları dikildi. Mesut ağabeyin beygiri ile zil zurna evinin yolunu bulmaya çalışan Ocakçı Bekir’den başka çukura düşen de olmadı. Evlerimizde artık sular çeşmeden akıyordu. Beton yollar ve kaldırımlar sıcak yaz akşamlarında yeni bir alışkanlığı da beraberinde getirdi. Erkek ve kız çocuklar ayrı ayrı gruplar olarak gecenin ilerleyen saatlerine kadar kaldırımlarda oturup, gülüşüp konuşmayı alışkanlık haline getirmiştik. Akşam yemeğine sokaktan çağrıldığımız yetmezmiş gibi ayrıca “Artık geç oldu, yarın erken kalkıp tarlaya gitçez. Hadi gir bakayım artık içeri.” denilerek yatmaya çağırılır olduk. Okulda aynı sıralarda otururken yaz gelince bizi kız ve erkek diye ayırmak genellikle fitne, fücur, dedikoducu, kurşun döken, birkaç duayı yalan yanlış mırıldanıp kendini bir mok sayan birkaç işgüzar komşu kadının başının altından çıkardı. Bu meymenetsiz kadınların biri çıkıp bize karışana kadar birlikte oturmakta, oynamakta, konuşu, şakalaşmakta bir sakınca görmezdik. Bize sürekli büyüdüğümüz söyleniyordu. Ama yinede bakkala, çarşıya gitmek türünden bütün ayak işleri bize yaptırılıyordu. Birkaçımız dışında çoğumuz daha kız sevmeyi, aşk, meşk, gönül işlerini bile bilmiyorduk. Akşam yemeğinin ardından yine sokağa dökülmüş, sokak lambasının altındaki kaldırıma Menemen Testisi gibi dizilmiş oturuyorduk. Hangi aklıevvel yumurtladı bilmiyorum kendimi okul bahçesine şeftali çalmaya giden bir grup yaşıtım arasında buldum. İtiraz etsem, “Ben gelmiyorum.” desem beni ödlek olmakla suçlayacaklardı. Serde on bir yaşının delikanlılığı vardı. İstemeye istemeye onlara uyup şeftali operasyonuna katıldım. Önce pamuk tarlasını geçip tren yoluna çıktık. Tren yolunu izleyip bahçeye derenin ve bağların olduğu yerden girmeye karar verdik. Zaten sokaktan, evlerin arasından bahçeye daha girmeden görülürdük. Önünde sıra sıra selviler dizili olan duvarı atlayıp telaşla bahçeye daldık. Karanlıkta şeftalilerin irisini, ufağını, olmuşunu, hamını seçme şansımız yoktu. Dalların arasından el yordamı ile bulduklarımızı koynumuza doldurmaya başladık. Birkaç şeftali dalına uzanır uzanmaz keskin bir düdük sesi geceyi çığlık gibi deldi. Telaşla bahçeye girdiğimiz duvarı atlayıp dere kıyısındaki yola çıktık. Birine rastlarsak şeftalileri saklayıp yoldan geçip gidiyormuşuz ayağına yatacaktık. Zaten düdüğün sesi de evlerin olduğu taraftan gelmişti. Dere boyunca uzayıp giden yolda kimse yoktu. Sokağın başına, sokak lambasının altına vardığımızda Bekçi Ekrem önümüzde birdenbire bitiverdi. Hepimiz donup kaldık. Sanki söz birliği etmişçesine gömleğimizin içine doldurduğumuz şeftalileri patır patır yere bırakıverdik. Herkes kabahatinden kurtulmak, “Çaldık ama bir tane bile yemedik, işte hepsi burada.”der gibi davranmıştı. Hiç birimiz kaçmaya bile yeltenmedik. Oysa kaçmaya çalışsak bir ikimiz belki yakalanır ama ekibin çoğu gecenin karanlığında bekçinin elinden rahatlıkla kaçabilirdi. Boynumuzu büküp kendimizi Bekçi Ekrem’in insafına bıraktık. Bekçi büyük bir dikkatle hepimizin adını, soy adını, balarımızın adını cebinden çıkardığı küçük defterine tek tek yazdı. “Ayıp değimli? Bu yaptığınız size yakışıyor mu? Bir daha sizi böyle bir şey yaparken yakalarsam hepinizi Saruhanlı’ya karakola götürürüm. Orada eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyince aklınız başınıza gelir ”diyerek hem bizi azarladı hem de gözdağı verdi. Sonra da şeftalileri alıp gitmemizi işaret ederek oradan ayrıldı. Bekçinin sözleri bizi korkutmamıştı: Şeftali hırsızlığından sabıkalı olmak hepimizin canını çok sıkmıştı. Bekçi bıraktıktan sonra bile uzun bir süre hiç kimsenin ağzını bıçak açmadı. Hiç kimse gömleğinden yola döktüğü şeftalilerin bir tekini bile almaya yeltenmedi. Sus pus kendi sokağımızın yolunu tuttuk. Bundan hiç kimseye bahsetmemek içinde birbirimize söz verdik. Biz konuşmasak bile yakında zaten işin kokusu çıkacaktı. Çünkü hepimiz Çiftçi Mallarını Koruma Derneğinin kestiği on beş liralık Atatürk Cezası makbuzunun yakında babalarımıza ulaşacağını biliyorduk. Ağustos 2006 Seyfullah
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |