Herkes aynı notayı söylediğinde uyum elde edilmiş olunmuyor. -Doug Floyd |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Aşağıda bir öykü okuyacaksınız. Bir tiyatro metni gibi anlatılan bir öykü bu ama bir farkla burada sözcükler yok. Alışık olduğumuz konuşmalar yok. Repliklerin yerini bedenin dili alıyor. Dansın evrensel dili, öyküyü bütün dünya dillerine aynı anda eş zamanlı olarak çeviriyor. Sesler insan sesi, kaygılar, umutlar, acılar, kederler, sevinçler hep aynı insani dille anlatılıyor. Dansçılar insani duyguları ifade etmede o kadar başarılılar ki, benim diyen tiyatro sanatçılarına sahnede taş çıkartıyorlar. Tiyatro eğitimi alan ve sahnede beden dilini kullanma konusunda araştırma yapan bütün tiyatro öğrencilerinin ve gelişime açık olan bütün sanatçıların istinasız bu eseri görmesi gerekiyor. Çünkü “Sınırın Aşıldığı Noktalar Balesi” sözcüklere ihtiyaç duymadan duyguların sadece bedeni kullanarak nasıl anlatıldığına mükemmel bir örnek teşkil ediyor. İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından Dünya Prömiyeri 6 Kasım’da yapılan iki perdelik “Sınırın Aşıldığı Noktalar Balesi” bilindik bütün sınırlar zorluyor. Eser sadece sanat yönünden değil aynı zamanda “muhalif” bir duruş sergilemesi bakımından da Türk Bale tarihine geçecek “sıra dışı”, “muhteşem” bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. “Sınırın Aşıldığı Noktalar Balesi” kesinlikle “muhalif” bir bale. Rafine bir çalışma. Şimdi sizi İzmir Devlet Opera ve Balesi Elhamra Sahnesi’ne götürüyoruz. Hollandalı sıra dışı koreograf Jan Linkens’in sahneye koyduğu eseri beraberce izliyoruz. Bedenin evrensel diliyle anlatılan öyküyü seyretmek için sadece gönül gözünüzü açmak kafi gelecek. Birinci perde. Sahne, akışkan içinde yüzen bedenlerin hareket ettiği bir var oluş noktası. Hareket ederken, hayat üzerimizden akıp gidiyor. Derimizin üzerinden akıp giden, aynı ölçüde eskiten, var eden, tüketen bir akışkanın içinde hapsolan bedenler. Dansçılar, hareket eden, estetik bir formda bükülen, esneyen ve uçarcasına süzülen bedenleri tanımlıyor. Hayat denen akışkanın içinde birbirine değmeden, değemeden, değmekten kaçınan bu bedenlerin arasında asılı kalan bir soru. Sınırlarımızı kim belirliyor? En keskin kuralların hayatlarımızı yönettiği, tükettiği, bizi un ufak ederek yok ettiği bir toplum. Bu kuralları kimler koyuyor? Bu sınırları kimler belirliyor? Koyu karanlık sahneyi aydınlatan yan ışıkta, kadın ve erkek dansçılar iki ayrı grup halinde dans ediyor. Ayrımcılık. Kontrol etmenin altın kuralı. Parçala, ayır, izole et, yönet. Karanlıkta insanı delip geçen bir müzik. Sözler bilinmeyen bir dile ait ama sesin tınısı o kadar tanıdık. Geçmiş zamanlardan bir ağıt. Bildik bir acı. Şüphe. Var olana, var oluşa. Sorgulama. Tanıdık. Acı. Kadın dansçıların üzerinde farklı renklerdeki mayolar, erkek dansçılarda bir örnek siyah mayolar. Tek düze. Üniforma toplumu. Sıradanlık. Sakın farklı olma. Farklılık yok. Öne çıkma. Tek düze. Sırayı bozma. Hayat denen yapış yapış akışkan bir sıvı içinde çıkış yolu arayan sıkışmış bedenler. Çaresiz her beden kendi çıkış yolunu arıyor çıkışı olmayan bu yerde. Arada birileri, sistemi tedirgin eden birisi çıkış yolunu zorladığında, birden sahnedeki bedenler dile geliyor. Bir ağızdan çığlık çığlığa müthiş bir ritimle tempo tutmaya başlıyorlar. İki büyük sopayla zemine vururken tınısı yüreklerde hissediliyor. Hep birden ellerimizle yerlere vurarak olanca gücümüzle. Bütün gücümüzle. Bağırarak. Var olmaya çalışarak. Bağır, bağır, bağır… 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11,12….. Her bir rakam bir vuruşa karşılık. Tempoya endeksli beden bir o yana, bir bu yana savruluyor, yuvarlanıyor, son hamlelerini yapan vahşi bir hayvanın umutsuzluğuyla çırpınıyor. Yine hep bir ağızdan. Bağır bağırabildiğin kadar. 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11,12… Bu amansız tempo, bu ölümcül ritim, bu vahşi savruluşlar, bu tüketen, yok eden koşu. Sınırları kim çizer? Kuralları kim belirler? Bazen akışkan sıvıda kazara aniden yollar kesişir, bir birine çarpar, ezer geçer. Bazen birbirimizin sınırlarına gireriz. Kendi sınırlarını zorlarken başkasınınkine değmek, çarpmak, temas etmek. İçimizde taa derinlerde sınırları ezip geçme hayali, hayat denen akışkanın içinde sadece birbirimizde değer geçer gideriz. Onlar kim? Bize bu sınırları dayatanlar? Kimi zaman sınırların adı inanç olur? Hayatımızı kontrol eden, bedenleri robotlaştıran sınırlar. Ruhsuz bedenlere biçilen sınırlar. İnançlar, gelenekler, kurallar, yasaklar, günahlar, sınırlar, sınırlar, sınırlar… Hepsi sınırların öteki adı. Bu sınırları kim koyar? Benim, senin, onun, diğer debelenen bu bedenlerin sınırlarını kim koyar? Onlar kim? Bazen sınırlar beklenmedik bir şekilde bir yağmur damlasının düşüşünde, bazen de bir dokunuştan cesaret, çatlar, erir… Akışkanda bir delik, bir soluma mesafesi kadar ferahlık. Biraz sınırları zorlamak için cesaret, bir tutam cesaret, bir yağmur damlası kadar naif, bir dokunuş kadar sıcak bir cesaret. Akışkandan bir meltem serinliği, havayı dolduran özgürlük kokusunun ferahlığı kadar geniş tut çizdiğin daireleri. Biraz daha nefes al, biraz daha geniş daireler çiz, dönerken biraz daha ileriye atla, yuvarlan, dön, zıpla, daha geniş, daha uzak, daha ileriye doğru, biraz cesaret, biraz cesaret, birazcık cesaret. Bir tutam özgürlük için. Biraz daha nefes, biraz daha sınırları zorla. Sınırları kim belirler? İnsan insana ne zaman dokunur? Sınırlarını geçer, insani mesafeyi ne zaman aşar? Bu sokaklarda akan beden yığınları akışkan sıvı içinde mesafeleri aşıp diğerine, “ötekine” nasıl dokunur? Sınırlar aşıldığında, “sınırları ihlal edenlere” neler olur? Sınırları belirleyenler, “diğerlerine” nasıl dokunur? Nasıl “muhalif” olunur? “Karşı çıkanlara”, “sınır ihlalcilerine”, “kara koyunlara”, “günah keçilerine”, “muhaliflere” ve türevlerine neler olur? Eğil, bükül, hayat denen akışkan sıvıda ritmi bozma, çünkü birbirine değmeden var olabilmenin tek yolu bu. Sağa sola geril, yaylan, birbirine dokunma, eğil, bükül, yuvarlan, bükül, daha bükül, büzül, büzülebildiğin kadar ufal, söyleneni yap. Akışkandaki ritmi bozma. Kutsal sınırlara dokunma. “Kutsanmış” sınırları koru. Mesafeleri aşma, haddini bil. Sınırlarını kaderin bil. Bedenler esner ama sınırları esnetmez yoksa çarparsın, kırılır, un ufak, tuzla buz olursun, Sınırlara dokunma. İşi sınırları belirleyenlere bırak. Onlar sınırları senin için çizer. “Kutsal sınırlar”. “Kutsanmış sınırlar”. Hayat denen akışkanda çaresiz debelenirken bedenlere çizilen sınırlarda birinci perdenin sonu. İkinci perde açıldığında, tek düzeliğin simgesi üniformalarının yerini cıvıl cıvıl modern kıyafetler alır. Gündelik hayatta sokaklarda gördüğümüz şık kıyafetleri giyen bu bedenler artık sıradan insanlar gibi görünüyor. Yarım daire biçiminde iskemlelere oturmuş dansçılar yaylanarak, bedenlerini gererek, bir örnek, uyum içinde görünüyorlar. Uyum? Gerçekten mi? Onlar sanki zorlasak bir yerlerden çıkarabileceğimiz tanıdıklar kadar aşina gelirken, her gün alışılmış iş temposunda koşuşturanlardan farklı değil. Aynı fare koşusundaki sıradan insanlar. Modern zamanların sıkıcı insanları. Usul usul birbirlerini yokluyorlar. Temkinli bir mesafeden yavaş yavaş ritmi bozmadan süzülüyorlar. Yavaş yavaş iskemleler bir bir yok olurken insanlar sahte bir uyumla birbirlerine tutunuyor, dokunuyor, dans ediyorlar. Eğil, büzül, başın hep önünde, eğik olsun, vücudun ve duruşun bükülmeye amade bu esneklik içinde olsun ama sınırları sakın zorlama, buna izin yok. Akışkanda “ışığa” izin yok. Dansçıların her birinin “ellerinde” bir “ışık”, bir umut, bu eller “umuda” ve bu “ışığa” aşık. Işıkla yıkanan eller, hep birden çırpınan, el çırpan, tempo tutan, tek ses, tek yürek, ışıldayan eller. Her bir el çırpışta, kalbin ritmi gibi yanıp sönen, kalp gibi atan bir ışık. Olmaz. Işık sınırları kırar, gerginliği yumuşatır, eritir. Duruşlar bile erir gider ışık karşısında. Bu donuk bedenler erirse? Işık onları eritirse? Sonra biri diğerine “gerçekten” dokunursa. Daha çok, daha fazla dokunuş. Birileri birbirlerine dokunursa, dokunmaya başlarsa. Bu bulaşırsa. Sınırlar nasıl “korunur”? Sınırları kim “korur”? Sınırlar “korunmazsa” ve herkes akışkandaki bütün bedenler birbirine değerse, temas ederse, kim “eğilecek”, kim “büzülecek”, bedenler nasıl “kontrol edilecek”? Kim kontrol edecek? Kim? Işığa bakma, umut etme, tedirginlik yaratma, öne çıkma, gereğinden fazla olmaya çalışma, sınırlarını aşma, huzursuzluk bulaşıcı, bulaştırma. Unut! Ellerindeki ışığı unut! Işığa bakma! Sakın “umut etme”! Sonra “kaos” olur. Karmaşa. Karanlıkta bir ses. Sahnede çömelen ellerini dizlerinin içine almış, tıpkı çaresiz bir çocuğun masumiyetiyle oturan balerinden geliyor.“Benim annem, güzel annem al beni kollarına…” Çocukluktan bildiğimiz bu şarkıyı acı bir masumiyet içinde söylüyor. Birden çocukluğumuzun şarkısı vahşi bir İspanyol ezgisiyle kesiliyor. Von Magnet,. Bu daha ziyade kıstırılmış vahşi bir hayvanın feryadı gibi. Saldırgan ezgiler salona yayılırken aynı tutkuyu paylaşan dansçılar sahneyi dolduruyor. Masumiyet çağının sonu. İspanyol ezgisi, vahşi, tutkulu ve ritmiyle tehditkar bir dünyaya ait. Sınırlarını aşanlara bir uyarı. Dur, yapma diyenlere bir “güzelleme” bu. Sınırları içinde sıkışıp kalanlar hayatlara ise bir “ağıt”. Acı ile tatlı arasında bir savruluş. Sınırlarından hoşnut, sınırlarını kutsarcasına sevenlerle, sınırlarını aşmaya çalışanlar arasında yaşanan gelgitler bunlar. Bir o yana, bir bu yana savruluşlar, akışkanda dengesizlik hakim. Her bir savruluşta bedenlerin etrafını saran eter de onlarla birlikte kıvrılıp bükülüyor, esniyor sanki o eterde bir delik açılma ihtimali. Bu ihtimalin can yakan umudu. Bir çatlak, bir kırık olma umudu bile bedenleri mest ediyor. Her sabah o çatlağı yaratmak ihtimaliyle güne başlamak. Dansçıların mayoları kırmızı, pembe, sarı, gri, altın rengi, gümüş pırıl, pırıl parlıyor. Artık akışkan cıvıl cıvıl, parlak, tatlı, karamela tadında. Bedenler mest olmuş, öne çıkanlar, sivrilenler. Birden karanlık. Sivrilenler ve öne çıkanlar için pırıltının sonu. Unutma. Sakın öne çıkma, sivrilme. Akışkan seni boğar, yutar, acıtır, kanatır, kırar, parçalar öğütür, işkence eder, işkence, işkence, işkence. Çığlıklar, acı çığlıklar, insanın canını yakan çığlıklar. Üç dansçı tarafından sürüklenen, atılan, tutulan ve yuvarlanan balerinden gelen acı çığlıklar tabiat anaya, doğaya, doğal olana, insanın kendine tecavüzünü çağrıştırıyor. Sistem dışını “erit”. Sisteme dahil değilse “tükür”. Sınırlarını aşanlar sistem tarafından “yok edilir”. Şimdi artık mahkeme zamanı. Maskeler ortaya çıksın. Yüzlerde maskeler. Yargılayanlar, yargılananlar, sistemi kutsayanlar maskelerini takar, maskelerini taşıyamayanlar da yok olur gider. Sadece maskesini taşıyabilenlere yaşama izni var. Giydikleri beyaz trençkotları ve taktıkları maskeyle onlar artık hem yargılayan, hem yargılanan, hem masum hem de sanıktırlar. Üzerlerine vuran ışık Demoklesin Kılıcı gibi. Kes, biç, ekin tarlasına düşen yaba ol. Dansçıların başı üstünde bir platform. Platformda bir erkek dansçı. Üzerinde pırıl pırıl yakıcı bir ışık. Işıkta umut yok. Bu ışıkta senin, benim, onun sanıklığı var. Hepimizin masum mahkumiyeti. Yaylan, geril, esne, sağa, sola, geriye, ileriye, seni saran eteri ger, kurtulmak için çabala, görünmeyen parmaklıkları zorla, kır zincirlerini. Nafile. Nihai sondan kaçış yok. Karar anı. Çok sivrilme, çok göze batma, sınırları ve sistemi kışkırtma, maskeleri düşürme, sistem dışı olma. Kutsal sınırları koru. Kutsanmışlar. Sınırlar, sınırlar, sınırlar... Sistem “muhalifleri” maske takarak “normalleştirir”. Normalleştiremediklerini yok eder, öğütür. Asiler, akışkanın zararlıları, haddini bilmeyenler, sesiniz yüksek çıkmasın. Sokaklarda yürüme mesela, yüksek sesle bağırma, sesin çıkmasın, sözünü deme içine akıt, var olduğunu sisteme hissettirme. Sözler gırtlaklarda düğüm düğüm. Sonra birden çığlıklar. Bütün sınırların ötesine, daha ötelere, daha ötelere. Bütün dansçılar yüzlerinde maskeleri, üzerlerinde beyaz trençkotları Von Magnet’in “How painful it is no to feel anything” (hiçbir şey hissetmemek ne kadar acı) şarkısını söylüyor. Duygulara izin yok. Hissetme. Gerek yok. Söyleneni yap. Sorgulama. Hissetme. Neyi hissetmen gerektiğini onlar bilir. Çığlıklar akışkanın sınırlarında boğulur, gider. Çığlıkları, sesleri duymamıza sınırlar engel. Çığlıklar gırtlaklarda boğulurken üzerimizdeki giysimiz artık bize kefen. Sistemin bizi sarmaladığı örtüyü üzerimize çeker, usul usul örterken, ardımızda sessiz çığlıklarımız, dile getirilemeyen umutlarımız, söylenemeyen sözlerimiz ve akışkanın sınırlarına feda ettiğimiz hayatlarımızı bırakırız. Ardımızda sınırları aşma isteği, hayat denen akışkandan göçer gideriz. Giydikleri beyaz trençkotları üzerlerine örten dansçılar sahneye uzanırken her birinin üzerinde yanan ışık da yavaş yavaş söner. Sahne kararır. Ve perde. İki perdelik “Sınırın Aşıldığı Noktalar Balesini” sahneye Jan Linkens koyuyor. Jan Linkens su katılmamış bir “muhalif”. Tavrını “pozitiften negatife, emin olmaktan emniyetsizliğe, istenenden istenmeyene, gelişmek için, büyümek için, sınırları aşmalı ve keşfetmeliyiz. Ancak bu şartla kim olduğumuzu ve ne istediğimizi öğrenebiliriz” diyerek açıklıyor. Hollandalı koreograf, bale kariyerine dansçı olarak başlar ve 17 yıl boyunca dansçı, koreograf ve bale öğretmeni olarak devam eder. George Balanchine, Hans van Manen, Rudi van Dantzig, Frederic Ashton gibi bale dünyasının usta isimleriyle çalışan sanatçı halen Hollanda, Yunanistan, Küba ve Almanya’daki çeşitli dans topluluklarında koreograf olarak görev yapıyor. Eserde arka planda duyduğumuz ve ilk anda bizi şaşırtan müzikler Von Magnet Grubuna ait. Phil Von ve Flore Magnet tarafından kurulan grup “Electro Flamenko” tarzı çalışmaları ile tiyatro, opera ve dans topluluklarına yaptıkları özel müziklerle de tanınıyor. Koreograf Jan Linkens ile birçok ortak çalışmaya imza atan grubun müzikleri danslarla ve eserin dramatik yapısıyla da bir bütünlük kazanıyor. Eserde Flamenkonun vahşi ezgileri ile eserin coşkulu, tutkulu ritmi iç içe geçiyor. Müzik seyirciyi sarmalarken yarattığı atmosferle dansın ve büyünün içine çekiyor. Müziklerin kullanılması konusunda Yalım Akın’ın katkılarını göz ardı etmemek gerekiyor. Eserin neresinde hangi müzik kullanılacağından müziklerin doğru olarak girişi ve çıkışına kadar akla hayale gelmeyen birçok detayın altından başarıyla kalkıyor. Balede ışık tasarımı Oktay Kanca’ya ait. İlk perdede yandan gelen ve kadın ve erkek dansçıların üzerine düşen ışıkla derinlik olgusu yakalanmış. Çok küçük bir sahnede, sahneyi büyüten ve sahnenin sınırlarını unutturan bir ışık kullanımı var. İkinci perdede dansçıların sadece ellerini aydınlatan ve her dansçının başı üzerinden sahneye indirilen lambalar çok akıllıca tasarlanmış. Özellikle dansçıların her el çırpışında ışığın yanıp sönmesi seyircinin tempoyu midesinde hissetmesine neden oluyor. Finalde, ışığı her dansçının başı üstünde birebir kullanması, sahnenin üzerinde kurulan küçük bir platformda yer alan erkek dansçıyı aydınlatma şekli olayın felsefesini vurgularken olağanüstü bir etki yaratıyor. Işık tasarımı eserin özünü çok iyi yakalamış. Balede kostümler ise Gülay Korkut’a ait. Kadın dansçıların değişik renklerdeki mayoları ve erkeklerin giydikleri siyah mayolar, bedenleri soyut olarak vermesi bakımından çok önemli. Öte yandan ikinci perdede gündelik hayattan canlı renklerde cıvıl cıvıl kıyafetler ise modern yaşam olgusunu vurgulaması açısından çok iyi düşünülmüş. Ayrıca yabancılaşmayı simgeleyen maskeler, finalde ölüm, bireysel yalnızlığı tanımlayan çarpıcı beyaz trençkotlar esere çok hoş oturmuş. Kostüm tasarımında Gülay Korkut eserle uyumlu bir çalışma çıkarmış. Eserde alabildiğine sade bir dekor hakim. Sandalyeler, tempo tutmak için ortaya çıkan iki büyük sopa ve finalde bir dansçının yer aldığı yüksek bir platform dekor deyince akılda kalan birkaç ayrıntıdan biri oluyor ama dekor tasarımı için Kaan Güreşçi’yi kutlamak gerekiyor. Çünkü en azla çok şey başarmış. Öte yandan, balede dansçıların şarkı söylemesi olayın tabiatına aykırı ama haşarı koreografımız bunu o kadar doğal bir şekilde sunuyor ki, alışık olmadığımız halde, dansçıların şarkı söylemesini, bağırmasını, çığlık atmasını ve sayı saymasını yadırgamıyoruz. O her şeyi alabildiğine normalleştiriyor. Esere katkısı geçen herkesi anmak boynumuzun borcu. Bale Baş Koreografı Serhat Nüfusçu her zamanki mütevazılığı ile hep bir adım geride durmayı tercih ediyor ama biliyoruz ki onun özverili çalışması ile birçok sorun sanki kendiliğinden halledilmiş gibi duruyor. Bale Başöğretmeni Tülin Oğurman’ın, Bale Koordinatörü Suat Yeşiltepe’nin, Koreolojist Ayda Ruhselman’ın, Repetitörler Cüneyt Şekercioğlu, Nükhet Sevgen ve Çınla Kaya’nın, Ses-Efekt’te Can Ünsal’ın, Makyajda Ömer Karaahmetoğlu’nun ve Bale Sahne Müdürü Şeyda Çavuş’un katkıları göz ardı edilemez. Onlar hep isimsiz kahramanlar olarak işin mutfağında yer alırlar. En fazla onları belki gala gecelerinde sahnede seyirciyi selamlarken görürüz ama biliriz ki onlardan biri eksik olsa, bu eserlerden hiç birini sahnede izlemek mümkün olmazdı. Gelelim balenin yıldızlarına. O kadar çoklar ki. Büyük yıldızlar en son sahneye çıkar dedik ve bu yüzden onları en sona bıraktık. “Sınırın Aşıldığı Noktalar Balesi” muhalif olduğu kadar eşitlikçi felsefesini de eserin sunumuna yansıtıyor. Bu balede başrol oyuncusu yok! Bu balede üzeri itinayla parlatılan, özendirilen, yaldızlara bulanarak satılan “bireysel yıldız sistemi” yok! Çünkü burada dans eden herkes başrol oyuncusu. Bu nedenle, büyük bir uyumla dans eden bütün dansçıların isimlerini tek tek anmak gerekiyor. Aslı Çelik, Burcu Olguner, Banu Celengil, Zeynep Bengier, Arzu Kaya, Yasemin Altınel, Ilgaz Erdağ, Gökçe Telkıvıran, Nazmiye Kıratlı, Sinem Tintaş, Seda Salman, Selin Uzun, Merve Gürer, Sülün Sertoğlu, Kıvanç Ekin, Emre Kaynarsu, Olcay Tunceli, Özgür Tuncay, Sertan Yetkinoğlu, Timur Varlıklı, Tolga Duyulur, Güçlü Kılıç, Tolga İyiuyarlar, Serkan Bucuga ve Cihan Genek bütün imkansızlıklara ve moral bozucu şartlara rağmen olağanüstü bir eser ortaya koymayı başarıyorlar. İzmir Devlet Opera ve Balesi dansçılarının çalıştıklar tek yer olan tarihi tütün deposunun Aralık ayında ihaleye çıkartılacak oluşu, dansçıların ellerinde var olan tek çalışma stüdyolarını da kaybetme ihtimalleri ve durumun belirsizliğini koruması her ne kadar moral bozucu olsa da, onlar bütün bu olumsuzluklara inat olağanüstü bir çalışmayla “net bir var oluş” sergiliyorlar. Verdikleri mesaj çok açık. Her şeye rağmen sanat, her şeye rağmen direnmek! Von Magnet Grubu’nun şarkısında dediği gibi “Hiçbir şey hissetmemek ne kadar acı” diyenlere, Sınırlar başka nasıl “aşılabilir” ki?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |