Yaşam başlangıcı olmayan bir yolculuktur. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Jale – (sözünü sakınmayan bir patavatsızlıkla sorar) Homoseksüel misin? Can – (gülerek bütün samimiyetiyle yanıtlar.) Hayır, sadece körüm. İşte bu kadarı yetti. Oyuna aşık olmamıza ve ruhumuza sonsuza kadar kazınması için bu kadar kısa bir replik yetivermişti. Özgün metni “Butterflies are Free” (Kelebekler Özgürdür), bir avukatın gerçek yaşam öyküsüne dayanan popüler bir sahne oyunu. Filme de çekilen eser, kör bir adamın kendisi olmayı öğrenme sürecinde yaşadıklarını anlatır. Bu konuda en büyük yardımı ise uçuk, kaçık bir hippi kızdan alır. Öte yandan, kendisini ısrarla “hayattan korumaya” çalışan annesine karşı da bir mücadele vermek zorundadır. Filmde, şirin, patavatsız “çatlağı” Goldie Hawn oynamıştı. Öyküsünü Leonard Gershe’nin kaleme aldığı, 1969 yılında Broadway’da müzikal olarak sahnelenen “Butterflies are Free” gördüğü büyük ilgi üzerine 1972 yılında sinemaya aktarıldı. Başrollerini Goldie Hawn ve Edward Albert’in paylaştığı filmde, doğuştan kör olan Don’un rüştünü yeni ispatlamış olan genç oyuncu hippi kız Jill ile yeniden hayatı öğrenmesi, kendisi olması, kimliğini keşfetmesi anlatılıyordu. Kapı komşusu Jill ile bir aşk yaşayan Don gerçek özgürlüğü kendisine kol kanat geren annesinden uzakta, San Fransisco’da izbe bir apartman dairesinde bulacaktır. Anne Mrs. Baker rolünü oynayan oyuncu Eileen Heckart hem oyunda hem de filmde rol aldı. Anne rolü ile 1973’de “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar”’ını kazandı. Müzikleri Bob Alcivar bestelediği oyunda, müziklerin sözlerine ise Randy Mc Neill imzasını atmıştı. 1980’lerin başında, Hadi Çaman “7 Tepe Oyuncuları Tiyatrosu’nu” kurduğu dönemde, tiyatro topluluğu olarak sahneledikleri ilk eser “Kelebekler Özgürdür” olmuştu. Don rolündeki Hadi Çaman’ı Can karakterinde, deli dolu, tatlı kaçık oyuncu, hippi kız Jill’i Jale olarak Füsun Önal’dan izlemiştik.. Gelelim benim “kelebek çarpması” macerasına ve ömür boyu sürecek etkilerine. Yılını tam olarak hatırlayamasam da mevsimlerden kesinlikle “kelebek mevsimiydi”. Ankara’da AST sahnesinde oyun arasında çalınan müzik yüreğimize yerleşivermişti. Öylesine doğal, öylesine sıcak ve samimi. Hiç yadırgamadan “kelebek mevsimine” dahil oluverdik. Oyundan çıktıktan sonra, berrak sesiyle can dostum Gülnur yol boyunca Çiğdem Talu’nun sözlerini yazdığı, Bora Ayanoğlu’nun bestesi unutulmaz şarkıyı mırıldanmıştı. “Kelebekler Özgürüdür”. Dilimizde şarkılar, yüreğimizde dualarla tiyatrodan kaldığımız yurda kadar yürümüştük. Şimdi bu satırları yazarken bile müzik ve sözler hala aklımda. İçimdeki ses yavaş yavaş şarkıyı mırıldanıyor. Ya mevsiminde bir çiçeğin, ya pembesinde, Bazen de bir söğüt dalının serin gölgesinde, Yaşa dostum gönlünce, ömrünün keyfini sür, İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür. Ya sabahında baharın, ya gecesinde, Bazen de bir çığ damlasının, yalın gerçeğinde, Yaşa dostum dünyayı, ömrünün keyfini sür, İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür. Ya düşlerinde bir çocuğun, ya sevgisinde, Bazen de yaşlı bir ozanın, iki dizesinde, Ara dostum dünyayı, ömrünün keyfini sür, İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür. Ara dostum dünyayı, ömrünün keyfini sür, İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür... Hayat daha mı güzeldi? İyi insanlar henüz ölmemişti. Çiğdem Talu’nun kanser olduğunu biliyorduk ama kurtuluş umudu, sözlerini yazdığı kelebekler kadar tazeydi. İnanıyorduk Çiğdem Talu yaşayacaktı. İyileşecekti. O kadar içten dua etmiştik ki. “Ne olursun Allah’ım, Çiğdem Talu ölmesin, hastalığını yensin”. “Ne olursun Allah’ım Çiğdem Talu yaşasın”. Dilimizde Çiğdem Talu’nun sözleri, yüreğimizde meleklere gönderilen dualar, ruha kazınan bir oyun. Yol boyunca durup durup “Oyun ne kadar güzeldi değil mi?” demeler. İyi de neden “güzel”? Cevap yok. Sadece “işte, çok güzeldi”. Beş harflik “güzel” kelimesine sığıştırdığımız, yüreğimizden sarkan binlerce anlam. Tıkış tıkış, irili ufaklı binlerce anlam. Şişkin bohça gibi duran yüreklerden sarkıyor. Duyguların sözcüklere tercümesi sıfır. İyi de neden “güzel”? Devamlı papağan gibi aynı tekrar. Ne kadar “güzeldi”. Öyle değil mi? Hayata yeni göz açan acemi çaylaklar. Örselenmediğimizden, birileri bizi kırıp dökmediğinden olsa gerek, “sorunsuz, aklı beş karış havada, acemiler” olarak sözcüklerin gerçek anlamlarını kavramaktan çok uzaktık. Henüz hamdık, pişmemiştik. Elimizde, dizimizde, yüreğimizde yaralar yoktu. Ama biliyorduk. Duygusal aklımız o kadarına izin veriyordu. Orada “farklı”, “sıra dışı” bir şeyler olduğunu sezmiştik. “Kendisi olma” haline bayılmıştık. Basitçe, “kör bir adamın hayat mücadelesi” kıvamında bayat ve yüzeysel açıklamaların çok ötesine taşan bir şeyler olduğunu, ruhumuzla kavramasaydık, bugün biz, biz olmazdık! Öyle ciddi “hımlar eşliğinde, eciş bücüş parmakları gözümüze gözümüze sallayarak” bize bir şeyler öğrettiğini sanan yetkili ve etkililerin haricinde, ne öğrendikse biz bu küçük, tatlı, kaçamaklardan öğrendik. Hadi Çaman’ın kimliğinde canlanan, temiz yüzlü Can’ın pırıl pırıl gülüşünden öğrendik. Hangisi Can’mı, Hadi Çaman’mı? Ne fark eder? Laf olsun diye o kadar “samimi”, o kadar “sahici” olunmaz ki. Usul usul bize namuslu, vicdanlı, ahlaklı olmayı küçük kelebek dokunuşları öğretti. İnsanları kırmanın, incitmenin neden kötü olduğunu, sahtekarlık yapmamak gerektiğini, yüzünde maskeyle sırıtırken ısırmanın kötü bir şey olduğunu biz hep kelebeklerin kanat çırpışlarında anladık. Yüzümüze doğru huzurla esen o kelebek kanatlarının rüzgarında “görünüşte o an yenilsen de, eğer tuttuğun yol doğruysa, vicdanen ve aklen haklıysan, uzun vadede sen kazanırsın” fikrini biz, her daim taze kalan o “kelebek mevsiminde” edindik. Mesela canım teyzem, “ne olursun Can’ı sevginle boğma, öldürme, sıkma. Bırak yaşasın. Hayat o kadar kısa ki. Hayatın, sevginin, yaşanmışlığın tekrarı yok. İzin ver kendi hatalarını kendisi yapsın. Hata yapmak bir özgürlüktür! Çünkü insanidir. Doğaldır. Başkasının hataları üzerine kurulan ve tamamen mahvedilen hayatları yaşamaktansa, kendi hatalarında pişsin. Yaşasın. Hiç olmazsa “senin yüzünden böyle oldu” pişmanlığı ile geri kalan ömrünü heder etmesin.” demeyi biz “kelebek mevsiminde” öğrendik ama sözümüzü diyemedik! Çünkü hamdık, henüz pişmemiştik! Hayat bizi kebap kıvamında dövüp, henüz ehlileştirmemişti. Sevgilerin köle edici etkisini anlamaktan çok uzaktık. O sahiplenici, mahveden, zaman zaman deli gibi boğulduğumuz anlarda, samimi olmayan ama “keşke ölse” dedirten etkiyi henüz yaşamamıştık! Sevmek, özgür bırakmaktır! Sahiplenmek değil. Her şeyin mükemmel olmasına gerek yok. Hayat zaten mükemmel değil ki. Bu eşyanın tabiatına aykırı. Bir kelebeğin ömrü ne kadardır? Yapma teyzem, aydınlık gülüşü bu çocuğa bunu yapma! Ah, canım teyzem, bırak Can yaşasın. Kör olması, yeteneksiz bir ahmak olduğunu göstermez. Can zeki, duyarlı, akıllı, aklı başında, doğruyu eğriyi ayırt edebilen, cesur, genç bir adam. Sadece, hayat tecrübesi yok. En önemlisi, ne “istemediğini” biliyor. Yani, sıralamayı doğru yapıyor. Seninle birlikte yaşamak istemiyor! İkincisi ne “istediğini” biliyor. O, “özgür olmak” istiyor. Bunu seninle birlikte, senin o sıkıcı, disiplinli, insanı boğan kontrolünde yaşarken öğrenebilmesi mümkün değil. Problemi gözlerinde, Allah’a şükür aklında ve yüreğinde değil. Esas diğer türlü olsaydı korkman gerekirdi. Onu biraz rahat bırak. Bu izbe apartman dairesini seviyor. Her türlü izbeliğine ve hatta konforsuzluğuna aşık. Çünkü bu daire “onun dairesi”. Onun krallığı. Onun özgürlük alanı. Kendisi olmayı, insanlara güvenmeyi, hayal kırıklığına uğramayı, aşık olmayı, canı yandığında bağıra bağıra ağlamayı hep burada, kendi krallığında öğrenecek. Bunu ondan esirgeme. Bunları ben hep “kelebekler özgürdür” oyunundan öğrendim ama Allah için sindirmem biraz zaman aldı. Çok leziz yemeklerin bile bir sindirilme süreleri vardır. Öyle, değil mi? Can kimliğinde Hadi Çaman’ın “hayata asılışına, kendi hayatına sahip çıkışına” aşık olmuştuk ama aşık olduğumuz fikri, anlam itibariyle “içselleştirmek” biraz zaman aldı. Can’ın annesine bunları hiçbirini söyleyemedim tabii. Bir de oyunun bazı sahnelerinde “Aman Can bak bir yerlere çarpacaksın” deyip sahneye fırlayıp Hadi Çaman’ı kolundan tutma isteğine karşı savaşmak zorunda kaldım. Öylesine gerçekti ki. Hakikaten kör müydü? Bir ara şüpheye bile düştüm. Oyunun sonunda seyircileri selamlarken anladım kör filan değildi. Sadece “gönül gözü kapalı, bazı bakan körlere bir şeyler anlatmaya çalışıyordu”. O kadar! Tanrım, Can ya da Hadi Çaman ne kadar tatlı gülüyordu. Gülmek kalbimize ve ruhumuza iyi gelir, yumuşatır. O yüzden sahte, alaylı gülüşler en çok acıtanıdır. Sevgili Hadi Çaman, namı diğer sevgili “Can Çocuk”, senin hasta olduğuna nasıl inanırım? O harika, aydınlık gülüşlü Can’ın hayata küsmesi mümkün mü? Senin de değin gibi, Üstelik “kelebekler bu kadar özgürken”. “Kelebek mevsiminde” yine seni sahnede aydınlık gülüşün, yüreklere umut veren sıcaklığın ile görebilmek dileğiyle…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |