Kurguyla gerçek arasındaki ayrım, kurgunun mantıklı olmak zorunda olması. -Tom Clancy |
|
||||||||||
|
Çocukluğuma ait hatırlayabildiğim anılarım, genç kızlık dönemime ait hatırlayabildiğim anılarımdan daha fazla. Oysa, yaşça daha büyük olduğum dönemlerdeki anılarımın hem daha çok, hem daha net olması gerek. Ama öyle değil. Yaşamın zorluklarını ve sıkıntılarını, çocukluk dönemimde, her çocuk gibi ben de pek hissetmediğim için olsa gerek, çocukluğumun keyfini sürebildim. Çocukluğumu doya doya yaşadım. Buna bağlı olarak da, o döneme ait anılarım hep belleğimde kaldı. Dünya umurumuzda değildi o yaşlarda. Hayat bizim için okuldan ve oyundan ibaretti. İşte o nedenle, çocukluğuma ait çok güzel anılarım var. Bazılarını pek net hatırlıyor olmasam da, hepsi hafızamın derinliklerinde gizli. Genelde kendi çabalarımızla hazırladığımız oyuncaklarımız, oynadığımız oyunlar, kolay elde ettiğimiz mutluluklar, bize aynı zamanda keyif de veren korkularımız, gelecekten beklentilerimiz. Bir rüya gibi gelip geçiverdi. Ne kadar kısa sürdü, ne çabuk bitti, anlayamadım bile...Şimdi hâlâ rüyalarımda o anılarımı yeniden yaşıyorum. Hepsi genelde sevinç ve mutluluk dolu. Hatırlamak istemediğim çok az anım var, çocukluğuma dair. Onlar da zaman zaman rüyalarıma giriyor. İşte onlardan biri: Çocukluğumun sadece birkaç yılını geçirdiğim Ormanpınar Köyü ile Mudurnu arasındaki yolda görüyorum kendimi. Hem de yalnız başıma. Yolun; her iki yerleşim birimine hemen hemen aynı uzaklıkta olan bir yerindeyken, birdenbire güneşin batmak üzere olduğunu farkediyorum. Köye dönsem, hava kararmadan dönemeyeceğimi düşünüyorum. Mudurnu istikametine ilerlesem, oraya da varamayacağımı biliyorum, güneş batmadan. Ne geriye dönebilecek, ne de ileriye gidecek zamanın var. Gecenin o korkunç karanlığı çöktü çökecek. Bu rüyanın etkisiyle terlemiş, bunalmış olarak uykudan uyanıyorum. Zaman zaman gördüğüm ama hiç görmek istemediğim rüyalardan biri bu. Demek ki, ulaşım araçlarının pek bulunmadığı o yıllarda yürüyerek Mudurnu’ ya gidip gelmek, beni çok korkutuyormuş. Yoksa, otuz – otuz beş yıl sonra hâlâ bu rüyayı görmezdim. Yaşamımızı köyde sürdürdüğümüz veya Mudurnu’da oturup da sadece yaz tatillerimizi köyde geçirdiğimiz zamanlarda, arkadaşlarımızla oynadığımız oyunlarımız ne kadar güzeldi. Oyuncaklarımızın bir kısmını kendimiz yapardık, yaratıcıydık. Daha doğrusu yaşam koşulları, bizi üretken olmaya, yaratıcı olmaya zorluyordu. Topraktan fırın yapar, içinde ateş yakardık. Çok ince daha doğrusu toz haline gelmiş toprak kullanırdık bu iş için.Tozu, büyükçe bir koni halinde yığardık. Üzerini iyice ıslatır, ıslak toprağın üstüne yeniden toprak örterdik. Beş on dakika sonra kuru toprağı süpürürdük. Islattığımız toprak, beton gibi kalıp haline gelmiş olurdu. Sonra elimize aldığımız küçük bir dal parçasıyla , toprak yığınının yere yakın bir yerinden delik açardık. Bu deliği biraz büyütür, açtığımız delikten kuru toprağı boşaltırdık. Çok dikkatli ve çok yavaş yapardık bunu.Yoksa koniyi çevreleyen nemli ve sıkışmış toprak kırılıverirdi. Böylece, ıslattığımız ve üzerine kuru toprak örterek nemlendirdiğimiz toprağın çevrelediği, içi boş bir koni oluştururduk.Tepesinden bir delik açardık. Bu delik, fırınımızın bacası olurdu. Fırının içine çok küçük odun kırıntıları veya dal parçaları koyar tutuştururduk. Ateşin sıcaklığıyla fırınımızı çevreleyen nemli toprak iyice kuru, sertleşirdi. Böyle oldukça dayanıklı bir fırın yapmış olurduk. Hatta bir defasında annem izin vermişti de; ablam hamur yoğurmuş, o fırında ekmek gibi bir şey bile pişirmişti. Çam sakızını, iki taş arasına (altında boşluk kalacak şekilde) uzattığımız çam yaprakları üzerine koyar, alttan bir kibrit aleviyle tutuşturur, çam yapraklarının arasında süzülerek damlayan sakızı çiğnerdik. Mis gibi kokardı. Çam kabuğundan bebek yapardı erkek çocukları. Bir çakı ile, kabuğu yonta yonta. Tabi biz kızlar için. Söğüt kabuğundan düdük ve borazan bile yaparlardı. Annelerimizin bezden diktiği bebeklerimiz vardı. “ Yer sakızı ” denilen bir bitki hatırlıyorum. O bitkinin kökünde olurdu sakızı. Derin köklü bir bitkiydi. Onu topraktan zorla çıkarır, kökündeki sakızını çiğnerdik. Erkek arkadaşlarımızın tahtadan yapılmış arabaları vardı. Bir arabaya iki kişi binebilirdi. Köyün bir yamacına çıkar, bu arabalarla yukarıdan aşağıya, olan hızımızla inerdik. Çok zevkli olurdu bu arabaya binmek. Erkek kardeşimin bacakları, bu arabadan düşmekten yara bere içinde kalırdı. Hele bisiklet alındıktan sonra. Bu nedenle annem ona “ Yaralı Ceylan ” derdi. Çizgi oyunu, ip atlama, saklambaç, köşe kapmaca, evcilik en sevdiğimiz oyunlardı. olurduk. Üzerimizden geçen uçaklar da bizim başka bir eğlencemizdi. Hemen hemen her şeyde bir güzellik yakalayabilmekte çok ustaydık. Hepimiz mutlu çocuklardık, ya da mutlu olmasını bilen. Geçen uçaklara bakıp; “ Bu benim uçağım olsun.” diye, şarkılardan fal tutar gibi, uçakları da aramızda paylaşırdık. Sıcak yaz günlerinde oynarken, sanki daha çok uçak geçerdi üzerimizden. Belki de bulutsuz havada geçen her uçağı görebiliyorduk da ondan. Eğer biraz yüksekçe bir tepede isek, uçaktakilerin bizi gördüğünü sanırdık. Bazen de bundan pek emin olamaz, uçaktakilere kendimizi farkettirmek için, elimizde bir şey sallardık. Bu, bazen bir eşarp olurdu, bazen de içimizden birinin yeleği veya hırkası. Sesimizi duyurmak için, hep bir ağızdan, boğazımız yırtılacak gibi bağırırdık. Yoksa uçaktakiler sesimizi duyamazdı. Uzaktaki akrabalarımıza selâm gönderirdik, uçaktaki yolculardan. Annemin akrabaları Elâzığ’daydı. Zavallı annem onların özlemiyle yanıp tutuşurdu. Sık sık gurbetin zorluğundan yakınırdı. Kendileriyle birkaç yılda bir ancak görüşebiliyorduk. Ben bize oldukça uzak bu akrabalarımıza selâm gönderirdim. Uçaktakilere bağırırken, bir taraftan da yerimizde hoplardık, bizi farkedebilsinler diye. Gerçekten bizi duyacaklarına, görebileceklerine inanıyor muyduk, bunu pek bilmiyorum. Ama bu konuda umudumuzu hiç yitirmezdik. Köyümüzün üzerinden geçen, belki de bizi görebilen bu uçakları çok severdik. Köyde yalnız olmadığımızı , taaa yukarılardaki uçakların, bizim köyümüzün bir parçası olduğunu,içindekilerin de, kendilerine ulaşamadığımız dostlarımız olduğunu düşünürdüm. Uçak bu kadar yüksekte olduğu için, onun aynı zamanda güneşe çok yaklaştığını; yüksek yerlerin güneşe yakın(!) olduğu için daha sıcak olduğunu, bu nedenle güneşin uçağı yakabileceğini sanırdım. Kimbilir uçaktan her yer ne kadar güzel görünürdü. O kadar yüksekte olduğuna göre, belki de bütün dünyayı görebiliyordu. Uçağa binenler ne şanslı kişilerdi. Büyüyünce belki biz de uçağa binebilirdik. Neden olmasın? Umutluyduk, karamsar değildik. Erişemediğimiz, yaşayamadığımız şeyleri bir gün yaşabileceğimizi düşünürdük. Gece rüyalarımızda bu umutlarımızı gerçekleştirirdik. Rüyalarımız, bizim beklentilerimizle, hayallerimizle doluydu. Belki de ilerde olabileceklerin bir işaretiydi bu rüyalar. Sık sık uçardım rüyamda. Uçmanın güzelliğini, işte bu rüyalardan biliyordum. Aynı, köyümüzün üzerinden geçen uçaklar gibiydim. İstediğim yere uçabiliyor,istediğim yere konabiliyordum. Ne bir uçak yardımıyla, ne de başka bir şeyle. Kendiliğinden oluveriyordu her şey. Bırakıyordum kendimi yüksek bir yerden, işte o kadar. Keşke gerçek hayatta da uçabilseydim. (sürecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |