..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Şenol Durmuş




17 Ağustos 2011
12 Eylül ve Babam  
Şenol Durmuş
Binlerce ev, iş yerleri, sokaklar, binlerce asker tarafından basılıyordu. Ahşap binaların kapıları dipçiklerle kırılıyordu.Yine kadınların, çocukların feryatları arasında erkekler pijamasıyla sürüklenerek sokağa fırlatılıyordu. On beş yaş üzeri bütün erkekler gruplar halinde toplanıyordu. Yerde tekmelenenler, postallarla, joplarla, dipçiklerle, dövülen insanlar eller havada olduğu halde yürütülüyordu. Kimse ne oluyor diyemiyordu. Bir şey sormaya kalkan anında tekmeyi, dipçiği yiyordu. Subaylar, sivil polisler, haykırarak emir yağdırıyordu.


:BEDE:
Altı yaşındaydım, resmi gördüğümde. Gazetenin baş sayfasında, ipte asılıydı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları. Her zaman olduğu gibi babam çalıştığı lokantadan, artan yemekleri sefer taslarına doldurmuş ve artan gazeteleri de eve getirmişti. Fatih de bir gecekondu da oturuyorduk. Sefaletin, yokluğun zirve yaptığı yıllardı. Üç kardeş ve annem hemen her gün akşam yemeği için babamı beklerdik. Yer sofrasında yemeği yerken annem heyecan içersinde sormuştu.

Köylü bir kadın olan annem herhalde bu üç insanın asılmasından etkilenmiş, belki de acımıştı. Babama sormuştu:
"Neden astılar?"

Yüzü bir türlü gülmeyen babam ise bu soruya sert cevap vermişti:
"Komünist onlar. O yüzden astılar."

"Ne demek komünist. Ne iş yapar onlar?"

Komünizmin "K" harfinden haberi bile olmayan babam ise büyük bir bilgiçlikle kulaktan dolma bilgilerle cevaplamıştı:

"Bunlar var ya ne yapıyorlarmış. Rusyada doğan bütün çocukları evlerden toplarmış devlet. Sonra da bunları büyüttükten sonra birbirleri ile evlendirirmiş. Kimse annesini, babasını tanımazmış, kardeş kardeşle evlenirmiş." dediğinde annemin ağzından çıkan kelimeler ağlarcasına çıkmıştı:

"Tüh Allah belalarını versin..."

Ahşap evimizin en lüks eşyası olan radyomuza hayranlıkla bakardık.Türküler, şarkılar arasında duyardık haberlerde..Benzin yok, şeker yok, kuyruklar, Amerikan ambargosu, Kıbrıs fatihi Ecevit, 1 nolu Sıkıyönetim Komutanlığının duyurusu...İnsanların birbirini suçladığı yıllarda yaşamı bir türlü anlayamazdık..Tek dünyamız evimizdi.Korkumuz ise beraber yaşadığımız farelerdi..

Yer yatağında, üç kardeş birbirimize sarılır, yorganı üstümüze çeker, sonra korku içerisinde beklerdik. Çok geçmeden sesler başlardı. Tavan arasındaki yuvalarından, tahta aralıklardan yuvarlanarak, sarkılarak inerdi fareler. Korkudan titrerdik. Pervasızca umursamadan, çılgınca, evin içerisinde koştururlardı. Çığlıklarını duyardık..

Yorganın içerisinde saklanırdık. Yarı aç, yarı tok yaşayan insanların arasında yiyecek ararlardı. Açlıktan çılgına dönerdi bir çoğu. Vefa, Süleymaniye, Haydar semtlerinde sayısız ahşap bina dolaşmıştık. Sık sık yer değiştirirdik. Babam nerede ucuz bir yer bulursa bizi oraya taşırdı. Gittiğimiz her yer eskisinden beter çıkardı. Bazen bir binada sekiz, on aile otururduk. Her odada bir aile yaşardı.Anadolunun çeşitli vilayetlerinden gelen insanların gettolarıydı, ahşap binalar, sokaklar.İnsanların en büyük korkusu ise ülke de yaşanan olaylar değildi.

Bir evde çıkan yangın çok geçmeden diğerlerine sıçrardı. Bazen bir kaç saatte bir sokak yok olur giderdi. Yangın diğer binalara sıçramadan herkes panikle, korkuyla, yatağını, tenceresini kısa bir sürede dışarı taşırdı. Fareler de kaçardı. Binlerce fare, yüzlerce insan aynı anda sokaklara fırlardı. Bir gün yine bir ev yanmıştı...Sokağın yarısı alev içinde yok olmuştu. Ertesi gün baktığımızda denizi gördük. Unkapanı köprüsü önümüzdeydi. Haydar semtinin bir bölümü yine yok olmuştu. Önümüz açılmıştı.Kadınların, çocukların cesetlerini taşıyan on dört tabut sokağa dizildiğinde yakınları feryat ederken çıldırmıştı..

Gözlerimi açtığımda bu ahşap binaları görmüştüm. Akrabalar gelirdi bazen. Köyden bahsederdi, anlatırlardı. Babamın, annemin köydeki hissesini dedemler yollardı. Çuvalların içerisinde bulgur, yoğurt, salça, yağ olurdu. Annem kızardı, akrabalara sitem ederdi. "Bu mu" derdi "Bizim hakkımız." Gelen erzağı öbür yıla kadar azar azar yerdik.

Annem bazen kızdığında bizi cezalandırmak için tahtadan yaptığımız oyuncakları tavan boşluğundan fırlatıp atardı. Biliyordu, orada fareler vardı. Yalvarırdık. Birkaç gün geçtikten sonra merdivene çıkar alırdı oyuncakları. "İnşallah bir daha yaparsınız, görürsünüz" diye sertçe ikaz ederdi. Bir gün yine aynı şeyi yaptı. Günler geçmesine rağmen hiç umursamadı. Çok kızmıştı. Kardeşlerim her gün yalvarırdı.

"Abi sen al ne olursun oyun oynayalım, hadi abi ne olur" diyen yalvarışlara, yakarışlara sonunda dayanamamıştım. Farkında değildim.Belki bir sınav veriyordum. Belki de hayatıma yön verecektim. Korkularımdan arınacağım bir sınavdı. Tereddüt etsem de, korksam da dehşet içerisinde merdiven basamaklarından çıkmaya başlamıştım. Oyuncaklarımız, belki de geleceğimiz o tavan boşluğunda bekliyordu. Son basamakta ayaklarım, ellerim titremişti. Aşağıya baktığımda iki kardeşimin korku dolu bakışlarını gördüm. İnmeyi düşündüm. Onlardan daha fazla korkmuştum. Durdum...

Onların güvenini kaybedemezdim. Bir korkak olarak inemezdim. Diz üstü tavana çıktığımda karanlık boşlukta bakan gözleri gördüm. Eski eşyaların, tahtaların, örümcek ağlarının arasında parlıyordu gözler. Tahta kılıcımız, sapanımız, tam ortadaydı. Fareler kımıldamıyordu, bakıyordu. Titreyerek süründüm. Elimi uzatmamla onları alıp kaçmam saniye bile sürmedi. Basamaklardan indiğimde kardeşlerim bana gülerek, sevinçle bakıyordu. Karanlıkta parlayan gözlerle ilk kez tanışmıştım.

Tavan arasındaki parlayan gözleri yıllar geçtikçe daha iyi tanıyacaktım.Gelecekten, otoriteden nefret edeceğim günlerde belki başlıyordu...

İlkokulu bitirdiğim sene babamın yanında lokantada çırak olarak işe başlamıştım...Babam yaz tatillerinde bile beni her sabah kaldırır, lokantaya götürür çalıştırırdı. Sabah karanlığında Şehzadebaşı sokak aralarında yürürken, yazı yazan sağcı-solcu militanları görürdük. Her Allah’ın günü sabah ezanıyla yola koyuluyorduk. Koşar adım peşinden yürürdüm. Çok hızlı yürürdü. Arkasından yetişmeye çabalıyordum...Yüzü bir türlü gülmeyen babam lokantaya gidene kadar yüzlerce kez uyarırdı Şehzadebaşı sokaklarında yürürken çevresini korku içinde izlerken beni sık sık ikaz ederdi.

"Çabuk yürü, hadi çabuk ol.."

Gölgemizi gören, duvarlarara yazı yazan militanlar hemen silahını çekerdi. Gözcü olanlar ikaz ederdi. Bizi artık sağcısı,solcusu,şeriatçısı, hemen herkes tanıyordu. Gözcüler:
"Tamam birşey yok, aşçı ve oğlu geliyor" derdi.

Yanlarından geçerdik korku içinde. Belki de babam benden daha fazla korkuyordu. Belki de beni yanına güvenlik sigortası olarak alıyordu. Babamın korkak bir adam olduğunu hissetmiştim o yıllarda.Yazı yazan militanların arasında hiçbir şey yokmuşcasına geçerdik. Babam militanları gördüğünde hemen elimi tutardı.. Babama bir şey yapmalarından korkardım. Merak ederdim, yazdıklarını merakla okurdum..

"Çayanlar Ölmez"
"Tek yol devrim"
"Kahrolsun Faşizm"
"Akıncılar"
"Tek yol İslam--
"Dev Genç"

Babam uyarırdı. "Önüne bak, sağa sola bakma" diye yine tekrar ikaz ederdi.

Babama bir şey yapmalarından korkardım...Binlerce ahşap binanın, tarihi yapıların, sokakların arasından süzülürdük. Lokantaya geldiğimizde babam derin bir nefes alırdı. Kepengi açtığımızda fareler yine kaçardı. Mutfağa girer girmez yarım çuval soğan, patatesi hemen önüme koyardı. Nefret ederdim. Sabah çorbası çıkana kadar çalışırdım. Beni sanki çocuğu değil de sıradan bir yardımcısı olarak görürdü. Ellerim bıçak kesikleriyle dolardı. Sabah çorbası çıktığında rahatlardım. Bu kez komilik yapardım. İnsanlar tek tük gelmeye başlardı. Arada bir kamyonlar hızla gelir yanaşırdı diğer hanlara.Büyük bir hızla telaşla koşturan adamlar Marlboro, Kent sigaralarını, kolilerini indirirdi bu hanların depolarına.

Lokantaya gelen ilk müşteriler çoğunlukla yazı yazan militanlar olurdu. Daha sonra sigara kaçakçıları, tombalacılar, hırsızlar, hamallar gelirdi. Süleymaniyenin ahşap binaları öğrenci yurtlarıyla, bekar odalarıyla dolup taşmıştı. Sağcılar, solcular, kaçakçılar, dinciler, bizler, fareler aynı binalarda ortak alanda yaşıyorduk. Kimse farkında değildi ama bu ülkenin geleceği yatıyordu bu bölgede...Burada adeta bir iç savaş yaşanıyordu.Binlerce ahşap binalar, köşkler, tarihi yapılarda bu ülkenin sorunu yaşanıyordu. Bu yerlerin asıl sahibi olan Yahudiler, Ermeniler ve ya diğer azınlıklar Amerika’da, Avrupa’da güvence içinde yaşarken, kiralarını gelirlerini Malatyalılardan alıyordu.

Her bir hanı veya işyerini mutlaka bir Malatyalı çalıştırıyordu. Zengin yahudiler zamanında yanında çaycılık, hamallık yapan Malatyalılara güvenmiş olacak ki terörün hızla ilerlediği yıllarda, mallarını büyük bir güvence ile bu insanlara emanet ederek yurt dışına kapağı atarak, toz olup gitmişlerdi. Malatyalıydım. Malatyalıların İstanbul’a ilk göç ettiği yerdi. Vefa, Küçükpazar, Süleymaniye, Tahtakale, Sirkeci, Eminönü. Ünlü hemşerilerimizin izlerini de takip etmiştim. Kemal Sunal’ın ünlü olduğu yıllarda öz abisi kafasında kasketi ve ayağında şalvarı ile bizim lokantada yemek yerken görmüştüm. Kemal Sunal da burada yetişmişti. Vefa lisesi mezunuydu. Buna rağmen abisi aç ve sefildi. Kardeşinden şikayetçiydi.

Mehmet Ali Ağcalar, Oral Çelikler, Beyazıtta cirit atıyordu. İlk akıncılar (IBDA-C) ocağını kuranda hemşerilerimizdi. Birgün bu ocakta toplantıya zorunlu olarak götürülmüştüm. Toplantı bittiğinde, lokantaya döndüğümüzde ise bir bomba patlamıştı. Dev-Sol militanları idi bu işi yapan. Üç beş dakikalık zamanla paçayı yırtmıştık. On iki yaşındaydım..

Ölüm bu bölgede seyir halinde yoluna devam ederken, bizler sağ kalma telaşındaydık. Bölge çevresi adeta Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından abluka altına alınmıştı ama kimse de birşey yapmıyordu. Askeri reolar sokak aralarında arılar gibi vızıldayarak dolaşıyordu. Askerler sokaklarda G3 piyade tüfeklerini sivillerin üzerine çevirmişti.Bazen kulağımızın dibinden geçerdi mermiler. Hedef falan yoktu. Kaçanı vurmak serbestti.

Alt sokağımızda yaşlı bir adamı vurmuştu askerler. Kaza kurşunu dediler... Aramalarda, ihbarlarda evler basılıyordu.Kapılar dipçiklerle, tekmelerle kırılırken, insanlar yatağından, karısının koynundan, çocukların feryatları arasında alınırken, normal yaşantımız devam ediyordu. Arada bir bazı tanıdıklarımız da ortadan kayboluyordu. Gözaltına alınan insanlardı bunlar.


Sigara kaçakcısı, mafyöz hemşerilerimiz, akrabalarımız da çoğunluğuktaydı. Malatyalı Celal bu işlerin başıydı. Bizim akrabamızdı. Gurur duyardım, onun gibi olmak isterdim. Kalın bıyıklı, takım elbiseli adamları vardı Celal’ın...Bir gece , Fatihteki evimizin kapısını çalmıştı Kenan’ın adamları. Korkak babam panikle kapıyı açtığında babama talimatlarını iletmişti:

"Hacı, Celalin selamı var. Depoya yine baskın yapıldı. Bir geceliğine senin eve koyacağız malları" dediğinde babam hiç ses çıkarmamıştı korkudan. Hızlı bir şekilde, bir odadaki eşyaları diğer odaya taşımıştı adamlar. Misafir odası tavana kadar sigara kolileriyle dolmuştu. Ertesi gece geldiklerinde aynı hızla malı çıkartırlarken babama beş yüz lira vermişlerdi. Bir aylık maaştı. Bu durum her sene 3, 5 defa yaşanırdı. Babam bu gecelerde, on beş yıl hapis cezasını cebinde taşıyordu.

Bu güruhlar arasında bir tek solculara sempatiyle bakıyordum. Beyazıtta bir mitingte onları gördüğümde benimsemiştim. Erkekler, kadınlar beraberdi. Kılık kıyafetleriyle, görünüşleriyle beni etkilemişlerdi. Sağcıları hiçbir zaman benimseyemedim. Davranışları, saç sakal perişanlığı, kıyafetleri bir çoğu perişan haldeydi. Dincilerle, sigara kaçakcıları da, onlarla aynı görüntüyü sergiliyordu. Onları birbirinden farksız görüyordum. On üç yaşındaydım. Kaçakçıların, sağcıların, dincilerin büyük çoğunluğu bizim hemşerimiz, birçoğu akrabamız sayılırdı.

Saat dokuza doğru sokaklardaki hava da değişirdi.Öğrenciler, militanlar eylem yapmak için İstanbulun çeştli ilçelerine dağılırdı. İmalathaneler, kebapçılar, tombalacılar, hamallar, askeri reolar, jeepler, mavi bereli komandolar gündüz yaşamının tüm canlılığını gösterirdi. Öğle servisine doğru lokantadaki diğer personel de yerini alırdı. Daha sonra lokantanın patronu Hacı İsmet gelir, kasaya otururdu. Bizim akrabamızdı. Şalvarı, sakalı, kıyafetiyle onu Hacivat’a benzetirdim. Akıncılar (IBDA-C) derneğinin gizli başkanıydı. Süleymaniye camisinde Çarşambadaki Mahmut Hoca teşkilatının önemli üyeleri arasında bir yöneticiydi. Konuşmalarını dikkatle dinliyordum.

"Az kaldı, yakında şeriat gelecek." derdi.

"Kadınlar da erkekler gibi pantolon giymeye başladı, işte kıyamet yaklaşıyor." diyordu...

Bu konuşmaları yaparken bir yıllık ömrü kalmıştı, farkında değildi. Devrimciler onu Ramazan ayında, tam da iftar saatinde orucunu bile açamadan öldürdü...

Bazen beni yanına çağırır, soru sorardı:
"Namaz kılıyor musun?"
"Kılıyorum İsmet amca." derdim. Düşünürdü.
"Otuz iki farzı say bakayım."
"Peki İslam’ın şartı kaç"
"İmanın şartları peki"

Sorduğu bütün soruları cevaplardım. Şaşırırdı.. Sonra para verirdi.

Öğle servisinde dışarıya çıkardım. Çevre dükkanlara tepsiyle verilen siparişleri dağıtırdım. İlk gittiğim yerde Malatyalı Celal’in bürosu olurdu. Bir işhanı vardı. Kalın bıyıklı, kalın sakallı adamları bellerindeki silahlar hiç çekinmeden sokaklarda gösterirdi. Polis ekipleri her hafta sonu bu işhanının önünde birikirdi. İstanbul’un çeşitli bölgelerinden gelen onlarca ekip otosu para zarflarını aldıktan sonra yemeklerini yer, çekip giderlerdi. Bugünle rde koşturmaktan dolayı perişan olurdum. Onlarca kebap siparişini güçlükle yetiştirirdim. Solcuları hariç, bir tek hayran olduğum adam belki de Celaldi.

Kaçak sigara depolarına yemek götürdüğümde sanki Cüneyt Arkın’ın bir filminde sahnedeydim. Celal de farkında değildi. Onun da üç yıllık bir ömrü kalmıştı. Rakipleri ondan hızlı çıkmıştı. Yabancı değildi onu öldüren. En yakın akrabasıydı. Celal’in adamları sertti, depolardaki satışlar da acımasızdı. Onların raconlarını, argo kelimelerini, sık sık duyardım. Depo sorumlusu tombalacılara bağırırdı...

"Borcunu vermeyene sigara yok, çabuk olun lan."
"Hangi ibne beni bekçibaşına ispiyon ettiyse onun ....."
"Abi şerefsizim yarın hesabı kapatıcam"
"Ulen Reşo az kumar oyna, ibnelik yapma"
"Kuruş yedirmem ulan kuruş"
"Al beş karton yaylan bakalım."

Hırpani perişan adamların günlük konuşmalarıydı. Küçükpazar polis karakolu adeta Celal ve adamlarıyla ortaktı. Karakolun iki sivil bekçisi vardı. Hikmet ile gavur Ali bölgeyi titretirdi. Otuzlu yaşlarda görünen uzun boylu, yapılı, kara suratlı bekçiler çok sertti. Çoğunlukla öğleden sonra karakoldan çıkan bu iki bekçiden herkes çekinirdi. Bölgede kanunu temsil ederlerdi. Haftanın belli günlerinde paralar toplanırdı. İşyerlerinden, tombalacılardan, yasadışı iş yapanlardan, hemen her yerden para alınırdı. Birçok kişinin kemiklerini kırdıkları bilinirdi. Üstelik karakolun, işkenceci, sorgu uzmanlarıydı. Bunlar Küçük Pazar’ın, Süleymaniyenin Allah’ı olarak anılırdı.

Bir gün yemek tepsisi elimde lokantaya dönerken sesler duymuştum. Bir hanın merdiven altında inleyen bir adamın feryatları duyuluyordu. Merakla kapı aralığında onları gördüm. Gavur Ali bir tombalacının yakasından tutmuştu. Hikmet adamın ayaklarına tekme sallıyordu. Adam feryat ederken ağlıyordu.Yalvarıyordu..

"Ali abi elini ayağını öpeyim yapma ne olur"

"Seni yavşak seni, sana demedim mi he"

Yerde kıvranan adamın karnına sırtına kafasına tekmeler iniyordu.
"Hem Celal’in parasını vermemişsin, hem de bizim parayı yiyorsun."
"Yapmayın abi anam avradım olsun verecem."
"İstanbul oğlum burası, İstanbul, seni ibne seni"

Koşar adım, panik halinde lokantaya döndüğümde, babama heyecan içerisinde anlatıyordum.
"Baba Gavur Ali abiyle, Hikmet tombalacı Hüseyini dövüyorlar" demiştim.

Babam bir süre anlamsız bir yüz ifadesiyle baktıktan sonra.,kızmıştı.
"Git şu pirinci ayıkla sütlaç yapıcam çabuk ol."

Hiç umursamamıştı. İki bekçide Celal’e çalışıyormuş. Sonradan öğrenmiştim. Şaşırmıştım. Adamın feryatları yüzünden belkide ilk kez o gün Celal’den soğumuştum. Bazen insanlar sokaklarda koştururdu. İşte o zaman diğer insanlarda en yakın bir binaya sığınırdı. Az sonra kaçan adamın peşinden ya bir askeri reo, ve ya bir jeep çıkardı. Silah sesleri, havada uçan mermiler sokaklarda yankılanırdı. Çoğunlukla kimse yakalanmazdı. Askerler sonra geldiği gibi, geri dönerdi, bölge dışına çıkardı. Bölge abluka altındaydı. Böyle anlarda bir çoğumuz saklanacak yer arardık.

Haftalığımı aldığım günlerde Sultanahmette, Sirkecide dolaşırdım. En mutlu anlarımdı. Bulabildiğim kadar çizgi roman alırdım. Dönemin hippileri ile Sultanahmet işgal altındaydı. Yabancı turistlerin görüntüleri de hep ilgimi çekerdi. Uzun saçlılar, gitarlar, renkli elbiseleri ile kadınlı erkekli gruplara hayranlıkla bakardım. Bizim insanlarımız neden bunlar gibi değildi acaba diye düşünürdüm. Onlara imrenirdim. Ama bizimkilerin sık sık "Gavur bunlar, ahlaksız namussuz insanlar" şeklinde konuşmaları da beni ürkütürdü.

Bir gün...

O gün tombalacılar, bazı esnaflar, hararetle konuşuyordu. Sirkecideki bir banka şubesini soyan teröristler kaçarken nöbetçi iki askeri öldürmüştü. Herkes tartışıyordu. Sağcı mıydı yapan, yoksa komünist mi diye herkes fikir üretiyordu. Ama hiç kimsenin de umrunda bile değildi. Cuma günü öğle saatinde Hacı İsmet’in talimatıyla lokanta kapanır, tüm personel camiye giderdik.Abdest alanlar, üstünü değiştirenler yola hızla yola koyulurdu. Hacı İsmet, garsonlar, babam, ben komşu esnaflar kalabalık bir halde giderdik. Her cuma bir çok dükkan öğle tatiline girerdi. Bir kaç sokak geçtikten sonra tarihi Molla Şemsettin Gürani camisine giderdik.. Cami ağzına kadar dolardı. Hoca Hafız Yusuf Tavaslı namazı kıldırıyordu. Namazı kılarken hep düşünürdüm.

"Hoca inşallah namazdan sonra beni alı koymaz" diye . Çoğunlukla babama söylerdi. Ona yardım ederdim. Caminin altı onun kitap deposuydu. Yazmış olduğu tam namaz hocası, otuz iki farz gibi sayısız dini kitaplar matbaa’dan geldikten sonra burada paketler, sonra Anadoludaki vilayetlere gönderilirdi. Beni de bu koli paketleme, adres yazma işleri için sık sık çağırırdı. Kırmızı suratlı ince bıyıklı tombulca bir adamdı. Beni aylardır çalıştırmasına rağmen bir gün dahi para vermemişti. Çok cimri biriydi. Namazın sonunda vaaza başlardı...

"Ey muhterem cemaat, bildiğiniz gibi memlekette hadiseler bitmiyor. Eğer ailene çocuğuna sahip çıkmazsan, namazı islamiyete öğretmezsen herhalde olacağı budur. Önce dinine sahip çıkıcan. İşte memleket bu durumda. Bir takım gazetelerde televizyonda yeni yeni kelimeler çıkıyor. Yok efendim teröristler bunu yapmış, militanmış, marksistmiş, bilmediğimiz kelimelerle kafamızı karıştırıyorlar. Bunlar düpedüz eşkıya, haydut, kafir, hain. Bunlara böyle demek lazım. İşte islamiyetten çıkarsan, ona sahip çıkmazsan olacağı budur."

Cemaat, her cuma başını sallıyordu...
"Evet hocam, haklısın hocam" uğultuları camiiyi kaplardı.

İnsanlar namaz kılarken dahi korkardı..Bir bombanın patlama tehlikesi, ilahi güçten daha gerçekti..Korku dolu gözler bu gerçeği itiraf ederdi.Normal bir namaz, normal bir gün gibi gözüküyordu..

.O akşam üzeri babam yemek tezgahındaki artan yemekleri topluyordu.Sokaktan yayılan sesleri duyduğumuzda dikkat etmemiştik.Üç beş kişi kaçarken, peşinden askerler kovalıyordu.. Garsonlar ertesi gün yapılacak yemeklerin malzemesini hazırlarken kapıdan içeri yedi sekiz tane asker girdi. En önde olan bağırdı:

"Herkes dışarı çabuki,ellerinizi kaldırın"

Şaşırmıştık, neler oluyordu. Dükkanın önünde insanlar sağa sola kaçıyordu. Üç dört tane müşteri yemeğini yerken askerler dipçiklerle, tekmelerle vurmaya başladı. Garsonlara vurdular. Bir anda yaka paça dışarı çıkarıldık. Sokağa çıktığımızda gördüğümüz manzarada hepimiz şok geçirmiştik.Süleymaniye,Vefa, Küçükpazar semtlerini aynı anda binlerce asker, polis basmıştı..Sirkeci de öldürülen iki askerin intikamı alınıyordu..

Askerler, insanları yahudiler gibi gruplar halinde götürürken, yürürken marşlar ortalığı yıkıyordu.

"HER ŞEYYY VATAN İÇİNNN"

"KOMANDOO, KOMANDOOO"

Binlerce ev, iş yerleri, sokaklar, binlerce asker tarafından basılıyordu. Ahşap binaların kapıları dipçiklerle kırılıyordu.Yine kadınların, çocukların feryatları arasında erkekler pijamasıyla sürüklenerek sokağa fırlatılıyordu. On beş yaş üzeri bütün erkekler gruplar halinde toplanıyordu. Yerde tekmelenenler, postallarla, joplarla, dipçiklerle, dövülen insanlar eller havada olduğu halde yürütülüyordu. Kimse ne oluyor diyemiyordu. Bir şey sormaya kalkan anında tekmeyi, dipçiği yiyordu. Subaylar, sivil polisler, haykırarak emir yağdırıyordu. Berber önlükle, müşterisi suratındaki köpükle, bakkal müşterisiyle, müşterinin elinde dört ekmekle sıraya sokulmuştu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Gruplar halinde insanlar yabancı diller fakültesinin olduğu caddeden, Şehzadebaşına doğru götürülüyordu.

Ben babamın yanında duruyordum. Ellerimiz havada yarım saattir duruyorduk. Bağırtılar, feryatlar duyuluyordu ama arkamıza bakamıyorduk. Şehzadebaşında yüzlerce askeri reo dizilmişti. Binlerce insan karga tulumba reolara bindirildi.Yükünü alan araç hiç beklemeden son sürat Metris kışlasına doğru gidiyordu..Bir el beni kalabalıktan çekmişti..İri yarı bir sivil polis küfür ederken, bir tekme attı.Ana avrat küfür ediyordu.

--Komutan bu on beş altı..Defol ulan evine, orospuçocuğu---

1979- Haziranın, bir günü...

« Önceki Yazı | Sonraki Yazı »






.Eleştiriler & Yorumlar

:: ..
Gönderen: Şenol Durmuş / , Türkiye
18 Ağustos 2011
Sevgili Vildan hocam "Çürüme ve Fareler 2 başlıklı daha önce yayınlanan iki öykümünün yeniden düzenlenmiş haliyle tek öykü haline getirilmiş bir öykü oldu gibi...O yılları bir bakıma sorunların içerisinde yaşamış birisiniz...Çok haklısınız sahne hep aynı maalesef...Öykü konusu 12 mart dönemi ile 12 Eylül arası zamanlarında bazı sahneleri yansıtıyor...6 ve 13 yaş dönemleri... "Altı yaşındaydım, resmi gördüğümde. Gazetenin baş sayfasında, ipte asılıydı"."İlkokulu bitirdiğim sene babamın yanında lokantada çırak olarak işe başlamıştım...Babam yaz tatillerinde bile beni her sabah kaldırır, lokantaya götürür çalıştırırdı."...Tarih sürecinde sanırım bir düzenlemeye gerek yok...Harbi Türk Delikanlıları yazısının devamını düşünüyordum...Çok teşekkür ederim.Selamlar.

:: Ek
Gönderen: Vildan Sevil / , Türkiye
17 Ağustos 2011
Öyküyü okurken dikkatimi çekmişti ama kendimi kaptırıp yazmayı atlamışım. Deniz Gezmişler 12 Mart'ın marifeti. Öyküde, 12 Eylül'de asılmışlar izlenimi çıkıyor ki öykü de olsa böyle tarihi hata affedilmez. Bir daha gözden geçirip bu yorumu siliver lütfen. Mail adresin işlemiyor. Sevgiler...

:: :((
Gönderen: Vildan Sevil / , Türkiye
17 Ağustos 2011
Sevgili Durmuş, Harbi Türk Delikanlıları'nın devamının geleceğini biliyordum. Yine devam edeceğini de biliyorum. Ergen gözlerden süzülüp, bilince, yüreğe işleyen, yapan yapılandıran, biçimleyen yaşanmışlıklar ne güzel ve doğru anlatılıyor yine. Okurken acıyla düşünüyorum ben de: Acaba kimlerin şapkası önünde? Filmin, kostümler, oyuncular, müzik değiştirilerek yaniden başka versiyonları çekilip duruyor. Set aynı, dekor değişiyor bir de... Sevgiler...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
İçten Sesleniş
Eşek ve Semer
Kumarbazlar
Karakol ve Ayna
Hey Gidi Günler Hey

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kurtarın Beni
Hırsızlar Kralı
Güzel İstanbul
Sarıgöl Roman Mahallesi 2
İdam İsteriz
Pavyon Sokakları
Dilenciler Köyü
Gel Abi...
Emret Başkanım
Düttürü Düüüttt

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Kurtlar Sürüsü [Şiir]
Ego - [Şiir]
Çingeneler Zamanı [Şiir]
Açım Ben [Şiir]
Olmalı [Şiir]
Hani [Şiir]
Zaman Geçsin [Şiir]
Konstantin Ağlıyor... [Şiir]
Kuyu [Şiir]
Sen Gidersen [Şiir]


Şenol Durmuş kimdir?



Etkilendiği Yazarlar:
CERVANTES


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.