Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Aynada kendisine bakar ve konuşur. Zaten hep kendi kendine konuşur. 9, dereceden memur Aksentiy İvanoviç Poprişçin. Evinde yalnızdır. Hayattaki tek arkadaşı yine kendisidir. Aynada kendisine bakan sayısız Poprişçinlerden biriyle dertleşir. Kendi içinde birbiriyle çelişen karakterler sırayla bir bir o küçük odaya doğru dökülür. Ağzından çıkan her cümleyle, anlattığı her öyküyle vücut bulurlar. Somutlaşırlar. Kendilerini görmeyiz ama neredeyse dokunacak kadar gerçek olduklarına inanırız. Genco Erkal ya da Aksentiy İvanoviç Poprişçin bizi buna inandırır. O samimiyeti, o sahiciliğiyle anlattığı öykülere inanırız. Aksentiy İvanoviç Poprişçin bakanlıkların birinde 9. dereceden memur olarak çalışır. Kendini dağınıklık ve sarsaklıkla suçlayan şefinden nefret eder. “Bugünlerde çok dalgınsın. Kafan yerinde değil, bütün kağıtları karıştırıyorsun. Başlıkları hep küçük harfle atıyorsun” Şikayet, şikayet, şikayet. Çünkü müdür bey ona ilgi gösterdiği için onu kıskanıyor. İlgiden kasıt, her hafta sonu müdür beyin evine gidip 23 tane tüylü kalemini yontmak oluyor. Yani, Poprişçin müdürün angarya işlerini yaptırdığı adamdır ama o bir türlü bu gerçeğin farkına varamaz. Çünkü sıradan olaylara farklı anlamlar yükleyerek, her şeyi olduğundan farklı görmeye başlar. Sıradan basit olaylara gereksiz anlamlar yüklemek onun için sonun başlangıcı olacaktır. İçine düştüğü koyu yalnızlık, insansızlık, konuşacak tek bir dostu olmayışı akıl sağlığını yitirmesine yol açacaktır. Aslında Poprişçin günümüzde milyonlarca yalnız adacık gibi yaşayan, kalabalıklar içinde yapayalnız bırakılmış sayısız insanı anlatır. Oyunun bir yerinde, duygusal aklı asıl neye ihtiyacı olduğunu haykırır. “Benim insana ihtiyacım var. Benim “bir insan sıcaklığına” ihtiyacım var” diye haykırır. Bu imdat çağrısı boş odada yankılanırken dış dünyaya bir türlü ulaşamaz. İnsansız kalmak onun hayata bakışını ve gerçek algısını bozar. Mesela gizli gizli sevdiği müdür beyin güzeller güzeli kızı Sofya. Onun için kesinlikle ulaşılmazdır. Onun gibi fakir, beş parasız, mevkii olmayan, sıradan bir memura neden baksın. Öyle değil mi? Ama o kendini Sofya’yı hayal etmekten alıkoyamaz. Tehlikeli sınırlara geldiğinde, içindeki Poprişçinlerden biri onu derhal uyarır. Haddini bilmesini söyler. “Tamam, tamam anladık” diyerek hayal etmekten vazgeçer. Yani, o hayallerinde bile “özgür” değildir. Öylesine, “yoksun” ve öylesine “yoksuldur” ki, hayal etmeye dahi cüret edemez. İçinden çekip çıkardığı Poprişçinlerden biri yine kendi ağzından dile gelir. Ona bir güzel haddini bildirir. “ Hem sen kim oluyorsun ki? Bir hiç. Koca bir HİÇ !” Yetersizlik duygusu, “kraldan çok kralcı olma” haline eklenir. Garip bir biçimde, kendisine hiçbir faydası olmayan Çarı, sarayı (kendisi açlıktan ölmek üzeredir, üzerine palto diye giydiği şey ancak yer bezi olmaya layıkken) soyluları, müdür beyi sayar, sever. Nedense, onların her şeye hakları vardır. Çünkü içine kötü bir ruh gibi kaçan Poprişçinlerden biri böyle buyurmuştur. Ya da bilinç altına yerleşen, sözde bazı toplumsal kurallar, dayatmalar böyle buyurur. Tiyatroyu sever. Temsillere gitmeye bayılır. Tiyatroya gitmek, hayata karıştığı ender anlardan biridir. Kendisine göre varlıklı üst düzey memurlar bedava davetiye bulmadan tiyatroya adımı atmazken, o birkaç ruble buldu mu hemen tiyatroya koşar. Pintiliklerinden dolayı, diğer memurları eleştirir. Sanki bu durum günümüzde çok farklıdır. Bakınız protokol davetiyesi peşindeki üst düzey memurlar ya da belediyeciler. Onun hayat dolu ışıldayan gözlerle anlattığı hikayeyi dinlerken gerçeğe daha yakın olduğu bu anlarda, “Ah, Poprişçin keşke daha çok tiyatroya gitsen, daha çok hayata karışsan, insanlarla konuşsan, arkadaşlıklar kursan belki akıl sağlığını koruyabilirdin” diye düşünmekten kendimizi alamayız. Sanki bizim durumumuz Poprişçinden çok da farklıymış gibi. İçimizde, tehlikeli sınırlarında dolaşan, evinde kendi kendisiyle konuşan kaç Poprişçin vardır acaba? Kahramanımız küçük sıradan adamın dünyasına büyük düşler sığdırır. Her olayı tuttuğu günlüğe tarih atarak titizlikle yazar. Mesela, 3 Ekim tarihindeki olayları anlatmakla başlar işe. Bakanlığa gidişi. O ayki maaşından avans almak için suratsız muhasebeciyi görmesi gibi. O günlüklerde geçen olayları bir dostuna anlatır gibi anlatır. En yakın dostu seyircilerdir. Seyirci koltuklarında oturanlar her şeyin tanığıdırlar. Görünüşte, küçük sıradan bir memurun, gerçeklik duygusundan adım adım nasıl kopup hayal dünyasında kaybolduğunu izleriz. Nikolay Gogol’un ölümsüz eseri “Bir Delinin Hatıra Defteri” Coşkun Tunçtan’ın Türkçesiyle sahneye yansıyor. Oyunda Poprişçin’in onun karmaşık ruh dünyasını mükemmel bir biçimde yansıtan sahne tasarımı Duygu Sağıroğlu’na, anın duygusunu yakalamamızı sağlayan müzikler Mete Sakpınar’a ve dönem kostümleri ise Özlem Kaya’ya ait. İlk kez bundan tam 50 yıl önce, 1965 yılında Ankara Sanat Tiyatrosunda gencecik, 27 yaşında bir aktör tarafından sahnelenmişti. Sonra, 1969, 1992 yıllarında değişik yorumlarla iki kez daha sahnelendi. 50 yıl sonra 77 yaşında, oyunculuğunun altın çağında beşinci kuşaklar için oyunu tekrar sahnelere taşıdı. Bir Delinin hatıra Defteri, usta oyuncu Genco Erkal’ın olağanüstü, destansı oyunculuğu ile unutulmazlar arasına girdi bile. Genco Erkal tek kişilik oyunda canlandırdığı karakter ve diğer hayali karakterlerle öylesine büyüyor ki, adeta devleşiyor. Nikolay Gogol küçük sıradan bir adamın ağzından inanılmaz bir sistem eleştirisi yapar. Her dönemde gördüğümüz hırsızlar, rüşvetçi memurlar, mevkii için dalkavukluk yapanlar, avantacılar, yoksul halkı ezen kast sistemi, din tüccarları, özgürlük isteyen muhalif gazeteler. Yani, durum günümüzden pek de farklı değildir. Poprişçin oyunun bir yerinde aslında kendi haklarını savunan gazetelere nedense çok kızar. “Fransız gazeteleri. Basın özgürlüğü diye bağırıyor. Çok kızıyorum bu gazetelere. Alacaksın bunları, bir temiz sopalayacaksın. Anlayacaklar basın özgürlüğünü. Al sana, basın özgürlüğü !” Alın size, koyun gibi güdülmeye müsait küçük insan örneği. Bu, “sürü psikolojisini” biz yakinen biliyoruz. Yani, Gogol’un oyunu sanki bugün yazılmışçasına tazedir. Genco Erkal, Poprişçine ve anlattığı karakterlere hayat verirken vücut dilini o kadar başarıyla kullanır ki gerçekten o karakterleri sahnede görür gibi oluruz. Sahnede gösterdiği samimiyet ve sahicilik duygusu bizim bunları hayal etmemizi sağlar. Mesela, dağınıklığından ve yayıntısından bıkmış olan oda hizmetçisi Finli Mavra. (Poprişçin kiraladığı yoksul bir pansiyon odasında yaşamaktadır) Sokakta görsek tanıyacak kadar kendimizi aşina hissederiz. Çünkü Genco Erkal 50 yılın birikimiyle öyle hissetmemizi sağlar. Sonra Sofya’nın köpeği Meçi var ve mektuplaştığı erkek arkadaşı. Poprişçin Sofya’nın köpeği Meçi’nin diğer köpeklerle konuştuğunu bizzat kendi kulaklarıyla duyar, üstelik bir adım ileri giderek onların aralarında mektuplaştıklarını bile söyler. Hatta köpeğin yaşadığı eve gidip bir takım mektupları alır. Amaç müdür beyin evindeki hayat hakkında bilgi almaktır. Asillerin gündelik hayatlarında nasıl davrandıklarını, aralarında nasıl konuştuklarını çok merak etmektedir. Sonra bir de Sofya var tabii. Sofya kendisi hakkında ne düşünüyor? Onun hakkında neler söylüyor. Bunları hep köpeklerin aralarındaki mektuplaşmalarından çözmeye çalışacaktır. Adım adım gerçeğin sınırları belirsizleşir, hayal dünyası daha çekici hale gelir. Artık İspanya Kralı olmaya bir “tık” kalmıştır ! Yoksulluk, insan yoksunluğu, derdini paylaşacak tek bir insan olmayışı, koyu bir yalnızlık ve çok kırılgan bir zemin üzerinde ayakta kalmaya çalışan Poprişçin. Bir de buna umutsuz bir aşkla sevdiği Sofya’nın saraydan biriyle evleneceği haberi eklenince Poprişçin bunu daha fazla kaldıramaz, gerçeklik dünyasının kırılgan zemini paramparça olur. Poprişçin hayal dünyasının fantezileri içinde yeniden doğar. Artık karşımızda İspanya Kralı 8. Ferdinand vardır. İnsan ruhu acıya, yalnızlığa, insansızlığa, yoksunluğa ve yoksulluğa ama en önemlisi “sevgisizliğe” ne kadar dayanabilir? Nikolay Gogol bu soruların cevaplarını ararken geçen yüzyılın Rusya’sında çökmekte olan Çarlığın bir fotoğrafını çeker. Günümüz şartlarıyla birebir benzerlik gösteren oyun sanki bugünü anlatıyor ve bütün zamanların Poprişçinlerine sesleniyor. Bu, ayağa kalıp “itiraz etmemiz” için bir fırsat. Bir Delinin Hatıra Defteri, insani değerlerin tekrar anımsanması ve korunması adına yüksek sesli bir itiraz. Ya topluca “itiraz” edeceğiz ya da İspanya Kraliyet ailesine yeni krallar katılacak. Peki, bizim İspanya Kralı olmamıza ne kadar kaldı ?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |