"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Bu gece sokaklar boştu. Bizden başka bir canlıda görünürde yoktu. Hayret etmiştik. Kedileri ve köpekleri saymazsak, insan namına sadece iki gece bekçisi ile karşılaştık. Niçin, neden bizden başka bir insan yoktu. Halbuki hava çok güzeldi. Üstelik saat gece yarısı iki bile değildi. Neredeydi bu insanlar, bu yaz mevsiminde. Sarhoş kafamızla bunları tartışıyorduk. Bütün iyi insanlar evlerinde uyuyordu. Bu saatte normal bir insanın dışarıda ne işi vardı. Arkadaşım devamlı bunları anlatıyordu. Haklıydı pekala. Ama ben bu şekilde eve gidip yatamazdım. Üstelik yatağa girsem, gözlerimi kapatsam dahi uyumam mümkün değildi. Ben ısrarla biraz daha dolaşalım diye telkinlerde bulunurken, arkadaşım artık yorulduğunu bu gecede eve boş gitmemizi tavsiye ediyordu. Milyonlarca insanın yaşadığı İstanbul'un bu lanet varoş sokaklarında bir insanla niçin karşılaşmamıştık. Bunu bir türlü anlayamıyordum. "Evet evet gidelim moruk, bu gece hayat yok." dedim. Arkadaşım hüzünlendiğimi anlamış olacak ki, elini omuzuma koyduktan sonra gülümsedi. "Takma kafana Allahın günü bitmez, bu gece de öyle olsun." dedi. El sıkışarak ayrıldık. Bir sokağı döndüğümde şaşırdım. Gözlerime inanamadım. İri yarı bir adam elektrik direğinin altında dikilmiş sigara içiyordu. Haliç manzarasını keyifle seyreden adam çok mutluydu. Üstündeki yazlık elbise ise adamın birazcık kaliteli bir insan olduğunu gösteriyordu. Ayaklarım gidip, gitmemek arasında kararsızdı. Bir kaç saniye tereddüt ettikten sonra ıslık çaldım. Bu ıslık sesi, bizim karanlıkta ki çığlığımızdı. Gece karanlığında bir kaç sokağı hızla geçen ıslık sahibine ulaşmıştı. Az sonra arkadaşım diğer sokaktan çıktı. Merakla: "Hayrola ne oldu?" diye sordu. Hiç konuşmadan başımla elektrik direğini işaret ettim. "Tanıdık falan değildir inşallah." "Hayır zannetmiyorum, yabancıya benziyor." dedim. Elektrik direğine doğru yürümeye başladık. Yürürken birer sigara daha yaktık. Adamın yanından geçerken göz ucuyla onu süzdük. Evet tanıdık birisi değildi. Kesinlikle emindik. Gittiğimiz yönden tekrar geri dönerek adamın yanına yaklaştık. Adam önünden bir kaç kez geçmemize şaşırmış olacak ki bize tuhaf bir şekilde baktı. Otuz yaşlarında gözüken adam, on beş, on altı yaşlarındaki iki çocuğa meraklı gözlerle bakıyordu. Arkadaşım benden bir yaş büyüktü. Sesi de benden daha kalın çıkıyordu. Sertçe sordu: "Burada mı oturuyorsun birader?" Adam şaşkınlıkla: "Hayır misafirliğe geldim." dedi. Ben öfkeyle sordum: "Ulan bu mahalleye dadanan bir kaç ırz düşmanı var. Onlardan birisi olmayasın?" Ortada bir sorun olduğunu hisseden adam ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Gerçekten bir sorun vardı. Hem de çok büyük bir sorun. İyi giyimli adam kibar konuşması ile birşeyler anlatmaya çalışırken arkadaşım yumruğunu sallamıştı bile. Suratından dağılan kan üstümüze sıçramıştı. İkimizin elinde de muşta vardı. Sustalı bıçaklarımızı çıkarmaya gerek bile duymamıştık. Adam can havli ile böğürerek kaçmaya çalıştı ama bir tekme ile onu yere düşürmüştüm. Arkadaşım adamı saçından tutup kafasını kaldırırken ben sağlı sollu yumrukları saydırıyordum. Adeta kum torbasına vuruyorduk. Kan asfalta, üzerimize, her yere saçılıyordu. İri yarı adam dayanıklıydı. Adamın feryatları, çıkan korkunç sesler, gece karanlığında yankılanıyordu. Fakat adam buna rağmen bize ana avrat küfürleri de saydırıyordu. Farkında değildik ama evlerden ışıklar yanmaya başlamıştı. Bir çok insan pencerelerden, korku içinde bizi seyrediyordu. Bir apartman katında yaşlı kadının feryatlarını duyunca kendimize gelebilmiştik. "İmdat adam öldürüyorlar, polis yok mu polis." Tesadüfen bir sokaktan çıkan ekip otosunun mavi lambası karanlıkta parladı. Ben adama tekmeleri saydırırken: "Polis geldi hadi kaçalım." diye bağırdı. Adamı bıraktık. Artık kaçıyorduk. Adam kan revan içerisinde ekip otosunun önüne atladı. Ekip otosunun farları sırtımızı yalarken, gece konduları, bahçe çitlerinin üstlerinden atlayarak izimizi kaybettirmiştik, o gece. Eve girdiğimde hemen tuvalete girip kanlı ellerimi ve yüzümü yıkadım. Pantolonum, tişörtüm, ayakkabılarım, hepsi kanlıydı. Kardeşlerimle yattığım odaya gidip, çekyata uzandım. Nihayet rahatlamıştım. Zevkin doruğuna ulaşmanın keyfiyle gözlerimi kapattım. Sabah annemin sesi odada yankılandı: "Allahın belası gene kavga mı ettin? Pantolonun kan içinde. İş buldun mu iş, baban bu defa seni fena yapacak." Kardeşlerimden birisi okula giderken, diğeri de konfeksiyon atolyesinde çıraklık yapıyordu. Ben ise hiç bir işte çalışamıyordum. Annemin bağırtılarını duymamak için eski yırtık kot pantolonunu giyerek, hemen evden çıktım. Zorlukla aldığım yeni kot pantolonumdan kan lekesinin çıkmayacağını düşününce moralim bozulmuştu. Hırsla yürümeye başladım. Ceplerimi kontrol ettiğimde, muşta ile sustalı bıçağım yerindeydi. Babam bu kez de harçlık bırakmamıştı. Bazen arada sırada çay parası bırakırdı. Takıldığımız kahvehaneye girdiğimde diğer arkadaşlarımı kağıt oynarken gördüm. Yanlarına oturduğumda asık suratlı kahveci yanıma gelerek "ne içersin" diye sordu. Namussuz herif bizi serseri takımından görüp ona göre muamele yapardı. Elinden gelse bizi kahveye dahi sokmazdı. Bir gün onun da işini görecektik. Ve bir gün de görmüştük. Kahvehanesi dağılmıştı. Bazı kemikleri de kırılmıştı. "Tayfun geldi mi çocuklar?" diye sordum. Gelmediğini söylediler. Zaten hep geç gelirdi. Akşam ki zaferimizi konuşmak için sabırsızlanıyordum. İkimiz de bu varoş semtin en kavgacı, en belalı sayılan gençleriydik. Eğer arkadaş olmasaydık, belki de rakip olurduk. Otuz, kırk kişilik bir grubumuz vardı. Ve bu grubun lideriydik. Kağıt oynayan arkadaşlarımı seyrederken bugünü nasıl geçireceğimizi düşündüm. Karnım açtı. Bir iki simit ile doyururdum ama içki parasını nasıl bulabilirdik. Canım sıkıldı. Çünkü dün Tayfun bulmuştu içki parasını. Her gün bir şekilde bir şeyler bulup yaşıyorduk. Gündüzleri işte bu yüzden bunalırdım. Günlerdir babamla karşılaşmaya çekiniyordum. Şansıma, geceleri hep geç gelirdi. Adam gece gündüz, bazen iki işte çalışırdı. Yaptırdığı gece kondunun taksitleri yıllardır bitmiyordu. Ben onun gibi değildim. Onun gibi olmaya da niyetim yoktu. Ben eşek değildim. Diğer insanlar gibi inek de değildim. Ben ve benim gibileri kimse sağamayacaktı. Düşünceler ve çay midemi bulandırmıştı. Kahvehanenin önüne hava almak için çıktığımda arkadaşım Tayfun'u gördüm. Gülerek yanıma gelip bana sarıldı. "Ulan lavuğu ne biçim benzettik iyi mi?" dedi gülerek. HAZİRAN 1981
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © şenol durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |