Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
ZAMAN MEKAN, PATATES- SOĞAN 1 Evden çıkıp otobüs durağına yöneldiğimde saat tam sekizdir. Birkaç adım bile atmadan köşedeki bakkalın kepenkleri açılır. Aytaç Sitesinin kapıcısı badem bıyıklı Rüstem iki küçük çocuğunu caddenin karşısına geçirir. Aynı saatte kentin uzak bir noktasında emekli öğretmen Cemile Hanım geceliğinin üzerine giydiği uzun hırkasıyla kimseye aldırmadan etrafına topladığı sekiz kedinin karnını doyurmaktadır. Yaşlı tekir artık karnını doyurmak için eskisi kadar hevesli davranmamaktadır. Cemile Hanım ona her bakışında “Kedilere nankör derler. Laf ola beri gele. Yalan işte… Bunlar insanlardan daha vefalıdır. İnsan, bir kedi kadar bağlı sevdiklerine bağlı olamamıştır. Şu koca dünyada, yazık” diye mırıldanır. Saat tam sekizde iki karga Pazaryolu üzerideki büyük çınardan havalanarak sitenin üzerinde uçmaya başladılar. Uçarken biri sürekli ötekine dalaşıp duruyordu. Öndeki karga havada bir yay çizerek bahçenin taş döşeli zeminine bir ceviz bıraktı. İkisi aynı anda dalışa geçtiler. Ceviz bahçe zemini yerine kırmızı otomobilin tavanına düştü. Otomobilden sekerek yerde yuvarlanmaya başladı. Kargalar birden otomobilin yanında bekleyen adamı fark ettiler. Hala yerde yuvarlanmaya devam eden cevizin peşini bırakıp yeniden havaya yükseldiler. Apartmanın çatısının üzerinden uçup gözden kayboldular. Adam uzun uzun arabasının tavanını gözden geçirdi. Elini kaportanın boyası üzerinde gezdirip öfkeyle bahçe kapısına seslendi. “Hadi ama beril, bütün gün seni mi bekleyeceğim?” diye bağırdı. Küçük kız babasının sesindeki öfkenin nedenini anlayamadı. Çünkü o kargaların arabanın üstüne bıraktığı cevizden ve tavanda loşun küçücük bir noktaya benzeyen çizikten habersizdi. Neredeyse arabanın rengindeki kırmızı paltosu üzerine astığı sindi resimleriyle süslü okul çantasıyla koşarak gelip arabaya bindi. Saat tam sekizde Bursa Nilüfer’deki E tipi cezaevinde beş aydır tutuklu bulunan Simitçi Nazmi gardiyanın gürültüyle açtığı demir kapıdan avluya çıkarak mahkûmları adliyeye götürecek araca bindi. Bu gün ilk duruşmasına çıkacaktı. Arkadaşlarından ödünç aldığı takım elbiseyi ve gömleğini giymiş bir de boynuna kravat bağlamıştı. Hayatında ilk kez kravat takıyordu. Ve ilk kez bu sabah kendini bu puslu aynada takım elbiseli ve boyalı ayakkabılarla görmüştü. Evlendiği, damat olduğu gün bile kravat takmamıştı. Aynaya ilk baktığında gördüğü resmin kendisi olduğuna inanamamıştı. Saat tam sekizde cezaevi aracına binip duvarların dışına çıktı. Minibüste jandarmalarla birlikte altı kişi vardı. Küçük parmaklıklı pencerelerden sokaklar, parklar ve insanlar görünmüyordu. Hiçbir şey görmese bile dışarıda olduğunu bilmek onu keyiflendirmeye yetiyordu. Savcı ve hâkimleri, mübaşirleri ya da kâtipleri düşünmek istemiyordu. Şu anda kutu gibi kapalı bir yerde olsa bile yollar arabanın tekerlekleri altından akıyordu. Köprülerden geçiyor, sokakları dolaşıyor ve trafik lambalarında duruyordu. Dışarıda olmak ne güzeldi. Saat tam sekizde 6F numaralı belediye otobüsü tıka basa dolu geçti. Durakta bekleyenlerin sadece bir kaçı zar zor arka kapıdan içeri sığmayı başardılar. Otobüs kartları elden ele geçirilerek şoför mahallindeki cihaza dıtlatılıp geri gönderildi. Otobüs kartları elden ele geçirilirken omzuna çantasını asmış ayakta bekleyen uzun çizmeli kız kulaklığı ile yine müzik dinliyordu. “Bunu ileri uzatır mısın?” diyen yolcuları duymadı. Yol boyunca sıkış tepiş otobüste Heykel’e kadar gidip zorunlu kalmadığı sürece kimse ile göz temasında bile bulunmadı. Uzun, dalgalı saçlarıyla yol buyanca oynayıp durdu. Ellerini bağlasalar, saçlarına dokunamasa kim bilir neler olurdu? Sonraki otobüse zorlukla binip Altıparmak’taki iş yerime ulaştığımda artık saat sekiz buçuğu çoktan geçmişti. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz şefimiz Kel Tarık ile göz göze geldim. Niye geç kaldın diye soracağından adım gibi emindim. Sormadı. “Bu gün çalışamıyoruz. Dün geceden beri bu sokakta elektrikler kesikmiş. Akşama kadar da gelmez.”dedi. Utanmasam sevinçten adamın kel kafasından öpecektim. İş yerindekiler söyledi. Akşamki yağmurda mahalledeki trafo patlamış. Ne güzel olmuş. Şirketin binanın arka kısmında küçük bir jenarötörü vardı. Sadece aydınlatma sağlayabiliyordu. Bilgisayarları çalıştırmaya yeterli olmuyordu. Zaten elektrikler yüzünden internet bağlantısı da sürekli gidip geliyormuş. Yaşasın trafoyu patlatan yağmur, yaşasın gidip gelen internet bağlantısı. Seyfullah Aralık 2010 Bursa
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |