..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bilmezlik ile ne hoştum; hayalimde ne güzellik, ne de aşk vardı." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > İnceleme > Sanat ve Sanatçılar > Seval Deniz Karahaliloğlu




15 Mart 2005
Rus Soylusu Nikolai Starvogin,"in ve Rum Teo"nun Hikayesi...  
Dış dünyanın kuralları onu hiç ilgilendirmiyordu. O bir aristokrattı ve bildiği gibi yaşardı.

Seval Deniz Karahaliloğlu


Ahhhhhhh! Daha fazla tutamadığım soluğumu bir nefeste geri vermiştim. Sanki çok derinlere dalmışım da vurgun yememek için yüzeye çıkmaya çabalayan ama bir yandan da acele etmek istemeyen balık adamlar gibi hissediyordum kendimi. Karşımdaki adam bir yandan


:CCJH:
Rus Soylusu Nikolai Starvogin,’in ve Rum Teo’nun Hikayesi...

Seval Deniz Karahaliloğlu

‘Sabah kalktı. Hiç acele etmedi. Gayet yavaş hareket ederek, özenle giyindi. Güzel bir kahvaltı yaptı. Sonra, sokağa çıktı. Ağır adımlarla, sabahın ve sokağın keyfini çıkararak aheste aheste yürüdü. Tiyatro binasından içeri girdi. Salonun kapısına gelince, şöyle bir durdu. İçerde çalışan otuz kadar insan onun varlığını hisseder hissetmez, prova bıçak gibi kesildi. Derin bir sessizlik oldu. Genç adam aldırış etmedi. Sanki o anın tadını çıkarırcasına, ağır ağır bütün bir salonu gözleriyle taradı. Tıpkı ilk defa görüyormuş gibi. Sessizlik uzadı, uzadı, uzadı. Taa ki, Hırvat kadın yönetmen Dunja (Dunya okunur) Tot ‘Hoş geldin Nikolai Starvogin’ diyene kadar. Nikolai Starvogin o Rus soylularına özgü rahatlığıyla, başının üzerinde mavi bir ışık halesi, yavaş yavaş sahneye doğru yürüdü. Ve prova kaldığı yerden devam etti. Saatler sonra, sokakta Hırvat yönetmen Dunja Tot ile yürürken, adımlarını hızlandırma gereğini hiç duymadı. Gayet aheste ve yavaş. Öyle ki, zaman zaman Dunja Tot’un onu beklemesi gerekti. Nihayet akşam çayını almak üzere, Graz’ın şık cafelerinden birine girdiler. Bir masa beğenildi. Siparişler derken, Nikolai’ın kurasanı (bir çeşit tuzlu poğaça) ve Dunja’nın kahvesi geldi. Dunja kahvesini yudumlarken bir yandan tiyatrodan bir yandan da Dostoyevsky’den bahsettiler. Önündeki kurasana inatla dokunmayan genç adamdan gözlerini alamayan Dunja dayanamayıp sordu. ‘Kurasanda bir sorun mu var? Neden yemiyorsun?’ Nikolai Starvogin sakin bir sesle yanıtladı. ‘Çatalımın ve bıçağımın servis edilmesini bekliyorum’. Değil gerçek hayat, 21. yüzyıl romanları için bile yeterince absürd olan bu tavır hiç yadırganmadı. Dunja garsona işaret etti. Sorma sırası garsona gelmişti. Kurasana meraklı gözlerle bakan adam kısaca ‘Kurasan’da bir sorun mu var efendim’ diyebildi. Nikolai hiç istifini bozmadan ‘Yooo, hayır. Sadece çatalımın ve bıçağımın gelmesini bekliyorum’ diye yanıtladı. 21. yüzyılda yaşayan herkesin kurasanın elle yendiği gerçeğini bildiğini göz ardı eden garson bir an yutkundu ve sonra uçarcasına yeni bir servis takımı açmak için koşarken, Nikolai Starvogin rahat hareketlerle kahvesini yudumluyordu. Servisi geldi. Garson başka bir isteği olup olmadığını sorduğunda, Nikolai nazik bir tavırla teşekkür etti. Dunja ile sohbet ederken, kurasanını çatal ve bıçak kullanarak yedi. Tabakta bir parça bırakmaya ve kahvenin hepsini içmemeye özen gösterdi. Çevredekiler için farklı ama Nikolai Starvogin için gayet normal ve sıradan bir gündü. Çünkü o, Dostojersky’nin (Dostoyevski diye okunur) kaleme aldığı Ecinnileri oyununun sayfalarından, Graz sokaklarına sızan bir Rus soylusuydu. Dış dünyanın kuralları onu hiç ilgilendirmiyordu. O bir aristokrattı ve bildiği gibi yaşardı.’

Ahhhhhhh! Daha fazla tutamadığım soluğumu bir nefeste geri vermiştim. Sanki çok derinlere dalmışım da vurgun yememek için yüzeye çıkmaya çabalayan ama bir yandan da acele etmek istemeyen balık adamlar gibi hissediyordum kendimi. Karşımdaki adam bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da hikayeyi Nikolai Starvogin’in o kendinden emin ve rahat tavrıyla anlatıyordu. Fincandan büyük bir yudum aldı. Ben ateşin başına oturmuş ve masalcı amcayı dinleyen küçük kız tavrıyla ısrar ettim. ‘Yani, bütün oyun boyunca böyle mi davrandınız?’ Garipseyen bir ifadeyle yüzüme baktı. Kısaca ‘Evet’ dedi. Gülümsedim. Ne soru ama? Sanki başka türlü olabilirmiş gibi. Karşımdaki sıra dışı adama baktım. Herkesin, Uğur Yücel’in yönetmenliğini yaptığı son filmi Yazı Tura’nın Teo’su olarak tanıdığı, kuşkusuz benim için daima Nikolai Starvogin olarak kalacak Teoman Kumbaracıbaşı ile konuşurken aslında masada dört kişi olduğumuz gerçeğini göz ardı etmemeye çalıştım. Naçizane hikayeyi ile ilgili olarak izlenimlerimi sizlerle paylaşacak olan ben. (Aslında bunun bir söyleşi olması bekleniyordu. En azından işin başında öyle olmasına karar vermiştik ama iş artık söyleşiden resmen bir öyküye dönüştü.) Neyse, ben, Teoman Kumbaracıbaşı (kendisi bu konumda anlatıcı oluyor) Rus soylusu Nikolai Starvogin ve kendisiyle barışık Rum genci Teo. Yer İzmir Fransız Kültür Merkezi. Bizim sakin ve dingin dünyamız dışında çevrede müthiş bir koşuşturmaca var. İnsanlar, 5. Uluslararası İzmir Kısa Film Günleri kapsamında bir filmden diğer filme koşuştururken biz de görünüşte Fransız Kültür Merkezi’nin kafesinde bir masaya oturmuş sohbet ediyoruz ama gerçekte Graz sokaklarında turluyoruz.

‘Peki, Nikolai Starvogin olmadan önce bu noktaya nasıl geldiniz’. Bu sefer sözü Teoman Kumbaracıbaşı alıyor. Tiyatro sanatçısı, aktör, müzisyen, ışık tasarımcısı, oyun çevirmeni, belgesel sinemacı, oyun yazarı, araştırmacı, tiyatro sahibi derken bu kadar kimliği ardı ardına bir solukta saymak o kadar zor ki. Mecburen soluklanıyorum. Bu sessizliği fırsat bilen Teoman Kumbaracıbaşı o sakin haliyle devam ediyor. ‘Keman çaldığım için’ diyor kısaca ve soran bakışlarımı yanıtlarcasına konuya kendi bildiğince giriyor. ‘Avusturya Lisesi’nde okuyordum. 16 yaşındaydım. Beş sene keman çaldım. Avusturya’ya Lisesi’nde müzik ve resim çok önemli derslerdi ve onlardan sınıfta kalabiliyordunuz. Keman çaldığım ve o dönem erkek öğrencilerin koroya katılımı çok düşük olduğu için müzik öğretmenim beni koroya çağırdı. Üstelik artı olarak, sesim bas baritondu. Ben kesinlikle şarkı söyleyemem dedimse de ‘Hayır, keman çalan birisi hiç olmazsa detone olmaz. Sen bu koroya katıl’ dedi. Her sene Avusturya Lisesi’nde dolaşan bir dedikodu vardır. ‘Koro, bu sene Avusturya’ya gidecek’ denir, o nedenle insanlar koroya katılırlar, o sene Avusturya’ya gidilmez ve herkes koroyu terk eder. (O kadar doğal bir ses tonuyla anlatıyor ki, gülmekten yerlere seriliyorum.) Sonra o söylenti tekrar yayılır ve bu sefer gerçekten gidiliyor denir ve insanlar Avusturya’ya gitmek umuduyla, koroya katılır. Bu böyle devam eder, gider. Avusturya erkek lisesi olduğu için bizim kızlarla karşılaşma şansımız sadece teneffüslerde oluyordu ve onda da kızlara uzaktan bakabiliyor ve sonra da derse giriyordunuz. Halbuki koroda, kızların yüzüne daha uzun bakma şansımız vardı ve buna ek olarak acaba bu yıl Avusturya’ya gider miyiz diye düşünüp koroya katılmaya karar verdim. O sene, biz gerçekten Avusturya’ya gittik ve 16 yaşında Viyana’yı gördüm. Dönemin Cumhurbaşkanına ‘Schönbrunn Sarayı’nda bir konser verdik. Tekrar geriye döndüğümüzde, müzik hocam ‘Rudolf Kreuzhuber’ tiyatrodan bir oyuncunun ‘kaçtığını’ ve benim bu işi iyi yapabileceğimi düşündüğünü ve acaba benim tiyatro yapıp yapmak istemediğimi sordu. Ben de ‘bu işten hiç anlamadığımı, tiyatroyu hiç sevmediğimi ve sonuçta katılmak istemediğimi’ söyledim. O sene okulda, Aristophanes’in ‘Kuşları’ sahneleniyordu. Oyunda bir psikiyatrist rolü var ve hocam, beni o psikyatrist rolünde oynatmak istiyor. Fakat ben yapamayacağımı düşünüyorum. Bunun üzerine Rudolf Kreuzhuber, benim elime güzel bir kız tutuşturup beni provada sahneye çıkarttı. Ve benim dizlerimin bağı kelimenin tam anlamıyla çözüldü ve sahnenin üzerine yığıldım kaldım. Tir tir titriyorum, ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim. Hemen sahneden sürünerek indim ve Rudolf’un yanına giderek ben bu işi yapamayacağım dedim. Rudolf’da bana ‘tam da bu yüzden tiyatrocu olabilirsin’ dedi. Yani, benim tiyatrocu olamayacağımı düşündüğüm neden, benim tiyatrocu olmama neden oldu. Ve biz o sene Aristophanes’in Kuşlarını oynadık. Psikiyatrist rolü iki dakikalık bir roldü. O rolü başarıyla oynamış olmalıyım ki, ertesi yıl sahnelenen Frederich Dürrenmatt’ın ‘Büyük Romulus’ün da baş rolü aldım. Aslında rol, 50 – 60 yaşında bir sanatçının oynaması gereken bir roldü ama biz dramaturjide bazı değişiklikler yaptık ve 17 yaşında Büyük Romulus’u oynamış oldum. Benim için bu rol şu yönden önemli oldu. Oyuna, dönemin İstanbul’daki Avusturya Konsolosu geldi. 17 yaşında birisinin Büyük Romulus’u oynadığını duyunca çok şaşırmış. Oyundan sonra, geldi ve bana Avusturya’da tiyatro okumak isteyip istemediğimi sordu. Ben de çok heyecanlandım. Ama o sıralarda oyuncu olmayı düşünmediğim için Türkiye’de kalmak istediğimi söyledim. Ama hocamın ve ailemin desteğiyle üç yaz üst üste Avusturaya’da, Graz’da ‘Sommerschule für Theater und Strabentheater’ tiyatro okuluna gittim. Orada Hırvat kadın yönetmen Dunja Tot ile çalıştım. Dunja Tot, tiyatro yönetmeni Afanasicv’in öğrencisi olmuş bir yönetmedi. İkinci gidişimde, Dostojersky’nin (Dostoyevski diye okunuyor) Ecinniler isimli oyunu sahnelenecekti. Ve ben oyundaki Nikolai Stavrogin rolünü oynamayı çok istiyordum ama bunu hiç belli etmedim. Avusturya’ya gelmeden önce rolü çalışmıştım. Yani, o rolü almayı kafama koymuştum. Ve okula katıldıktan bir hafta sonra, rolü aldığımı öğrendim. Bu arada ben şehirde dolaşıyorum, kostümümü, ayakkabımı arıyorum. Sabah kalkıyorum, kahvaltımı değiştiriyorum, baştan aşağı tavırlarımı değiştirmeye başladım. O sıralar saçlarım uzundu. Bir sabah, kalktım saçlarımı arkaya topladım. Nerdeyse, kadınsı bir güzellikle, yeleğimle, gömleğimle hazırlandıktan sonra, provaya kasıtlı olarak 45 dakika geç gittim. Bunu, kesinlikle Avrupa’da yapamazsınız. Affedilmez bir hata. Atılırsınız tiyatrodan ve bir daha kabul edilmezsiniz. Peki, neden geç gittim? (Sahi, neden? diye sormaktan kendimi alamıyorum.)

‘Ben asilim ve provaya geç gidebilirim. O, benle ilgili bir şey’ diye söze nazik ve doğal biçimde girdi Nikolai Stavrogin. Rus soylularına özgü, kendinden emin ve dingin bir ses tonuyla konuşmuştu. Bu arada, kahvesini yudumlayan Rum Teo bilmiş bilmiş gülümsüyor. Rus soylusu Nikolai Stavrogin ise kim bu haddini bilmez havalarında, Rum Teo’ya burnunun üzerinden sert bir bakış fırlattıktan sonra söze devam ediyor. (Eh, ne de olsa asil adam.)
‘Tiyatrodan içeri girdiğimde, kostümcüsünden oyuncusuna kadar herkes orada toplanmıştı ve prova başlamıştı. Salona girdiğimde büyük bir sessizlik oldu. Yaşı en büyükten en küçüğe bütün kadınlar donup kaldılar, erkekler de öyle. Kapının önünde bir an durdum. Ellerim ceplerimde salonu seyretmeye başladım. Üç, dört dakika sonra, yönetmen Nikolai geldi dedi ve beni provaya aldı.’ İşte bu noktada dayanamayıp Teoman Kumbaracıbaşı atılıyor. ‘Aslında bunu isteyerek yapmadım. Çünkü ben provalarda çok dakiğimdir. Hatta Almanların bir sözü vardır. ‘Gerçek dakiklik zamanından beş dakika öncesidir’ derler. Ben de bunu uygulamaya çalışırım hayatımda. Hatta Almanlar, ‘dakiklik, kibarlığın kraliçesidir’ derler. O nedenle, 45 dakika gecikmiş olduğum prova, gerçek bir felaketti benim için.’ Sakin bir ses tonuyla, Nikolai Stavrogin giriyor araya. ‘Ama provaya ben gittim ve yönetmen benim geldiğimi anlayınca zaten üzerimde mavi bir ışık oluştu ve sorun kalmadı’ diyor.

Sözü yine Teoman Kumbaracıbaşı alıyor. ‘Sonra, oyunu sahneledik. Daha sonra, Viyana’da bir oyunculuk okulundan burs aldım ama aldığım bursu değerlendirmedim. Türkiye’ye geri döndüm. Çünkü Rudolf’a, lisanı Türkçe olan bir oyuncunun, Viyana’da bir oyunculuk okulunda şansı olup olamayacağını sormam gerekiyordu. O günler, bende oyunculukla ilgili bazı şeylerin netleşmeye başladığı günler oldu diye düşünüyorum. Nikolai Starvogin rolünü canlandırdıktan sonra, oyunculuk okulundan teklif aldım ve bir burs kazandım’

Canlandırdığı karakterlerin bir süre sonra Teoman Kumbaracıbaşına hakim olma olasılığı kafamı kurcaladı. Bunu hafiften, Kumbaracıbaşına çıtlatınca, sakin sakin kahvesini yudumlayan Nikolai Starvogin asil fakat sert bir bakış gönderdi, Rum Teo’nun yüzünde aynı bilmiş gülüş. Onlar da bir süreliğine de olsa hayat buldukları Teoman Kumbaracıbaşına aynı merakla baktılar. Üç kafa, Kumbaracıbaşına döndü. ‘Parmağınızı şıklatırsanız, benim için oyunculuk biter. Bu kadar basit’ dedi kendine güvenen bir ses tonuyla. ‘Mesela, ‘Ecinniler’ sadece tek bir sergilemeydi. Eğer bir turne programı söz konusu olsaydı, herhalde daha farklı hazırlanırdım diye düşünüyorum’

Çalıkuşu gibi daldan dala, konudan konuya geçme alışkanlığım depreşti. Serde çalıkuşu olmak var ya, tiyatrodan sinemaya uçuverdim. Sonra, Uğur Yücel’in yönetmenliğini yaptığı son filminiz ‘Yazı Tura Var’ dedim. ‘Evet, mesela filme gelelim.’ (Bu noktada Rum Teo halinden gayet memnun, kaşlarından biri ilgiyle havaya kalkıyor ve baştan aşağı kulak kesilmiş bir vaziyette Teoman’ı pür dikkat dinlemeye başlıyor. Ne de olsa kendisinden söz edilecek…) ‘Yazı Tura’ filminin çekimleri bir buçuk ay sürdü. Filmde nasıl konuştuysam, bir buçuk ay boyunca özel hayatımda da öyle konuştum. Özel hayat diye bir şey kalmadı. Annemle, babamla, özel iş görüşmelerinde Rum aksanıyla konuştum. Ve bu yüzden bir sürü iş kaybettim. (Neden diye soran gözlerle bakıyorum) Alay ettiğimi düşündüler. Her zaman, normal bir ses tonuyla ‘Efendim’ diye açtığınız telefonu ertesi gün (Rum aksanıyla, feminen bir tavırla taklit ediyor) Efêndim diye açarsanız, yanlış zannedip telefonu kapatıyor, sonra tekrar açıyorlardı. ‘Kimle görüşüyorum?’ diye sorduklarında (feminen bir ses tonuyla)‘Teo ile görüşüyorsunuz’ deyince, alay mı ediyorsunuz deyip telefon kapatanlar oldu. Film setinde de hep bu aksanı kullandım. Filmin yönetmeni Uğur Yücel’e film hakkında bir soru sorarken de bu aksanla konuşuyordum, sette çaycı çocuktan çay isterken de. Yani, herkesle aynı şekilde Rum aksanıyla konuşuyordum.’

Rum Teo çok eğlendiği yüzünden belli, sohbetin başından beri sabırla koruduğu sessizliğini nihayet bozuyor. Tümüyle feminen bir ses tonu ama sıcak ve doğal tavrıyla sohbete katılıyor. ‘Teoman’ın yakın çevresi, ailesi ve arkadaşları onun deliliğini (hafiften sırıtıyor) ve rolü söz konusu olduğunda ne kadar titiz olduğunu bildikleri için sorun çıkmadı ve çok yardımcı oldular. Ama, Allah için en çok mahallenin bakkalı ve manavı ile eğlendik. Filmi öğrenince, anlayışlı yaklaştılar ve oyuna katıldılar. Hepsi şakayla karışık benimle takılıyorlardı’. Rum Teo’yu tanıyıp da ona takılmamak ne mümkün. Resmen, liseli kızlar gibi kıkırdamaktan kendimi alamıyorum. Rum Teo çok alem, ama Allah için çok şeker biri.

Peki, bu süre içinde toplumun tepkisi ne oldu, diye merak ediyorum. Teoman Kumbaracıbaşı bir oyuncu kimliğiyle izlenimlerini aktarıyor. ‘Filmin çekildiği bir buçuk ay boyunca, sokakta hep saçlarım balyajlı, sağ kulağımda küpe ve sağ ellerimde yüzüklerle dolaştım. Yani, eşcinsel olduğum 100 metre uzaktan anlaşılıyordu. İstiklal Caddesi ve Bağdat Caddesi gibi İstanbul’un çok fazla tehlike arz etmeyeceğini düşündüğüm bölgelerinde dolaştım. Çok sayıda sözlü tacize uğradım. Oyuncu olarak, işimi doğru yaptığımı göstermesi bakımından bu beni çok sevindirdi’ İşte bu noktada Rum Teo, Teoman’ın sözünü kesiyor. ‘Ama beni, ülkenin durumu bakımından da çok üzdü. Çünkü, toplumun yanlışlıklarıyla yüz yüze kalıyorsunuz.’

Peki bu Rum aksanını nasıl buldu acaba diye düşünüyordum ki Teoman aklımdan geçenleri okumuşçasına ‘Benim dedem Giritli’ deyiverdi. Derin bir nefes aldı. ‘Ben en çok bu aksanı kendimde bulup bulamayacağımı merak etmiştim. Çünkü, birisinin yaptığı şeyi taklit etmek istemiyordum. Yani, kısaca kimseyi kopyalamak istemedim. Benim aksanım hiç yoktur. Taklit de edemem. Taklit yeteneğim hiç yoktur. Bu filmdeki Rum Teo rolü teklif edildikten sonra, dedemin bana anlattığı hikayeler aklıma geldi. Onda, yüzlerce Girit hikayesi vardı ve dedem Rumca konuşurdu. Fakat bizle hiç Rumca konuşmadı. Çocukluğumda, bize Türkçe ama Rum aksanıyla hikayeler anlatırdı. Ve ben onu hatırladım. Dedemin anlattığı hikayelerindeki tonlamalarını hatırlamaya çalıştım. Kafamın içersinde onun tonlamalarını duyabiliyordum ama dilim dönmüyordu. Bu noktadan yola çıkarak kendi aksanımı oluşturmaya çalıştım.Yavaş yavaş dilimi geliştirdim. Bir iki gün boyunca aksanımı oturttum ve bu, bir buçuk ay boyunca devam etti.’

Rum Teo söze giriyor. ‘Ama bu aksanı ararken, o zeytin ağaçlarını, zeytinyağını duyumsuyorsunuz. Yani, Atina’ya giderken bir yerlerden geçmek zorundasınız. Bunu yaparken ülkenin tarihini göz önüne almak lazım. Daha sonra, modern Atina’ya gidiyorsunuz. Orada beni, gazetecilik yapan, cinsel kimliği ile barışmış Teo’yu buluyorsunuz. Türkiye’de depremde amcasını kaybeden, İstanbul’a babasına ve kardeşine başsağlığına gelen adam olarak.’

Teoman Kumbaracıbaşının anlatımıyla Rum Teo, gerçekten hoşsohbet, rahat, kendisiyle barışık, düşündüğünü söylemekten kaçınmayan tavrıyla neredeyse delikanlı bir adam.
Girit hikayelerine dalmış tüm romantizmimle, tıpkı anneannelerimizin eski sandıklarını karıştırmak gibi bir şey değil mi dedim. Teoman Kumbaracıbaşı kısaca ‘hayır’ deyiverdi.
‘Siz, olaya çok şiirsel yaklaşıyorsunuz. Bu, bir sokak hikayesi. O nedenle, hikayeyi sokakta aramak gerekir. Ben, zihnimin çöplüğünü karıştırdım. ‘Yazı Tura’ çok sıcak, sokağa ait bir hikaye. O yüzden, sürekli İstiklal Caddesinde, sokaklarda dolaşmayı tercih ettim.’

Kumbaracıbaşının bir de hayatını adadığı tiyatrosu var. Bu noktada, sanatçı elini şöyle bir şıklatıyor ve Nikolai Starvogin ile Rum Teo ortadan kayboluveriyor. Sanki buharlaşıyor. Ve Kumbaracıbaşıyla başladığımız yere tiyatroya geri dönüyoruz. Benim için gerçek bir ‘gönül yarası’ dediği, şu anda oyun sergilemese bile vergilerini ödediği Kara Tiyatro’dan bahsediyoruz. Neden kara? Cevabı çok basit. ‘Siyahın içine bir damla ışık damlatınca kara olur da ondan’ diyor.

Kara Tiyatro’da en son, ‘Küçük Adam ya da Wilhelm Reich’ın Garip Vakası’ isimli oyunu sahnelemişler. Oyun yazarı kim diye sorunca. ‘Ben’ diyor gülerek ve açıklıyor. ‘Wilhelm Reich’ın yazdığı ‘Dinle Küçük Adam’ isimli kitabı çok meşhurdur. Ama ilk önce biraz Wilhelm Reich’dan bahsetmek gerekecek. W. Reich, psikyatrist Sigmund Freud’un öğrencisi. Onunla bir süre çalıştıktan sonra, yolları ayırmışlar. Reich doğa bilimlerine yönelmiş ve Amerika’ya gitmiş. Ben, Wilhelm Reich’ın orada öldürüldüğünü düşünüyorum. Bu hikayenin tezini ortaya koyacak biçimde eseri ele aldım, yazdım ve oyunu sahneye koydum. 20 milyar battıktan sonra oyunu kaldırmak zorunda kaldım. Çünkü, Türkiye’de kimsenin ‘küçük adamlara’ ilişkin kaygıları yok. Pop Starların ön plana çıkarıldığı bir toplumda kaygılar da olmayınca, kimse size bu konuda değer vermiyor. Bu, benim için çok acılı bir hikaye. Çünkü, burada beraber çalıştığım insanlara verdiğim bir söz var. Tiyatroyu yaşatacağıma ilişkin verdiğim bu sözü tutamadım ve bunun ezikliğini hala yaşıyorum. Bunu ilerde bir şekilde temizleyeceğim. Bana Nikolai Starvogin’i bir daha oynamak ister miydiniz diye sormuştunuz. Kesinlikle istemem ama ‘Küçük Adam ya da Wilhelm Reich’ın Garip Vakası’ oyununu, kalplerini kırdığım bu insanların gönüllerini alarak tekrar sahnelemek istiyorum.’ Sesi o kadar içten ki, tüylerim diken diken oluyor, gözlerimin dolduğunu hissediyorum.

Kara Tiyatro’nun temelleri üniversite yıllarına dayanıyor. İstanbul Üniversitesi’nde ‘Teknik Sahne’ ismiyle kurulan topluluğun üyeleri daha sonra Kara Tiyatro’yu kuruyorlar. Kara Tiyatro’da yine Teoman Kumbaracaıbaşı’nın yazdığı Via Regia, ‘Kral Yolu’ isimli oyun sahneleniyor. Kral Yolu suç olgusunu, tarihin başlangıcından itibaren, insanın gelişimiyle paralel olarak ele alıyor. Kumbaracıbaşı, oyun yazarlığı yanında çevirmenlik de yapıyor. ‘Albert Camus’nun ‘Yanlışlık’ adlı eserini Teknik Sahne’de sahneledikten sonra, Euripides ‘Medea’sını Almanca ve İngilizce’den çevirerek yeniden Kara Tiyatro’da sahneliyorlar. Buna ek olarak, kukla tiyatrosu olarak sahneye konan Büyücü isimli bir çocuk oyunu da var. Kara Tiyatro’nun sürekli bir sahnesi olmadığı için, oyunları sergilemek için zaman zaman Kadıköy Kültür Merkezi ve Muammer Karaca Sahnesi gibi sahneler kiralamak zorunda kalmışlar. Şimdilerde, Kara Tiyatro’nun sadece vergilerini ödeyen sanatçı, en kısa zamanda ‘Küçük Adam ya da Wilhelm Reich’ın Garip Vakası’ oyunuyla, tiyatrosunun perdesini açmak istiyor.

Kumbaracıbaşı tiyatroda ışığın önemine gönülden inananlardan biri. ‘Bir süre, Türkiye’nin en başarılı koreograflarından biri olan Cem Ertekin’in kurduğu, Çağdaş Bale Topluluğu’nda ışık tasarımcısı olarak çalıştım. Sahne üzerindeki bir dansçıyı, bir oyuncuyu yaşatmak için ışığa ihtiyaç duyulur. İlk önce baleyi videoya çekiyor daha sonra kare kare baleyi çalışıyor, neyi nerede yapacağımızı, hangi renkleri kullanacağımıza karar veriyorduk. Ve bütün bunları değerlendirdikten sonra, ışık tasarımını yapıyorduk. Çok zevkli bir deneyimdi.’

Şu anda, değerlendirdiği film tekliflerinin yanı sıra kendisi için yaptığı ve hayata geçirmek istediği bir başka proje daha var. Bu tümüyle, müzisyen kimliği ile ilgili. ‘Ben gitar çalıyor ve söylüyorum. Pir Sultan Abdal, Baudelaire, Özdemir Asaf, Trakl ve Karacaoğlan gibi ölmüş şairlerin eserlerini besteleyerek bir albüm çıkarmayı istiyorum. Şu anda, şiirlerin aranjmanları yapılıyor. Eğer istediğim sonucu elde edebilirsem, albümü piyasaya çıkaracağız.’diyor. Bir yandan tiyatro, film projeleri, ışık, oyun yazarlığı derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile.

Kumbaracıbaşı, geç kaldığı bir randevuya yetişmek için masadan kalkarken, hayretle kaybolduğunu düşündüğüm, Rus soylusu Nikolai Starvogin ve Rum Teo tekrar beliriyor. Nikolai, Rus soylularına yakışır biçimde beni gayet nazik biçimde selamlarken, fırlama Teo sadece kısa bir selam çakıyor. Her ikisinin de soluk kopyası Kumbaracıbaşı’nı izlerken, Rum Teo bir kez daha dönüyor ve göz kırpıyor…






Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın sanat ve sanatçılar kümesinde bulunan diğer yazıları...
'Kafkas Tebeşir Dairesi'nin Sebeb-i Hikmeti... ''
Uluslarararası İzmir Festivali 20. Yaşını Kutluyor.
Anton Çehov'dan Arthur Miller'a, Modern Zamanlarda Düşlerin
Ahmet Adnan Saygun"un Mirasını Taşıyan Onurlu Bir Sanatçı : Rengim Gökmen
İlhan Berk"in Şiirleri ve Sait Faik"in Öykülerini Gravürde Eriten Adam: Fatih Mika
Commedia Dell"arte İşliği : Michele Guaraldo, Simone Campa ve Korsanlar
Cemal Süreya"dan "Üstü Kalsın" : Hakan Gerçek
Ağır Abla Cecilia"nın Müridinden Faydalı Hayat Dersleri : Ayhan Sicimoğlu
Romanya Ulusal Tiyatrosundan Bir Baş Yapıt : Fırtına
Shakepeare"den Verdi"ye : Falstaff Operası

Yazarın İnceleme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bir Varmış Hiç Yokmuş
"Beni Ben mi Delirttim?" : Ferhan Şensoy
Ermişler Ya da Günahkarlar, İyilik Ya da Kötülüğün Dayanılmaz Lezzeti…
Sineklidağ"ın Efsanesi : Keşanlı Ali"nin İbretlik Öyküsü
Sahibinden Az Kullanılmış "İkinci El" Stratejiler
Tek Kişilik Oyunların Efsane İsmi : Müşfik Kenter
Yağmur Yağıyor, Seller Akıyor, Kral Übü Camdan Bakıyor
Efes'li Herostratus ve 'Hukukun Üstünlüğü İlkesi'
Tanrıların Takıları
Ruhi Su"nun İzinde : Köy Enstitüleri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İbneler ve Çocuk Cesetleri [Şiir]
Komşu Çocuğu [Şiir]
Bir Bardak Soğuk Suyun Hatırına… [Şiir]
İhtiyaçtan [Şiir]
Deli mi Ne? [Şiir]
Sakız Reçeli Seven Yare Mektuplar [Şiir]
Bir Nefes Alıp Verme Uzunluğunda… [Şiir]
Lord'umun Suskunluğunun Sebeb-i Hikmeti... [Şiir]
Pimpirikli Hanımın, Pimpiriklenmesinin Nedeni… [Şiir]
Yere Göğe Sığamıyorum… [Şiir]


Seval Deniz Karahaliloğlu kimdir?

Bazı insanlar için yazmak, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Yani benimki ihtiyaçtan. Bir vakit, hayatımla, ne yapmak istiyorum diye sordum kendime? Cevap : Yazmak. İşte bu kadar basit.

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilenmek ne derecede doğru bilemem ama beyinsel olarak beslendiğim isimler, Roland Barthes, Jorge Luis Borges, Braudel, Anais Nin, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Umberto Eco, Atilla İlhan, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Murathan Mungan,..


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.