Yedi iklim dört köşeyi dolandım / Meğer dünya her tarafta bir imiş. -Dadaloğlu |
|
||||||||||
|
Ölümsüzlük arzularını tatmin etme uğruna, kabirlerini bile kale gibi yıkılmamacasına yaptırıyorlar. Oysa kabir dediğimiz şey bir berzah alemi… Yani henüz ahiret hayatının ilk basamağı ki o bile geçici… Tüm insanlığın ilk evi olan Kâbe (Beytullah)’yi bir düşünelim.. Yeryüzünde insan eliyle yapılmış en sade, en yalın küp bir ev ve içinde neredeyse hiçbir şey yok. Ne ölümsüzlüğe soyunmuş bir firavunun, ne de bir peygamberin mezarı.. Kabe’ye doğru secde edenlerin bir mimari esere veya bir türbeye değil, Rablerine secde ettiklerini bilip anlayabilmelerinin ilk adımı da bu! Hakikatin izdüşümünü temsil eden sade dört bir duvarla kurulacak en adaletli ilişkiyi kalp ile gerçekleştirebilmenin muhteşem uğraşı. Zira bu ilişki, vicdanında bildiğini vücudunla ve ruhunla gerçekleştirebilmenin yani imanın en somut yolu.. Derler ki; Kabe’nin yapıldığı dört duvar ve üç sütun Fatiha suresinin yedi ayetine ve insanın cemalinde olan yedi işarete bir göndermedir. Yani ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört ana unsurla birlikte “akıl, ruh ve nefse”… İbn Arabi hazretleri, insan organları içinde ilk oluşanın ve son duranın kalp olduğunu, kalbin ise insanlar için yapılan ilk ev olduğunu ifade eder. Evet, tıpkı yeryüzündeki ilk evimiz Kâbe gibi… Yüreğin dereceleri yükseldikçe, insanlığımıza kavuştuğumuzu ve yeryüzünün halifesi olmaya hak kazanabileceğimizi de bir düşünelim.. Her birimize insan-ı kâmil olma imkânı verilmiş. Bunu “ölmeden önce ölmek”le gerçekleştirebilmek uzun ince bir yol vaat ediyor hepimize. Yani hazreti İnsan olma yolculuğunda, her birimiz kendi irtifalarımızda seyretmekteyiz. O halde Kabe’nin mümin yürekle olan ilişkisini kurabildiğimiz ölçüde yeryüzüne kazık çakmak için ne gökdelenlere, ne görkemli binalara, ne hiç yıkılmayacakmışçasına inşa edilen piramitlere secde etmenin anlamsızlığına varıyoruz. Böylece şeytanın insanı saptırmalarından da kurtulmuş oluruz. İblis, topraktan yaratılmış Hazreti Adem’e secde etmeyi reddettiğinde, kendisinin ateşten olduğunu söyleyerek kendini beğenmiş, yüceltmiştir. İnsana üflenen nefesi (ruhu) ise duyumsamamıştır. İlk insan ve peygamber olan Adem’deki (as) cevheri ise görememiştir. Böylece Kabe’nin hakikatinden uzağa düşmüştür. Allah’a ve tüm peygamberlerin hakikatini kendinde cem eden elçisine itaat etmek müminler için kendileri dahil başka hiçbir insanı putlaştırmamak adına eşsiz bir tecrübedir kuşkusuz. Bir aşk şahidine bağlanmak ve ona secde etmek, insana değil, onun “Hayy: (diri)” olan makamına teslimiyetten başka bir şey değildir o halde. Bu aynı zamanda Allah’ın (cc) güzel isimlerinin suretteki tecellisine de tanıklık etmektir. İbn Arabi, Niyazi Mısri, Mevlana veya Şems-i Tebrizi gibi Allah dostlarının eserlerine ilahi kelam muamelesi yapıp yüceltmek de, kusurlarına bakıp kendine göre mesafe ayarlamak da değildir maksat. Onların makamına secde etmeyi şahsına secde etmek olarak algıladığımızda şeytandan rol çalmış oluyoruz hepimiz bir bakıma. Tıpkı “sevgili”ye yürekle bağlanmak gibi, aşkın da bir teslimiyet adabı, bir şeriatı vardır. Allah’ın yeryüzündeki halifesiyle aramızda kalpten kalbe geçişlerin sahih yolu açılabilmişse, onun temsil ettiği makamdan kuşku duymamak bir kalp mahremiyeti gerektiriyor elbette. Ve tabii bir kalp mahareti. Mahremiyet ve hürmet gibi evrensel değerler bir arada gerçekleşiyor. İnsan ile Kabe arasındaki ilişkiyi yürek üzerinden kurduktan sonra tekrar eve dönelim. Yeryüzünde görkemli ve devasa binalar, kabirler inşa etmekle Kabe’nin hakikatinden nasıl uzağa düşüyorsak, kendi insanlığımızı almaktan, yani ruh yolculuğumuzda yükselmekten de o kadar uzaklaşıyoruz! Durup bir düşününce birtakım idolleşmiş kişilerin ideolojilerini putlaştırmaya, bazı zorbalara itaat etmeye başlıyoruz. Veya aynı iştiyakla birtakım becerikli müteahhitleri putlaştırıp onlara arsamızı, evimizi veriyoruz. Nefsin rızası için yapılan yüksek binalarda kalbin Kabe’sine yükselemeyeceğimizi unutarak. Bu durum da bizleri aşkın ilahi yolculuğundan uzaklaştırıyor. Oysa insanın kalbindeki Kabe’ye yaklaştıkça evin yolunu hemen bulabiliyoruz. Kendi elimizle dikip putlaştırdığımız eve değil de O’nun adıyla sevdiğimiz, kıymet verdiğimiz evlere dönüyoruz. Bu, bizi gündelik hayatta bina ölümsüzlüğüne tapınmaktan, manzara görmek için izinsiz kat çıkmaktan, bahçe içinde oturabilmek için yan komşunun hudutlarını ihlal etmekten korur. Kâmil insanın temsil ettiği hakikate teslimiyetlerimiz de bizi yerli yerine koyamadığımız şeylerin zalimi olmaktan korur. Aynı yolculukta alemlere rahmet olarak gelen Hazreti Muhammed Mustafa’(sas)ya yaklaştıkça mecazi aşklardan ilahi aşka varışımız, kendimizi evimizin içinde gibi hissetmemizi sağlar biraz da. Neticede insan kalbi, Allah’ın eseridir. Bu sebeple tüm yürekler Allah’ın evi değil midir zaten? Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |