Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Sâdece ünlüler değil ünsüz sesler de pek çok dilin üstünde bir yekun tutuyor dilimizde..Tabii ki bu seslerin de bir çoğu ağızlarda, Türkçe’nin lehçelerinde yaşamaya, inatla yaşamaya devam ediyor.Transkripsiyonlu bir yazım dilimiz olmadığına göre bu ünsüz sesleri herhalde edebi ürünlerimizde kullanmamız hayli zor.Çünkü bu seslerin telaffuzları da en azından Türkiye Türkçesinde artık unutulmuş görünüyor.Ancak ilmi çalışmalarda, Göktürkçe’den ya da Osmanlıca’dan yapılan çevirilerde karşılaşıyoruz bu seslerle..Tabii ki Türk lehçelerinin tamamına yakınında bu sesler, yazı dilinde de yaşamaya devam ediyor bu da ayrı bir mesele. Üstelik dilimizdeki ünlü ve ünsüzler telaffuzu o kadar da zor sesler değiller.Zira biliyoruz ki Kafkas dilleri gibi dillerde, telaffuzu başka milletlere zor ve bâzen imkansız gelen ünsüzler oldukça fazla.Çift ünsüzlerin aralarına ünlü almadan telaffuz edilerek, yeni seslerin hem de çok sayıda oluşturulması da bâzı dillerin özelliklerinden.Türkçemiz bu zorlukları da aşmış gözüküyor.Yâni Türkçemiz, ünlü ve ünsüzlerinin elverişliliği yönüyle kolay evrenselleşebilecek geçmişte de evrenselleşmiş bir dil.Türkçe bu gibi yönleriyle bir ulus dili olmaktan öte, bir dünya dili olmaya da aday bir dil. Biz yazarlara düşense, Türkçe’de var olan bu mûsiki zenginliğini eserlerimizde gücümüz yettiğince göstermeye çalışmak olmalıdır.Konuşurken ve de yazarken, biteviye aynı seslerle değil de bir şarkı ya da güzel bir türkü bestesinde olduğu gibi, farklı farklı notaları, genel âhengi bozmadan tatlı melodili dokunuşlar yaparak muhâtabın dimağına üflemek tarzında, kalın ünlüleri ince seslerle, sert sessizleri yumuşak seslerle harmanlamalı, bu harmanladığımız seslerin arasına yer yer uzun ünlüleri de serpiştirerek, konuşmamızın ya da yazdığımız o eserin tadını, tuzunu parmak ısırtan bir kıvama getirmeliyiz.Ayrıca okuyucumuzun ya da dinleyicimizin zihninin derinlerinde bir yerlerde kasılıp kalmış, onun bizi anlama çabalarıyla gerginleşmiş beyin hücrelerine şirin bir masaj yapabilme telaşını da her dâim yazılarımızda hissetmeliyiz.. Bunları söylerken bir Ahmet Hâşim sesçiliğine düşmek de istemiyorum ama önceliği mânâya vererek, Türkçemizin bize bahşettiği bu tarz ses imkânlarını da kullanmamızın yerinde hem de oldukça yerinde bir uğraş olduğuna kâni olduğumu söylemek istiyorum..Yoksa pek çoğunu daha şimdiden kaybettiğimiz, binlerce yılın mahsûlü olan ses hazinelerimizin ardından daha çok mersiyeler ve daha çok âh u eninlerle feryatlaşan göz yaşları dökeriz.. Yer yer çağlayanlar gibi şırıl şırıl coşan bir nehir, bâzen de muhâtabın kafasına tokmaklarla fikirler çakan bir çekiç, kimi zaman da âşıkın öpücüklerle selâmladığı biricik aşkına sevdâ çiçeklerini sunduğu zerrin bir tepsi, ara sıra ise cengâver savaşçıların mızrak ve oklarının vızıltılarından tutun da o yiğitlerin atlarının tabanlarından yankılanan nal seslerine kadar türlü türlü notalar şeklinde tezâhür edebilme yeteneğine sâhip Türkçe, hangi eserde bütün bu özellikleriyle el ele olmuşsa, o eser de o eserin sâhibi de sonsuzlukla el ele olmuştur. Edebiyatçıları eser vermeye yönlendiren bir sebep, çoğu zaman da şuurlu olarak bilemediğimiz en kuvvetli âmil, biraz ve belki daha çok; yok olmama, unutulmama, hatta sonsuzlaşma isteği değil de nedir?Ebedi bir hayatı arzulayan ruh midesinin; bâzen acı, bâzen de tatlı feryatları olan edebi ürünler, sonsuz var olmak yanılsamasıyla bizi kuşatırlar, bir canını kaybeden dokuz canlı bir kedinin umutsuzluğa düşmemesi ve yeniden hayata sımsıkı sarılması kararlılığında, yokluğumuzu, geleceğimizdeki karanlıklarımızı tedâvi ederler.En azından biz bunun böyle olduğuna inanırız, inanmak isteriz..Hak vâki olduğunda ise yazdığımız hayırlı eserlerin, sadaka-yı câriye kontenjanından bizlere nurlar yağdıracağına inanmaktan öte bunu ötelerdeki konaklarımızdan hissederiz, biliriz.Bu hissediş olmazsa, eserlerimiz de, yazılarımızdaki âhenk de boşa gidecektir çünkü. Bu gerçeği bilen ve hissedenlerin, er geç dâhil olacakları sonsuzluk saraylarına, ne perişan yazılarını ne de, harap günahlarını götürme hakkı yoktur.İkisine de derinden bir tövbe gerekir.İşte yazıyı yazarken en güzel sesleri seçme, en güzel üslûbu belirlemeye çalışma, süsler için mânayı fedâ etmeme de biraz sonra sonsuzlaşacak o yazının samimi bir tövbesidir.Bu okuduğunuz yazı ise maalesef söylediklerinin tam tersi üzere âmil olan, bu kırık dökük satırları yazan kalemin pişmanlıkla dolu, daha güzel edebi eserleri kendi yüreciğine muştulayan iyimser bir tövbesidir.Ne diyelim : "Allah tövbemizi kabul etsin..."
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |