"İnsanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Bir öykü kitabının yapraklarında geziniyormuşçasına yapılmış resimler. Tablolara biraz daha yaklaşsanız sanki içine girecek ve o mavilikte kaybolacakmış hissi uyanıyor insanda. Yani, o kadar öyküseller. Bir yanı şiir kokan, çocukluğumuz hikayelerinden esintiler taşıyan tabloların ressamı ‘mavi tutkunu’ olarak tanınan Ahmet Rüştü Doğan. Mavi dedik ya. Mavi deniziyle körfez, üzerinde beyaz kuğular gibi süzülen vapurları, kavurucu yaz sıcağında püfür püfür esen rüzgarında sığınılan serin eski ahşap binaları ile güzelim ‘İzmir Evleri’. Dar sokak aralarında, duvar dibine park edilmiş bisikletler. Hani biraz sonra gelip de binilecekmiş havasında öylesine rahat bir tavırla duvarın dibine dayanmış. Kırmızı balonları, simit satıcılarını, koz helvaları, mavi denize dalıp çıkan ve vapurlarla yarış eden yunusları gördüğüne yemin edebilir insan. Hatta şu sokak bizim oturduğumuz sokağa benzemiyor mu? Bak, ‘çocukluğum salıncağa biniyor şu parkta’ diyesi geliyor insanın Ahmet Rüştü Doğan’ın düşsel bir masal havasında anlattığı çocukluğumuzun ‘İzmir Resimlerini’ görünce. Söze, insana masalsı bir dünyada kaybolacağı hissini veren ‘İzmir Resimleri’ serisinin nasıl ortaya çıktığı sorusuyla başlayalım istedik. “Fransa’da Paris’e Louvre Müzesi’nde resim sergisine gittiğimde karşılaştığım bir hocayla ‘Madem İzmir’de yaşıyorsun, neden bunun üzerine gitmiyorsun’ diye bir tartışmamız oldu. Bu kafamda şöyle oluştu. Yöresellikten evrenselliğe geçişi nasıl sağlarım diye düşündüm. İzmir çocukluğumdan beri yaşadığım, çok sevdiğim, içime işlemiş bir yer. ‘İzmir Resimleri’ işte öylesine başlayan bir olay oldu. Aşağı yukarı 100’ye yakın resimden oluşan bir İzmir serisi oluştu. Bu seride esas konu ‘deniz’. Deniz, denizdeki vapurlar, denizin kıyısında yerleşmiş ve benim yaşadığım o gecekonduların yığılmaları ve tatil yerlerinde gezinen bisiklet. (İzmir’de bir tatil yeriydi. En azından bir zamanlar.) İzmir’in kendine ait o düş havasını, o güzelim havayı vermek için yapılan çalışmalar bunlar. Tamamıyla, masalımsı, düşsel, imgesel, kimi zaman çocuk resmine benzeyen, kimi zaman naif resim olarak adlandırılan kimisinin de burada ‘renkler erimiş’ dediği farklı bir iş çıktı ortaya. Gerçekten de öyle çıktı.” “Neden mavi?” İnsanın lakabı mavi tutkununa çıkınca çaresiz soracağız ‘neden mavi’ diye. “Beni çok çeken bir şeydir. Orada mavinin her tonunu bulabilirsiniz. Mavi insanı dinlendiren, var eden, yaşatan, sanki tekrar doğuran bir kavramdır. Beni çok derinden etkileyen bir renktir. Mesela, masmavi bir gök yüzü. Mavinin diğer renklerle birlikteliği de çok güzeldir. Gün doğumları, gün batımları, yağmurlu havalar. Orada İzmir’in bütün renklerini bulabilirsiniz. Çok renkli masalımsı bir ülke gibi. Gören, insanlar ‘ah, senin vapurların’ diyebiliyorlar. Mesela, Güven Zeyrek, ‘senin resimlerin bana tam İzmir’i anımsatıyor. Sen tam bir İzmirlisin.’ diyebiliyor. Geçen yıl, Dikili Festivali’nde karşılaştığım Vedat Türkali ve Mihri Belli sergiyi gezerken bana ‘resimlerimin insana it yaşanmışlıklarla yüklü olduğunu’ söylediler. Özellikle Vedat Türkali, ‘Ben, insana dönük, insanı anlatan bir yazarım. Senin resimlerinde insan yok, ama insan yaşamı var. İnsan gözükmemesine rağmen, insana ait bütün yaşanmışlıklar hissediliyor. Onların seslerini, acılarını, sevinçlerini görebiliyorum. Kullandığın imgelemlerle bunu çok iyi yansıtıyorsun’ demişti. Bu benim için çok hoş bir tanımlamaydı. Gerçekten, sergide benim yaşadığım her şey vardı. Çocukluğumu olduğu gibi yansıtan samimi çalışmalar oldu. ‘İzmir Resimleri’ serisini yapmaya karar vermeme neden olduğu için Fransa Sergisi gerçekten de hayatımda bir dönüm noktasıdır.” “Vedat Türkali deyince işin içine biraz da edebiyat giriyor. Öyle değil mi?” Zaten ‘İzmir Resimleri’ serisine bakınca öyküyü, şiiri düşünmeden yapamıyorsunuz. Kıyısına köşesine şiir ve öykü bulaşmış bu resimler sanki ‘edebiyat kokuyor’.“Evet, resimlerimi yaparken beslendiğim başlıca kaynaklardan biri olan edebiyat, hayatımın çok önemli bir parçasını oluşturuyor. Roman, öykü, şiir, inceleme ve felsefe konusunda okuduğum eserler benim resmimi besleyen en önemli kaynaklar. Murathan Mungan ve İnci Aral’ın eserlerini okuduğumda, ‘resimde aradığım duygular ve imgeler bu’ dedim kendi kendime. Onların bende ve yaptığım resimlerde bıraktığı etkileri gördüğümde, eskilerden Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Sait Faik Abasıyanık gibi birçok yazarın aslında benim ruhumu beslediğini fark ettim. Daha sonra, bende çağdaş imgeler oluşturacak yeni kaynaklara doğru yöneldim. Franz Kafka, Gabriel Garcia Marquez, Aslı Erdoğan, Ece Ayhan, Tezer Özlü, Enis Batur gibi şair, öykücü, romancı ve düşünürler benim resimlerimin yapısını güçlendirdiler. “Peki, bu yazarlar resimlerinizi nasıl etkilediler?” Ahmet Rüştü Doğan derin bir nefes alıyor, konuşurken sesinin titreşimlerinden hissettiği heyecanı duymamak mümkün değil. Giderek onun heyecanı bana da bulaşıyor. Sohbet koyulaşıyor. Edebiyat ve resim sanatı içindeki bu etkileşimde kaybolup gidiyoruz. “Mesela, bende açıklık ve gizem ilişkisini sorgulayan bir bakış oluşturdular. Tarihsel yapı, felsefe, kimlik parçalanmaları, fantastik öğeler, toplumdışına itilmiş sıra dışı kişilikler; bana resimlerimin farklı bir duruşu ve kimliğinin olması gerektiğini öğrettiler. Eserlerinden beslendiğim bu yazarlar, kendi kimliklerine yani kendi özgün sanat dillerine sahiptir. Yapıtlarında zengin imgeler kullanarak, güçlü anlatılar yakalıyorlar. Bize düz anlayışı, tersten okumayı öğretiyorlar. Ben de resimlerimde kendime ait bir dil oluşturma çabası içindeyim. Alışılmış ışık, perspektif, renk, kavramlarını yıkmaya çalışıyorum. Bunları tersten okuyorum. Bazen lekeci, istifçi, minyatür, çocuk resimlerini andıran imgelerle yüklü çalışmalar yapıyorum. Bütün kavramları harmanlayıp, yerel tatlar ve alışılmış konular üzerine yükleyerek evrensel olmaya çalışıyorum. Anton Çehov gibi basit gözüken ama birçok yük taşıyan sade resimler yapıyorum. Renk, doku, boşluk, çizgi, zıtlık, ışık resmin temel öğelerini kullanarak kurgusal ama duyarlı, renge dayalı, samimi resimler yapmaya çalışıyorum. “‘İzmir Resimleri’ serisinde yakaladığınız samimiyeti bu anlattıklarınıza bağlayabilir miyiz? Biraz da ‘İzmir Resimleri’ serisinden bahsedelim mi?” “Şu an 45 resimden oluşan ‘Tekneler, Vapurlar ve Evler’ serisi, İzmir serisinin birinci bölümünü oluşturuyor. İkinci kısmı olan ve balık tutanları, balıkçıları konu alan ‘Kıyıdakiler’ de tamamlandı. ‘Kıyıdakiler’ 25 tablodan oluşuyor. Şu anda üçüncü kısmı olan ‘Ötekiler’ üzerinde çalışıyorum. 30’un üzerinde resim çıktı ortaya. İzmir’in görünmeyen, ‘öteki’ yüzünü konu eden ‘Ötekiler’ serisinde, gecekondu mahallelerinde yaşayan yoksul halk ve çingeneler anlatılıyor.Yöre yöre dolaşarak eskiz çalışmalarını tamamladığım yerler arasında Güzeltepe, Gümüşpala, Örnekköy, Şemikler, Gürçeşme, Yeşildere ve Çingene Mahalleleri bulunuyor. Bulabildiğim bütün gece kondu semtlerini dolaşıp oradaki yaşantıları resmetmeye çalıştım. Resim çalışırken çok ilgin. Olaylar yaşadım. Mesela, oradaki çingene çocuklarıyla oturup konuşmak, onları seyretmek, onları yaşamak çok farklı bir deneyim. Hem güzelliklerini sunuyorlar, hem de endişeliler. Kimisi hemen gelip soruyor. ‘Ağabey, ev mi yıkılacak, yol mu yapılacak, yıkım mı var, bir şey mi yapacaksın, elektriğimizi mi keseceksin. Ne olacak?’Bu gibi sorularla karşılaşmak çok ilginç, zaman zaman düşündürücü ve samimi tavırlarını göstermesi bakımından çok hoş. Kimisi de gelip ‘A çok güzel çiziyorsun, sen ressam mısın? Bayağı güzel çizmişsin’ diyor. (kahkahalar….) Güzel yani. O geleneksel tadı tekrar yaşamak çok hoş. Kimse gelip desen çalışmıyor artık. ‘Ötekilerin’ tamamlanmasıyla birlikte ortaya toplu bir İzmir görüntüsünün çıktığını düşünüyorum.” “İzmir resimlerinde o hayallerimizdeki sahil kasabası görüntüsü var değil mi? Resimler bize sanki keşke İzmir’in 1940’lı yıllardaki o sahil kasabası hali, o güzelim eski evleri ve cıvıl cıvıl sahili korunabilseydi diyor.” Aynı özlemleri paylaşıyor olmalıyız ki derin bir ‘ah geçiriyor’. Beton yığınları arasında boğulan İzmir’in şu an ki görünümünü düşünüp hayıflanmamak elde değil. “Ah, keşke. Zaten millet olarak bizim bir geçmiş belleğimiz yok. Elimizdeki güzellikleri korumayı bilmiyoruz. Sanki her yeni şey çok güzelmiş gibi algılanıyor. Her yenilik çok iyi değil. Ancak elden gittikten sonra değeri anlaşılıyor. Mesela, ben çocukluğumun İzmir’ini çok arıyorum. O bisikletler benim çocukluğumun bir simgesidir. Hep bir bisikletimin olmasını istemişimdir. Çok yoksul olduğumuz için bisiklete sahip olmak benim için bir rüyaydı. Çocukluğumda, bisikleti olan bir çocuk bana binmem için bisikletini verdi. Büyük bir heyecanla binmeye çalıştım ama acemi olduğum için bir süre sonra düştüm. Bisikletin sahibi olan çocuk büyük bir kızgınlıkla bisikletini alıp gitti. Ben de hem düşmenin acısı hem de bisikletin elimden alınmasıyla çocuğun uzaklaşışını gözyaşlarıyla izledim. Sonra da tekrar bisiklete binmeye korktum ve hayatımda bir daha bisiklete binemedim. İçimde bisiklete binmek için hep bir özlem kaldı. O nedenle, bütün resimlerimde bir bisiklet vardır. Şimdi benim yerime başkaları biniyor onlara.” “Resimlere bakınca, Atilla İlhan ‘ Benim çocukluğumda oyuncaklarımız yoktu, bizim vapurlarımız vardı’ sözünü anımsatıyor bana. Bu biraz da vapurlardan kaynaklanıyor sanki” İzmir’de yaşayıp da kendi vapur hikayesi olmayan olur mu hiç. O da gülerek kendi vapur hikayelerini anlatmaya koyuluyor. “Vapurlar benim hayatım. Benim çocukluğumda en sevdiğim şey, Konak’tan Karşıyaka’ya vapurla gitmekti. Denizde yunuslar atlardı ve ben de yunusları seyretmeyi çok severdim. Bu 40 – 50 yıllık kanıma işlemiş bir zevktir. Karşı tarafa hep vapurla geçmeye çalışırım. Denizi ve insanları seyretmek, orada çay içmek, çevredeki ışık değişimini görmek. Yani, içinde yaşamaktır. Zaten bunlar birebir peyzajdır. Bunlar tamamen benim yaşantım. İçime işlemiş her şey var orada. Mesela uzaktaki ve yakındaki gemiler. Turan Engin’in oğlu vapurları görünce çok hayret etti ve bana şöyle dedi. ‘Sen gemileri öyle bir yarıştırmışsın ki, uzaktaki gemiler daha büyük, önde gemiler daha küçük. Bu, genel perspektife aykırı. Mesela, öndeki geminin daha çok işlenmesi gerekir ve arkadakinin daha flu (bulanık) olması gerekirken sen, arkadakini gemiyi çok işleyip, öndeki gemiyi daha flu bırakıyorsun ama öyle bir denge yakalamışsın ki hiçbir şey yadırganmıyor’ diyor. Bu benim bir istifleme özelliğim, bir yığın veya resmi düzenleme isteğidir. Sanatçının kendine ait bir resim dili olması gerekir. O dili yakaladığın zaman anlatacağını anlatırsın, duyguları da, biçimleri de yüklersin. Tabii bu da çok zor bir iş, bir sanatçının kendine ait bir dili yakalaması. Bu bütün sanat dalları için geçerli. Edebiyatta da, müzikte de bu böyle. Dilin olmadığı zaman sadece görüntüyü yakalayan, anları yakalayan kişiler olusunuz. Kötü ressam olursunuz, kötü bir edebiyatçı, kötü bir konuşmacı olursunuz. Hiçbir değeriniz yoktur.” “Resimlerde bize çok sıcak gelen, çok özel ayrıntılar yakalamışsınız.” Gündelik yaşamın koşuşturması içinde güme giden bütün güzel ayrıntılar var sanki ‘ben, buradayım, beni fark et’ dercesine bağırıyor. Hissettiklerimi, Ahmet Rüştü Doğan’ın sözleri doğruluyor. “Bunlar her gün önünden geçtiğimiz çok sayıda güzellikten bazıları. Güzellikleri insanların çoğu fark etmiyor. Görmek mi istemiyor ya da gördüğüne alıştığı için mi bilmiyorum. Ben gösterdikten sonra, ‘aaa ne kadar güzelmiş’ diyorlar. Ama aslında her gün görünen bir şey. Sanatçılık biraz abartılı olur. Sanatla uğraşan insanın bir dili olmak zorunda. Ancak o zaman insanların göremediği güzellikleri onlara gösterebilirsiniz. Sanıyorum onu biraz yakaladım. Güven Zeyrek’in dediği tamamıyla doğru. Resimlere bakıp ‘İşte, sen tam bir İzmirlisin’ demesi çok güzel. Demek ki İzmir’in ruhunu verebildim. Görüntü, donmuş bir karedir ama ruh bambaşka bir şey.” “Belki de bu nedenle, insanların kendi imgelemlerinde yarattıkları ama aslında resimde var olmayan ve izleyicinin kendiliğinden resme kattığı martılar, küçük çocuklar, koz helva, boyoz ve kırmızı balonlar gibi özel ayrıntılar da bir çeşit büyüyle yakalanmış oluyor diye düşünüyorum. Çağrışımlara açık çok zengin bir anlatım içeriyor. Öyle değil mi?” ‘Tekneler, Vapurlar ve Evler’ serisine ait bir resimde, aslında ‘var olmayan’ kırmızı balonuyla yürüyen çocuğun orada olduğu konusunda sanatçıyla yaptığım ‘komik’ tartışmayı anımsıyorum. Resimde ne olup bittiğini sanatçının kendisinden daha iyi kim bilebilir ki? Ama ben yine de orada kırmızı balonuyla yürüyen bir çocuk gördüğüme yemin edebilirdim. “Dikilide sergi açtığımda, Demirtaş Ceyhun geldi. ‘Resimler, söylemek istediğini çok net söylüyor, insanı hiç yormuyor’ demişti. Yani bu, ‘bir şey aramaya gerek yok. Herkesi doyurabiliyor, kafasındaki bütün imgelemleri yükleyebiliyor. Az şeyle, çok şey çağrıştırıyor’ anlamına geliyor. Sanatın en zor işi de budur. En basiti verebilmek. Basit bir şekilde çok şey anlatabiliyorsan, çok güçlü bir resim dilin var demektir. Mesela, Anton Çehov çok güçlü hikayeler anlatır ama dili çok sadedir. İşte ben de o sadeliği yakalamaya çalışıyorum, çok fazla süsten ayırıp temel olanı içinde barındırdığı zenginlikle vermeye çalışıyorum. Ortaya güzel şeyler çıkıyor sanıyorum. Yaptıklarımı seviyorum.” “Sanki, her bir resim kendi öyküsünü anlattırıyor gibi.” Neredeyse, her bir resmin öyküsü varmış gibi hissediyorsunuz. Zaten edebiyat ve resim arasındaki etkileşimi konuşmak için özellikle Ahmet Rüştü Doğan’ı seçmemizin de nedeni bu. “Bunların hepsi İzmir’in hikayesi. 100 tane resim, birbirine benzer gibi gözükse de ortaya rengiyle, biçimiyle, işlemeleriyle 100 ayrı resim çıkıyor. İzmir, kimi zaman çok sıcak, kimi zaman da grilere boğulur. Yağmur yağdığı zaman, İzmir’in ne kadar gri olduğunu biliriz, gökyüzü zengin grilerle doludur. Ama güneş batarken de dağları, deniziyle bir an farklılaşır ve her şeyiyle kıpkızıldır. Bir anda masmavi olur. Orhan Veli’nin dediği gibi ‘kendimi denize atmak istiyorum’ der ya. Hani mavilerin içine. Onun şiiri gibi. Gerçekten de İzmir düşsel bir yer. Bin bir gece masalı gibi her rengi, her tonu bulabilirsin. Yaşanacak, yormayan, zorlamayan, insanı mutlu eden bir şehir. İzmir beni mutlu ediyor. Nereye gidersem gideyim Paris’te bile İzmir’i arıyorum.” “Edebiyat ve resim üzerine etkileşimlerden bahsederken ‘meşhur klasik soruyu’ sormadan olmaz. Bugünlerde, sizi ve resimlerinizi besleyen hangi yazarları okuyorsunuz?” ‘Meşhur klasik soru’ tanımlaması hoşuna gitmiş olmalı ki gülüyor. “Son dönemde daha çok felsefecileri okuyorum. Sanırım hayat eşittir resim ve sanat kavramlarını deşmeye çalışıyorum. F. Nietzsche, Schopenhaver, Sokrates, S. Kierkegaard gibi yazarların eserlerini elden geçiriyorum.” “Sohbete başladığımızda, çok sayıda yazardan, özellikle iki isimden bahsetmiştik. Tezer Özlü ve Murathan Mungan. Biraz Tezer Özlüden konuşalım mı?” Evet, gerçekten de Tezer Özlü ‘benim için çok özel’ diye söze girdi Ahmet Rüştü Doğan. “‘Çocukluğumun Soğuk Bahçeleri’ adlı kitabındaki öyküler, benim çocukluğuma çok yakındır. Öykülerindeki yaşama tutunma çabasını, yalnızlığını, yaratıcılığını, özgürlüğünün peşinden koşmasını, hem hissettim, hem yaşadım. Kuralsız, insana dönük, mal ve şöhret istemeyen sadece mutlu olmaya çalışan sıcak bir insan. Hep gezmiş, hep yazmış, otel odalarında hep yalnızlıklarını yaşamış biri. Ölümle yaşam arasındaki o hassas çizgide yaşamış ama sanırım ölüme daha yakın durmuş bir insan. Tezer Özlü’nün bana göre, yazdıkları aslında kendisi gibi birçok yalnız insanın sözcüsü olmuştur. Duruşu, kişiliği, cesareti, bana sanatın nasıl olması gerektiğini, nasıl acılar çekilmesi gerektiğini, İsa gibi çarmıha gerilmeden kendini var edemeyeceğini gösterdi. Deniz resimleri bana Tezer Özlü’nün acılarını anımsatır. Deniz; zorlu, kontrolü zor, sevgili, ölmek ile yaşamak arasındaki yerdir. Doğru anlaşılırsa çok güzel olandır, kızdığı zaman ise her şeyi yutan, çok ışıklı, çok renkli canlı bir varlıktır. Her denize girdiğimde, yaşam ile ölüme benim karar verdiğim alandır. Tıpkı resim yapmak gibi. Yaşamdan ayrı, ölüme yakın, zorlu, uğruna her şeyi feda edebileceğim bir sevgidir. Her şeye değen bir aşktır. Özgürlük alanı ile kendini ifade eden Tezer Özlü’nün aşkı gibi.” “Öte yandan bildiğim kadarıyla Murathan Mugan’ın eserlerinden de çok etkileniyorsunuz. Murathan Mungan sizin için neden bu kadar önemli bir yazar?”Ahmet Rüştü Doğan hiç duraksamadan yanıtlıyor. “Evet, benim için önemli bir yazar. Mesela, ‘Kırık Kırk Oda’ öykülerinde hep bekleyişler, elde etme özlemi ve bu özlemlerin yerini alan gündelik yaşanmışlıklar vardır. Hep hayallerinde özlemlerin, ideallerin vardır. Onları beklersin. Onun gelmesini istersin. Bu arada, birçok fırsatlar oluşur, sen onları ret edersin. Sonunda bu ret edişler yalnızlıklarını oluşturur ve hiç istemediğin sıradan şeylere razı olursun. Bazen de hiç umut yokken bir sokak seni istediğin yere götürür. Bazen de tam her şeye ulaştım derken ellerinin arasından akar gider. Yaşam gibi, boşa harcanan yıllar gibi. Murathan Mungan’ın bir öyküsünde, iki kişinin düşleri anlatılır. Düşler içersindeyken birbirlerini görürler ama yan yana giden ayrı trenlerdedirler. Pencereden birbirlerini gözlerler. Uzun süre birbirlerine hayranlıkla bakarlar. Bu arada iki tren yan yana hızla gitmektedir. Bu bize hayatın hızını da anımsatıyor. Trenler bir süre yan yana gittikten sonra, bir yol ayrımı gelir ve her tren kendi yoluna devam eder. Benim için çok etkileyici bir anlatımdı. Özlemlere ve hayal kırıklıklarına göndermeleriyle, hepimizin az çok aynı ortak paydalarda buluşacağı bir öykü olması bakımından çok özel. Tıpkı aşkta ve evlilikte yaşadığımız kırılmalar gibi. Büyük aşklar yaşıyor sonra da kaybediyoruz. Büyük bir aşkım, düşlerim vardı, ama olmadı. Elimdekiyle yetinmeye çalıştım. Hayat böyle olmamalı. Ben düşlerimi elimde kalanlara dönüştürmeye çabalıyorum. Hayatta kaybettiklerimi resimlerimde kazanmaya çalışıyorum. Kazanmak için kaybetmeyi bilmek lazım.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |