Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
Şeftali hırsızları olarak Bekçi Ekrem’in küçük defterinde yerimizi aldıktan sonra elbette sokağa dönmekten, hiçbir şey olmamış gibi davranmaktan başka çaremiz yoktu. Yakalanınca bütün şeftalileri bekçinin önüne boşaltıvermiştik. Gömleğimin içinde sırtıma doğru ilerleyen bir şeftali inatla koynumda kalmıştı. Düşmemekte ısrar edince onu öylece bırakmıştım. Çıkarıp yesem arkadaşlara ayıp olacaktı. Başımıza ne geldiyse zaten bu şeftaliler yüzünden gelmişti. Büyük bir ihtimalle arkadaşımın biri onu elimden alıp öfkeyle karanlığa fırlatırdı. Çünkü suçlu olan biz değildik. Şeftalilerin insanı başta çıkaran kokuları, tatları ve dallardan bize kırmızı kırmızı bakmalarıydı. Her akşam oturduğumuz kaldırım kenarına geldiğimizde sokağın kızları da kendi köşelerine toplaşmış, sohbet ediyorlardı. Oların az ötesindeki yerimize oturup gülüşüp, konuşmaya başladık. Aslında kimsenin konuşacak, gülecek hali yoktu ama eğer canımızın sıkkın olduğunu kızlar anlamasın istiyorduk. Rol yapmazsak kızlar ters bir şeylerin olduğunu anlayabilirlerdi. O akşam ben hiç yapmayacağım bir şey yaptım. Herkesin gözü önünde kalkıp gömleğimin içinde kalan şeftaliyi çıkarıp Selma’ya uzattım. Hiçbir şey söylemedim. O da hiçbir şey söylemeden önce bir bana, bir şeftaliye baktı. Bir şey soracak gibi oldu ama sormadı. İsteksizce ve utanmış olarak şeftaliyi alıp kucağına bıraktı. Şeftaliyi verdikten sonra arkadaşlarımın arasına döndüm. Bütün oğlanlar bana gülüyordu. Sadece Selma’ya bir şeftali vermiştim. Bana niçin gülüyorlardı? Bunda gülünecek ne vardı? Selma elinde şeftali kaldırımdan kalkıp evin yolunu tuttu. Çünkü ona da kız arkadaşları gülüyordu. Sanırım onlara kızmıştı. Selma elinde tuttuğu şeftalinin değerinin on beş lira olduğunu elbette bilemezdi. Sokakta durup dururken gidip bir kıza bir şey vermenin, bu şekilde davranmanın bedelinin bu kadar ağır olacağını bilemezdim. Güya ben Selma’ya âşıkmışım. Selma’nın da bende gönlü varmış. Olmasa verdiğim şeftaliyi alır mıymış? O zamanlar henüz on bir yaşındaydım. İkimizde aşk, meşk, gönül işleri için çok küçüktük. Henüz kız sevmenin, âşık olmanın ne olduğunu bilmiyordum. Yıllardan beri hep beraber bu sokaklarda oynuyorduk ve okulda aynı sınıfta okuyorduk. Söylentilerin hangi boyutlara ulaşabileceğini birkaç gün sonra öğrendim. Selma’nın annesi eğer beni kapılarının önünde görürse bacaklarımı kıracakmış. Bacaklarımı korumak için bende birkaç hafta onların kapılarının önünden uzak durdum. Günler, haftalar geçince Selma’nın annesinin öfkesi azaldı. Bir daha bacaklarımı kırmaktan hiç söz etmedi. Onun yerine babam on beş liralık Atatürk Cezasını ödeyince bacaklarımı kırma girişiminde bulundu. Neyse ki fazla öfkeli biri değildi. Bir iki tokatla şeftali hırsızlığının faturasını ödedim. Zaten adımız çıkmıştı ya Selma’ya daha bir dikkatli bakmaya, arkadaşlığımıza özen göstermeye başladım. Her bakışımda onda daha önce görmediğim yeni güzellikler olduğunu keşfetmeye başladım. Bir kere boyu, posu, kaşı gözü güzeldi. Sadece yanaklarındaki çillerini sevmiyordum. Ama yeşil gözleri bütün kusurlarını silip süpürüyordu. Okullar açılınca ikimizde orta bire başladık. Okulların başlamasıyla aramızdaki mesafe daha da büyüdü. Aynı sınıfta olmamıza rağmen onunla hiç konuşamıyordum. Oysa adımız çıkmadan önce her gün birlikte oynayıp, konuşabiliyorduk. Sabahları okula giderken bile ikimiz birlikte yürüyemiyorduk. Selma benden mümkün olduğunca uzak duruyordu. Belki de annesinden korkuyordu. Okul paydos olduğunda O adımlarını hızlandırıp aramızda her zaman bir mesafe oluşmasını sağlıyordu. Neden böyle davrandığını anlayamıyordum. Selma’nın aşkından yanıp tutuşmuyordum. Göremediğim günler kahrımdan ölmüyordum. Gece rüyalarıma da girmiyordu ama onu seviyordum. Ona şiirler de yazmıyordum. Ama onu görmek, onunla konuşmak hoşuma gidiyordu. Bu ilişkiyi tanımlamanın bir yolu olmadığını, anlatacak uygun kelimeler bulamayacağımı biliyorum. Kalbimin hızlı hızlı attığını, heyecandan nefesimin kesildiğini, terlediğimi falar söylemiyorum. Onu Ediz Hun’un Filiz Akın’ı sevdiği gibi değil Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’yi sevdiği gibi seviyordum. Çok konuşmadan, güzel sözler söylemeden, güzelliğini övmeden işte… Öpüşmeden, koklaşmadan, konuşmadan mesafeli ve uzaktan… Kocaman iki yıl Selma’yı uzaktan sevdim. Küçük bir oğlan çocuğu nasıl sevebilirse öyle… Leblebi şekeri aldığımda onunla paylaşmayı, evden getirdiği kuru üzümleri ve incirleri benimle paylaşmasını sevdim. Zaten iletişimimizin çoğu birbirimizden kalem silgi istemekle sınırlıydı. Selma benden uzak durmak için özen gösterirken kendinden büyük oğlanlarla konuşmaktan, gezmekten çekinmiyordu. İki senenin sonunda ben sadece onun ödevlerine yardım eden, angaryalarını yapan, öteye beriye ayak işlerine gönderdiği komşunun küçük oğlu gibi olmuştum. Bu durum fena halde canımı sıkıyordu. Beni çağırdığında sevinçten uçarak yanına giderdim. Genellikle şu kitabı bilmem kime götürü müsün, bize gazete alır mısın gibi şeylerle karşılaşırdım. Ona ilk kez İsmail ile bisiklete binmeyi öğrenirken gördüğümde çok kızdım. Tamam, bisikletim yoktu ama arkadaşın birinden ödünç alıp ona binmesini ben öğretebilirdim. İsmail, Saruhanlıya liseye gidiyordu ve ben ona posta koyamazdım. Selma’nın İsmail’den sonra ilgisi Bayram’a, daha sonra da Mesut’a kaydı. Kısacası o hep bizden beş altı yaş büyük erkeklerle ilgileniyordu. Zaten onunla evlenmeyi, pembe panjurlu evimizde biri oğlan diğeri kız iki yavrumuzla mutlu bir evlilik hayalini kurmuyordum. İyice gözümden düştü ve onu bıraktım. Al mektuplarını, ver mektuplarımı diyebilmeyi, ilişkimizi kesin bir dille sonlandırmayı çok isterdim. Ortada yazılmış mektuplar ve değiş tokuşu yapılacak hediyeler yoktu. Bu yüzden işte o kız benim onu terk ettiğimi bile hiçbir zaman öğrenemedi. Ortaokulun sonlarına doğru bir akşam onu evlerinin arkasındaki bahçede gördüm. Kamil’le öpüşüyordu. İyi ki bu kızı bırakmışım diye düşünüp sevinmiştim. Bu kızdan bana hayır gelmezmiş. Şeftaliler gibi kırmızı yanaklı, taze filizlenmiş yaprak yeşili renkli bakışlı sevgilimden yatılı okula gidince tamamen uzaklaşmış oldum. Bazı geceler yalnızlığımın iyice azdığı zamanlarda ona yazmayı düşündüm. Ona karşı beslediğim hislerimi anlasın, bana gerektiği kadar değer vermediği için üzülsün istedim. Ama yazdığım mektuplar büyük bir ihtimalle annesinin eline geçirdi. Onun eline geçse bile bana yanıt yazamazdı. Çünkü bana gelen mektuplar okul kuralları gereği okunuyordu. Selma’yı onlarca yıldan sonra geçen yaz kasabada gördüm. Yıllar her ikimizi de çok değiştirmiş. Zaman içinde kocaman, iri yarı, kalçaları değirmen taşı gibi, her tarafı bangıl bangıl orta yaşlı bir kadın olup çıkmış. Çocukluk günlerim aklıma gelince gülümsememek elde değil. Doğudan göç edip kasabamıza yerleşen bir delikanlıyla evlenmiş. Boyundan büyük üç çocuğu varmış. Kocası inşaatlarda çalışıyormuş o ise ev hanımı… O şeftali gibi tatlı, yumuşak bakışlı, kırmızı saçlı, çilli kız bambaşka biri olmuş. Her şey bambaşka olsaydı, çocukluk aşkım sürseydi ve ben şimdi onunla evli adam olsaydım diye düşündüm. Bu düşünce hiç hoşuma gitmedi. İyi ki o sadece mahallelinin adımızı çıkardığı çocukluk aşkımmış. Seyfullah Ağustos 2006
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |