Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Siyah beyaz bir fotoğraf. Hafif sarıya dönmüş. Muhtemelen 1940’li yılların sonu. Yoksa daha mı geç? Kadınlı erkekli bir topluluk. Kameraya doğru dimdik bakışlar. Farklı bir hava, garip bir duruş var. Öyle sıradan bir aile fotoğrafı değil bu. Bir amaç için bir araya gelen insanların birlikteliği. Hani bir yola baş koyulur da sonuna kadar gidilir ya. Öyle. Peki, onlar sonuna kadar gidebildiler mi? Onlar kim? Şu zamana ve geleneklere meydan okuyan kadınlı erkekli gruptan bahsediyorum. Onlar kim? Böyle apansız bir ilgi, bir merak, usul usul yayılan bir sıcaklık, adı konmayan bir yakınlık duygusu. Neden? Bir ömür kadar uzun, bir nefes alıp verme süresi kadar anlık bir bakış. Tek bir kaçamak bakışa kaç öykü sığar? Hangi hayatlar gelip geçti bu gri sarıya dönmüş siyah beyaz fotoğrafta. Zamanın yıkıcı etkisine karşı kaç hikaye sessizce takılı kalır o yarısı yenmiş tırtıklarda. Silkelesen kaç umut, kaça neşe, kaç hayal dökülür bu fotoğraftan? Kulağımı dayasam repliklerin fısıltılarını duyar mıyım? Sanki kadının dudakları oynar gibi, sol köşedeki adamın gözlerindeki parıltılar. Hani dile geldi gelecek derken… Duman ve sis perdesi içinde sahne aydınlanır. Yaşlı bir kadın namaza durmuş. Seccadeye kapanır, kalkar, dua eder. Köşedeki yer döşeğinde haylaz bir oğlan. Anasını seyretmekte. Tatlı bir yaramazlıkla, şakalarla anacığının namazını bozmakta beis görmez. Haylaz oğlan. Yüreğinde kötülük olmayan, aklı beş karış havada, canım oğlan. Ben bu samimi dili bir yerden biliyorum. Bu sıcaklığı. Yüreğime baksam çıkaracağım. Aklım yetişiyor imdada. Sait Faik diyor. Yürek yakan Semaver hikayesi. Sonra başka bir sahne. 1940’li yıllarda bir kahvehane. Erkeklerden oluşan bir grup, bir telaş, bir heyecan, bir yol öyküsüne hazırlık. Oyun koyacaklar sahneye. Bir kumpanya bu. Anadolu’yu karış karış gezen Shakespeare’in Othello’sunu “Arabın Aşkı” diye halka satan bir grup. Moliere, Anton Çehov, Haldun Taner ve Jean Tardieu’nun eserlerini sahneleyen bu çılgınlar tayfası, hiçbir işte dikiş tutturamamışlar, oyunculuk hastalığından muzdarip, tiyatroya sevdalı biçareler. Meteliğe kurşun atan gezginci tiyatro kumpanyası Anadolu turnesine hazırlanıyor. Oyun içinde oyun, öykü içinde öykü. Hüzün gülüşe, kahkaha acıya bulanırken Semaver öyküsü ekleniveriyor daha biz ne olduğumuzu anlamadan. Ah, Sait Faik, ah! Yine yaktın bizi. Böyle apansız vuruverdin. Bir yangın, bir ateş düşürdün ki bunu ancak bir oyun paklar. Hadi, “Semaver Kumpanya” olsun adı. Sen hikayelerin satır aralarında gülümserken her bir oyun kişisi canlansın, dile gelsin o siyah beyaz fotoğraf çekildikten sonra neler oldu bize bir güzel anlatsın. Kimler mi? Soldan sağa, Halit, Saffet, Madam Zabel (Madam Duruhi’nin Kızı), Anne, Sitare (yere bakan yürek yakan o Sitare yok mu?), Ali, Salih, Gönül ve Remzi. Sonra Remzi birden fotoğraftan süzülüp yanıma geliyor. Hani sınıf temsilcileri olur ya. Biçare Remzi’ye de bu görev düşmüş. Çaresiz kumpanya adına söyleşecek benimle. Ama sanki modern zamanlara daha uyumlu görünüyor ve tiyatrocu Tansu Biçer kimliğiyle İzmir Sanat’ın kahvehanesinde buluşuyoruz. Sonra, demli sıcak çaylar eşliğinde “Semaver Kumpanya”, Sait Faik, tiyatro ve hayat üzerine söyleşiyoruz SDK – Söze oyuna adını veren “Semaver Kumpanya” ile girelim. Oyunda iki ayrı öykü var. Fakat sahnede Sait Faik’in “Semaver” ve “Kumpanya” öyküsünden yola çıkılarak anlatılan tek bir hikaye görüyoruz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Tansu Biçer – Yönetmenimiz Işıl Kasapoğlu, çocukluğunda okuduğu bu iki öyküden çok etkilenmiş. Orijinal basımda bu iki öykü aynı kitapta bulunuyor. Kitabın üzerinde Sait Faik ve “Semaver Kumpanya” yazıyormuş. O zaman da şunu düşünmüş. Eğer ilerde bir tiyatro kurarsam adını “Semaver Kumpanya” koyacağım demiş ve oradan gelen bir hoşluk var. Bizim ismimiz oradan geliyor. Şimdi biz “Semaver Kumpanya” olarak beşinci senemize geldik. Ayakta durduk, direndik, uğraştık, beşinci seneye ulaştık. Bu beşinci seneyi kutlayalım ve bu iki öyküyü oyunlaştıralım istedik. Ve bu iki öyküyü birbirine kattık. Aslında bu iki öykü birbirleriyle çok da alakalı öyküler değiller. Bu iki öykünün arasına da klasikleri de ekleyerek güzel bir oyun çıkardığımızı düşünüyoruz. SDK – Klasikler deyince, “Murtaza”, “Lüks Hayat”, “Otello”, “Kral Lear”, “Cimri”, “Sayfiyede Yaz”, “Gişe”, “Taksit” ve diğerleri. Bu oyunları ardı ardına sıraladığımızda ve oyunların çok sayıda, çok çeşitli temaları işlediği göz önüne alınırsa hangi ortak noktalardan hareket ettiniz? Oyunları nasıl seçtiniz? Tansu Biçer – Shakespeare, Moliere ve Çehov zaten dünyanın en önde gelen oyun yazarları. Onların eserleri dünyada en çok sahnelenen, en çok seyredilen ve çözülmekte hala en çok zorlanılan eserler. Madem tiyatrodan bahsediyoruz ve aralara oyunlar koyacağız Shakespeare, Moliere ve Çehov’u koymadan yapamayız dedik. Mesela, “Murtaza”’yı koymak bizim için, “Semaver Kumpanya” için çok önemliydi. O bizim yaşadığımız, bizim tarihimiz olan bir oyun, çok duygusal bir seçimdi. Bundan 20 yıl sonra, hadi “Murtaza”’dan bir pasaj geçelim dediğimizde, oynayacağımız bir bölümdü. SDK – Peki, Jean Tardieu’nun “Gişe” isimli oyununu neden eklediniz? Özel bir nedeni var mıydı? Tansu Biçer – “Gişe” kısa bir oyun. Onu Yavuz Pekman oyuna dahil etti. Hoş olabileceğini düşündük. Orada hayatı hakkında kararlar veremeyen bir adamın hayatı hakkındaki sorunları bir gişede çözmeye çalışması anlatılır. “Gişe” aslında başlı başına kendi derdi olan çok eğlenceli bir oyun. İnsanın çıkışsızlığını kendi başına anlatabilen bir hikaye. Bütün bu oyunlar Işıl Kasapoğlu ve Yavuz Pekman’ın ortak seçimleriydi. Her ikisi baş başa vererek karar verdiler. SDK – Oyunun bir de kukla öyküsü var. Yani, neredeyse “Semaver Kumpanya” oyunları “kuklasız” olmaz dedirten bu esprili yaklaşımdan biraz bahsedebilir miyiz? Tansu Biçer – “Gişe” oyununda bir de kuklamız var. Gerçekten kuklalar “Semaver Kumpanya” için çok önemli. Orijinal oyunda kukla yok. Kuklayı oyuna Işıl Kasapoğlu koydu, çok da hoş oldu. O kuklalar bizim için çok önemli ve kuklalar bir şekilde gelip oyunlarımıza giriyorlar. O kuklayı iki kişi oynatıyor. Yarı insan yarı kukla gibi duruyor. Önde ayakları başka bir oyuncu oynatıyor. Kuklaya ellerini sokarak oynatan bir diğer oyuncu arkadaşımız var. Kollara çoraplar, terlikler, pantolonlar giyiliyor. Buna canlı bir kukla diyebiliriz. Bu kukla biçimi dünyada en çok bilinen kukla oynatma şekillerinden biridir. Daha önce kendi aramızda, Bulgaristan’dan gelen Magi isimli bir kukla sanatçısıyla beraber kukla konusunda böyle bir işlik çalışması yapmıştık. O çalışmayı burada kullanmak istedik. Aklımızda “Gişe”’yi nasıl daha farklı ve eğlenceli sahneleyebiliriz düşüncesi de vardı. Mesela bu oyun, maydanozları ayıklayan daha Türk usulü bir Gişeci oldu. Buna ek olarak, orijinal oyundaki anonsların içeriğini değiştirdik, komedi unsurlarını güçlendirerek yeniden uyarladık. SDK – Bu kısa oyunlardan birinde “Sayfiyedeki Yaz” öyküsündeki canlandırma inanılmaz başarılıydı. Son derece hareketli oyunculuk nedeniyle, bir ara renginizin mora dönüşeceğini düşünmeye başladım. Oradaki tiplemeyi çıkartırken, abartılı hareketleri ve canlandırmayı siz mi buldunuz yoksa orijinal metinde var mıydı? Tansu Biçer – Orijinal metinde bu karakterize ediş tarzı yok. Bu daha Türk usulü bir tipleme oldu. Orada bahsedilen konu aynı ama isim değişiklikleri farklı. Mesela evkaftaki memuriyeti metne biz ekledik. Sonra hiç nefes almadan attığım uzun bir nutuk var. Hani sizin mora döneceğimi düşündüğünüz bölüm ( Kahkahalar…) “Tiyatro demek turne demek diye” başlayan o uzun söylevi yönetmenimiz Işıl Kasapoğlu istedi. Bana, burada bir nutuk at dedi. Onun üzerine o oturup o uzun söylevi yazdım ve ekledik. Orada “Bilmez miyim kelimelerin ne kadar kifayetsiz olduğunu” dedik ve özellikle Orhan Veli’yi orada anmak istedik. Ardından da evkaftaki memuriyet geldi. “Öyle havalarda istifa ettim ben evkaftaki memuriyetimden”. Ben burada oyunculuk yapmadan önce Tiyatro Anadolu’da asistanlık yapıyordum. İstifa edip geldim Semaver Kumpanya’ya. Evet, o samimiyet duygusu biraz da yaşanmışlıktan geliyor SDK – Sonra ön sıralarla çok iç içesiniz. Sahnenin önüne ve seyirci koltuğunun dibine dirsek teması mesafesinde konan üç sandalye var. Bu arada, bir ara sahne üzerindeki hareketlilik o kadar arttı ki tamam şimdi üzerimize düşecekler dedik. Ön sıralarda oturmak biraz tehlikeli oluyor galiba. (kahkahalar…..) Tansu Biçer – Hayır, tehlikeli değil sadece heyecanlı oluyor. Biz seyirciyi de oyunun içine katıyoruz. Seyirci hikayenin içine kendiliğinden dahil oluyor. Tiyatro seyircisiyle var olan bir sanat dalı. Biz o üç sandalyeyle sahnenin sınırlarını genişletiyoruz. Zaten temsil öncesinde de kimse oturmasın diye sandalyelerin üzerine oyun sırasında kullanılacaktır diye bir yazı asıyoruz. O üç sandalyeyle birlikte, izleyiciyle oyuncu arasındaki sıcaklık ve duygu alış verişi neredeyse elle tutulur derecede hissedilir hale geliyor. SDK - Oyun çok sayıda yazar ve esere yaptığı göndermelerle birlikte çeşitli yazarların eserlerinden oluşan bir kolaj özelliği de taşıyor. Oyunun bir yerinde Remzi karakteri oyuncu arkadaşlarına döner ve şöyle der. “Hepiniz oyuncu geçinirsiniz ama hiç biriniz “Sayfiyede Yaz” oyununu bilmezsiniz”. Bu çok ilginç bir saptama ve çok incelikli bir eleştiri. Bu söz için neler söylenebilir? Tansu Biçer (Remzi) - Remzi’nin oyunda söylediği bu söz özellikle tiyatroculara bir gönderme değil. Ama Türkiye’de böyle bir gerçek de var. Sonuçta çok fazla kitap da okumuyoruz ama okumamız ve bu eserleri bilmemiz gerekiyor. Elbette bu oyunlar okunuyor ama maalesef genel olarak bu klasiklerden haberdar değiliz. Klasikleri okumaktan sıkılıyoruz. Bu söz daha çok okumamız gerektiğine bir vurgu yapmak için söyleniyor. SDK – Tiyatro sanatçıları söz konusu olduğunda, gerçekten bu iki kat daha ağır bir eleştiri olmuyor mu? Sorumluluk duygusu da olduğu için tiyatro sanatçıların kitap okumamak ve oyunları bilmemek gibi bir özrü olmuyor değil mi? Yani, burada tiyatrocuların kitap okumadığı gerçeği var. Tansu Biçer - Bu genel olarak söylediğimiz bir şey değil. Çok okuyan, hayatını tiyatroya adamış olan, çeşitli yabancı yazarların eserlerini Türkçeye kazandıran çok kıymetli sanatçı arkadaşlarımız, hocalarımız da var. Ama bunun yanında özellikle yeni yetişen nesil, yeni kuşak genç oyuncular, buna benim neslimin oyuncuları da dahil pek okumuyoruz. Evet, yeni yetişen genç oyuncular kitap okumuyor. SDK – Tiyatro oyuncusu olma konusunda en güzel göndermeyi oyunda Sitare karakteri yapıyor değil mi? Çok abartılı, yapmacıklı tavrıyla “oyun kesen tiyatrocu” tiplemesini günümüzde önüne gelen herkesin kendisini tiyatro sahnesine atması gerçeğine de ciddi bir gönderme kabul edilebilir miyiz? Sahnelerin her önüne gelenin “rol kestiği” yer halini almasına dikkat çekiliyor diyebilir miyiz? Yani, bu durumda hiç kimse “tiyatro seyircisi” olmak istemiyor. Tansu Biçer – Biz Sitare karakterini öyle bir şey düşünerek ortaya koymadık. Oradaki mantık oyuncunun “çok kötü oynamasıydı”. Burcu orada Sitare karakterini gerçekten çok güzel canlandırdı. Bu özellikle diğer meslek gruplarından gelip sahneye çıkan kişileri eleştirmek amacını taşımıyor. Ama sonuçta, tiyatro dünyasında gerçekten “bu kadar kötü oynayan insanlar” var. Bu “kötü oynayan insanlar” bir şekilde tiyatroda kendilerine yer buluyorlar. Sitare karakteri de bunlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Dikkat ederseniz Sitare, Halit’in tanıdığının kızı olarak kumpanyaya gelir. Sitare’nin burada oyunculuğundan ziyade ön plana çıkan bir güzelliği, bir seksepalitesi var. Bunların cezp ediciliği var. Evet, bütün bunlar tiyatro dünyasında yaşanan gerçek olaylar. SDK – Günümüzde, tiyatro camiasında sahneye çıkmak için tiyatro eğitiminin, birikiminin ve çalışmanın yerine sizin saydığınız güzellik, cinsel çekicilik ve cazibe gibi parametrelerin geçer akçe olarak kabul edildiği durumların yaşandığını söyleyebilir miyiz? Tansu Biçer - Bu olayların yaşandığını görüyoruz. Bunlar benim söylememle olmuyor. Yaşanıyor. Bu arada tiyatro sahnesi ile dizilerin durumları da karıştırılıyor. Dizileri bundan ayrı tutmak lazım. Orası güzel yüz ve güzel vücut aranan bir sektör. Onların hitap ettikleri duygular farklı. O sektör için bunlar normal kabul edilebilir. Ama tiyatro sahnesi bambaşka bir olaydır. SDK – Oyundaki inandırıcılık dozu biraz fazla mı kaçıyor? Sanki sahnede ciddi ciddi rakı içiyorsunuz gibi geldi bana. Tansu Biçer – Evet, ciddi ciddi rakı içiyoruz. Sarhoş olmamak için rakıları bayağı sulu yapıyoruz. O çok teknik bir durum ama sahnede sarhoş olmuyoruz. Mesela, çay yerine kola içiyoruz. SDK – Gelelim siyah beyaz kostümlere, makyaja ve yaratılan özel atmosfere.. Tansu Biçer – Dikkat ettiyseniz ilk sahneler daha siyah beyaz. Bu siyah beyaz sahneler de eski fotoğraf hissi vermesi için Cem Yılmazer’in özel tasarımı olarak sahneye yansıdı. Geçmişten geliyorlarmış gibi bir his verebilmesi için kostümler, makyaj, dekor, ışık, siyah beyaz düşünüldü. Mesela, Moliere’in “Cimri”sini ya da “Lüks Hayat” oynamaya başladığımızda birden atmosfer değişiyor ve her şey çok renkli, çok parlak olarak karşımıza çıkıyor. SDK - Bu arada, siyah beyaz tren sahnesinden “Lüks Hayat”’a pat diye geçiveriyorsunuz. Bu izleyiciyi resmen şoke ediyor. Neden “Lüks Hayat”? Tansu Biçer – “Lüks Hayat” müzikal yapısıyla Türk Tiyatro tarihi için çok önemli bir durak taşıdır. “Lüks Hayat” müzikali bizim için de çok önemli bir yerdedir. Tıpkı İngiltere’deki “Cats Müzikali” gibi 30 kusur yıl boyunca kapalı gişe oynamış uzun soluklu bir oyundur ve hala sıcaklığını koruyan bir müzikaldir. Mesela oyun sırasında, melodiyi bilen seyirciler de şarkıya katılıyorlar. Maalesef yeni yetişen nesil “Lüks Hayat”’ı bilmiyor ama bizim neslimiz ve bizden öncekiler müziği duyunca oyuncularla birlikte söylemeye başlıyorlar. SDK – Müzik deyince, oyunda özellikle kantoların yer almasının çok hoş bir fikir olduğunu düşünüyorum. Tansu Biçer – Kantonun Türk Tiyatrosunun geçmişindeki yerini göz ardı etmek mümkün değil. Burada amaç Türk Tiyatrosu’nda önemli yer tutan özelliklere yer verilmesiydi. O yıllarda turneye çıkan kumpanyalarda kanto söyleme geleneğini yansıtmak istedik. O dönemlerde tiyatronun yapılma şartları, biçimleri, üsluplar, seçilen eserler oyunda bütün bunların hepsinden bir parça vermeye çalıştık. Mesela, oyunlar arasında Ali çıkıp çığırtkanlık yapıp, seyirciler arasında dolaşıyor. “Yazıyooor, yazıyooorrr” diye haber veriyor. O zamanlar, tiyatro haberlerinin gazetelerde, radyoda, televizyonda ya da internette yayınlanması diye bir olanak yok. Bir şehre gidilir, oyunun haberi çığırtkanlar tarafından halka duyurulurmuş. Bütün bu öğelerin yer alması oyunu çekici hale getiriyor diye düşünüyorum. SDK – Oyunun içinde sadece klasikler değil aynı zamanda yakın geçmiş ve günümüz yazarları da yer alıyor. Tansu Biçer – Bu oyun bir ustalara saygı geçidi gibi. Sadece Shakespeare, Moliere, Çehov değil aynı zamanda Haldun Taner, Ferhan Şensoy’a da bir saygı niteliği taşıyor. Saygı duyduğumuz tiyatroya emeği geçmiş, Türk ve dünya tiyatrosunu geliştirmek adına çok önemli işler yapmış olan ustalara duyduğumuz saygıyı ifade etmeye çalıştık. SDK – Gelelim Ferhan Şensoy’a. Neden özellikle Ferhan Şensoy’un o oyununu seçtiniz? (Sorunun cevabını biliyorum bilmesine de domuzuna soruyorum. Kahkahalar…) Tansu Biçer – Çünkü o oyun, bir karı kocanın tiyatroya gitmesini daha doğrusunu “gidemeyişini” anlatıyor. Aslında bu oyun tiyatroya “neden gidilemediğini” anlatan çok güzel bir eleştiridir. Güzel bir bakış açısı. Ferhan Şensoy’un bu oyunu, “neden bu insanlar tiyatroya gelmez?” sorusuna çok güzel bir cevaptır. SDK – Neden gelemiyorlarmış? Tansu Biçer – Tam da bu yüzden. (Birlikte kahkahadan kırılıyoruz gülmekten) Çünkü biri tiyatroya gitmek istiyor, diğeri gitmek istemiyor. Aslına bakarsanız biri tiyatroya neden gitmek istediğini de bilmiyor. Tiyatroya gitsek mi diyerek gidiyorlar. Bunlar hakir gördüğümüz bir yaklaşım değil ama maalesef gerçek hayatta bunlar yaşanıyor. Oyunda karı kocadan biri diğerine “Tiyatro bileti var. Gidelim mi?” diye soruyor. Çok içten bir istek. Adam da oyun neymiş diye soruyor. Yanıt, “Faust”. Güldürü mü? Komik bir oyunmuş deyip “Faust”’a komik bir oyundur diye gidiliyor. Sonra bin türlü bahane bulup bir türlü evden çıkamıyorlar. Evet, gündelik hayatta da bu küçük bahanelerle hayatımızı yönlendiriyoruz. Tiyatroya gitmemek için hep bir mazeretimiz var. Mesela, Semaver Kumpanya’ya gelemiyoruz diyorlar. Neden? Kocamustafa Paşa’ya gelemiyoruz çünkü çok uzak diyorlar. Çünkü yolu çok ters, çünkü işlerimiz çok yoğun, çünkü çok uzak, çünkü hava kötü, çünkü maç var, çünkü yağmur yağıyor, çünkü soğuk, çünkü çok yorgunuz, çünkü televizyonda takip ettiğim dizim var, çünkü şöyle, çünkü böyle, çünkü, çünkü, çünkü. Hep bir mazeretimiz var. Hava yağmurlu ya da soğuk olsa da sinemaya veya maça gidiliyor da neden tiyatroya gidilemiyor? SDK – Hakikaten Semaver Kumpanya tiyatro topluluğunun sahnesi söylendiği gibi ulaşılamayacak kadar uzakta mı? Tansu Biçer – Hayır, Taksim’den dolmuş kalkıyor. 15 dakika sonra tiyatrodasınız. İstanbul’daki mesafeler düşünüldüğünde 15 dakikalık mesafe çok uzak olmamalı. Kocamustafa Paşa insanların zihninde oluşmayan bir isim. Bahaneler üreten insanlar için öyle bir semt yok. Zihinlerde öyle bir isim oluşmadığına göre orası çok uzakta olmalı diye düşünüyorlar. Açıklaması bu. Bir diğer popüler bahane ise “çok yorgunuz” sözcüğü. Tiyatroya “çok yorgunuz” diye geliyorlar. Oyun sonunda “iyi ki gelmişiz, yorgunluğumuz kalmadı, dinlendik ” diye gidiyorlar. Evet, biz bunun böyle olacağını biliyoruz, ama tiyatroya gitmemek için hazırda hep bir bahanesi olan insanlara bunu anlatamıyoruz. SDK – Bu tiyatroya bir türlü gidememe hadisesi sadece sizin başınıza mı geliyor? Yoksa diğer tiyatro toplulukları da bundan etkileniyorlar mı? Tansu Biçer – Hadi biz uzağız diyelim. Taksim’de bir sürü tiyatro var. Onlara da gidilmiyor. Başka yerlerde de tiyatrolar var. Onlara da gidilmiyor. Mesela, Taksimdeki Ferhan Şensoy’un tiyatrosu, mesela Harbiye’deki Kenter Tiyatrosu. Yarı boş salonlara oynuyorlar. Ya yeni gelen nesil tiyatroya alışık değil ya da tiyatro seyircisi yapılan işlerin kalitesinden dolayı tiyatrodan ürktü. Didaktik, ucuz, basit işler seyirciyi tiyatrodan soğuttu. Brecht’in bir lafı var. “Tiyatro öncelikle eğlencelidir”. Tiyatroya gittiğimiz için haz duyuyoruz. Neden haz duyarsınız? Rejiden, ışıktan, kostümden haz duyarsınız. Oyuncuların oynayış biçimlerinden haz duyarsınız. Tiyatro izlerken bir şeyden haz duymanız gerekir. Bu arada onların size söylediği şeyleri alırsınız. Fikir olarak ya katılırsınız ya da katılmazsınız bir şekilde oyuncularla bir şeyler paylaşırsınız ama öncelikle haz almanız gerekmektedir. Yani, tiyatroda olmaktan mutlu olmanız gerekir. Geçmişte yapılan birçok iş bu mutluluğu azalttı. Tiyatro öğretici olmalıdır, tiyatro yol gösterici olmalıdır diye diye oyun adına o kadar didaktik, o kadar sert işler ortaya kondu ki. Hani seyirciye aç kulağını, aç gözünü, beni dinle deyince o zaman insanlar şöyle dedi. “Yaa kardeşim benim de fikrim var bu hayatta. Benden daha iyi ne biliyor olabilirsin ki” diye düşünmeye başladırlar. Gerçekten de sahnedeki birçok insan da koltuklarda oturan insanlardan daha fazla bir şeyler bilmeyerek bunu ısrarla söylemeye devam edince insanlar tiyatrodan soğudu. Dolayısıyla suç sadece izleyicilerde değil. Tabii bir yandan da televizyonun çok büyük etkisi var. Televizyon vazgeçilmeyen bir şey oldu. Şimdi televizyon da internet sayesinde baltalanıyor. Bu hayat böyle. Hep yeni bir şey çıkacak. Bir süre sonra internet de sıradanlaşacak. Bu hayat böyle ama tiyatro hep var olacak. SDK – Tekrar oyuna geri dönersek Semaver öyküsünün içine geçen Kumpanya’da Halit ve Saffet, sırf tiyatro yapmak için hırsızlık yapan bir çocuğun hikayesinden yola çıkarak, “haklı olma ya da haklı olmama” olgusunu eksen alarak toplumun tiyatroya olan bakışını değerlendirirler. Bu çok çarpıcı özeleştiri üzerine biraz konuşabilir miyiz? Tansu Biçer – Orada tiyatro kumpanyası Anadolu turnesine çıkabilsin diye gerekli olan parayı annesinin sandığından çalan çocuk kamu vicdanında “hırsız”, tiyatroculara göre “kahraman”, anneye göre “hayırsızdır”. Burada çocuk tiyatro yapmak istiyor. Tiyatro yapmak istediği tiyatro topluluğunun turneye gitmek için paraya ihtiyacı var ve o da aslında çok iyi niyetle parayı annesinin sandığından alıyor. Ali karakteri bunu asla kötü niyetle yapmıyor. SDK – Buradaki annenin tavrı Türkiye’deki sıradan insanların tiyatroya olan bakışını da gösteriyor diyebilir miyiz? Tansu Biçer- Annelerin tiyatroya karşı tavırları genelde öyle değil mi? Gidin bugün birçok tiyatrocuya sorun. %80’i “evet, benim annem babam da ben tiyatroya başlarken böyle düşünüyorlardı” diyecektir. Tiyatroya başlarken öncelikle ailesinden tepki alan çok sayıda tiyatro sanatçısı vardır. O aileler de bu tavrı kötü niyetle ortaya koymuyorlar. Çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak istiyorlar. Çünkü biliyorlar ki çocukları için tiyatroda çok parlak bir gelecek yok. Çocuklarını bekleyen maddi zorluklar, parasızlık, sıkıntılar ailelerin gözünü korkutuyor. Başlangıçta benim ailem de tiyatro sanatçısı olma isteğime çok sıcak bakmadı ama sonraları sahnelediğimiz oyunları gördükçe, tiyatroya duyduğumuz bu tutkuya tanık oldukça yavaş yavaş kabullendiler ve desteklemeye başladılar. Şu anda benim tiyatro kariyerimi belki benden fazla düşünüyorlar ve beni gerçekten destekliyor. SDK – Peki, insanlar neden kendilerini bekleyen sefalete, parasızlığa ve sıkıntı dolu bir geleceğe gözü kapalı giriyorlar. Bu kadar arzuyla, bu kadar tutkuyla sefalet istenir mi? Tansu Biçer - Bunu sözlerle açıklayabilmek mümkün değil. Bu bir tutku, bu bir aşk, bu bambaşka bir şey. Hani sahnenin tozunu yutmak derler ya. Çok klasik bir laftır. Bu tek kelimeyle tutku ve aşktır. SDK – Ali’nin annesine geri dönersek, Semaver öyküsünde annenin bıçak sırtı oynadığı bir namaz kılma sahnesi var. Bu arada anne rolünü oynayan sanatçının harika bir anne portresi çıkardığını da hemen belirtelim. Anne namazını kılarken çok iyi niyetli olduğunu bildiğimiz oğlu Ali annesiyle şakalaşır ve ona namaz kıldırmaz. Bu sahneyle ilgili tepki alıyor musunuz? Tansu Biçer – Hayır hiç tepki almıyoruz. Çünkü o sahne son derece samimi, son derece içten bir dille yansıtılıyor. Anlatacağınız hikayeyi samimi bir şekilde ortaya koyduğunuzda insanlar tepki vermiyorlar. Bu bir gerçek, ben de zamanında çok küçükken dedem namaz kılarken sırtına binerdim. Bilirsiniz üç, dört yaşında küçük çocuklar dedeleri, nineleri namaz kılarken onlarla oynamak isterler. Evet, Ali üç yaşında değil tabii ki ama annesi ile öyle şakalaşıyor. Çünkü onlar o evde bir ana bir oğul yaşıyorlar. Çok mazbut bir hayatları var. Anne de biraz kızıyor ama bir yandan da oğlu. Bir şey demiyor. Ali çok temiz bir çocuk, kötü bir niyeti yok. Ali orada “Allah seni biliyor, Allah beni biliyor, Allah içimizi biliyor. O yüzden bize kızmayacaktır” diyor. Orada çok büyük bir samimiyet var. SDK – Gelelim bir fotoğraf karesini anımsatan final sahnesine. Neden siyah beyaz bir fotoğraf karesini anımsatan bu sahne üç kez tekrarlanıyor? En sonunda izleyicilerden biri alkışlamayı akıl edebildi de biz de oyunun finali olduğunu anlayabildik. Tansu Biçer – O bölüm, zaten bizim alkış beklediğimiz bir bölüm değil. Orada izleyiciye, 1940’lı yıllarda çekilen bir fotoğrafı ellerine alıp baktıkları hissini vermek istedik. Burada bir başlangıç var. Bir tiyatro kumpanyası, Ali’nin hikayesi, turneye çıkılıyor, Moliere oynanıyor, Shakespeare, Haldun Taner, sonra Ferhan Şensoy derken zaman akıyor, Ali o turneden geri dönüyor ve hikaye bitiyor. Biz o fotoğrafa çıktığımız zaman, o sahneyi üç kez tekrarlıyoruz ki, her seferinde başka birimize bakabilme şansınız olsun istiyoruz. Fotoğrafı hemen gösterip çekmiyoruz. Uzun uzun bakın, Saffet, Ali, Sitare, Halit, Zabel Hanım, Remzi onların yaptıkları aklınıza geliyor. O zaman belki bütün bir oyun boyunca yaşadığınız bütün bu duyguları yeniden anımsayabilmeniz için bir alan oluşuyor. Fotoğraf albümünden çekip aldığınız ve arkasındaki öyküyü bildiğiniz bir fotoğrafa durup uzun uzun bakmak gibi bir duygu bu. Fotoğrafa bakarken geçmişten gelen anılar zihninize dolar. Orada anılar canlanıyor ya da bildiğiniz bir hikayeyi görüyorsunuz. Siz bu fotoğrafı düşünürken oyun geçer gider. Tıpkı hayat gibi. O nedenle biz bu oyunu siyah beyaz oynuyoruz. Son sözcüklerle birlikte, modern zamanların bol ışıklı parlaklığı soluyor. Işıklar griye çalarken Remzi tekrar fotoğraftaki yerine geri dönüyor. Aynı dik bakışlar. İnsanı delip geçen arkanızda duran geleceğe gönderilen oklar gibi. Havada hafif bir küskünlük, bir kırgınlık mı var? Kıymeti bilinmeyen, unutulmuş eski dostlar gibi mahzun duruşlar niye? Siyah beyaz makyajlar, sahneyi kaplayan bir sis bulutu. 1940’ların sonunda çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraf. Ne kadar zaman geçti? Sadece bir an olmalı. Bir ana sığan kocaman hayatlar. Düşüncesi bile saçma. Hem ne kadar uzun olabilir ki? Ya söyleşi? O ne olacak? Ama fotoğraf öyle söylemiyor. Herhalde bana öyle geldi. Amaaan hayal perdesine yansıyan bir gölge, bir esinti. Olmuş ya da olmamış kimin umurunda? Rüzgara bırakılan sözcükler bu gök kubbede kaç kişinin yüreğinde kalır? “Sersem Kocanın Kurnaz Karısında” aktör de öyle demez mi? “Zaten aktör dediğin nedir, biz oynarken varız, yok olunca da sesimiz bu boş kubbede hoş bir seda olarak kalır, olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olarak kalırız. Görüyorum ki, hepiniz gardıroba hücuma hazırlanıyorsunuz. Birazdan tiyatro bomboş kalacak. Ama tiyatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Siranuş’la Virjin’in bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerlerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yokuz, seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde!” Hafif bir esinti. Yüreğim üşüdü, elimdeki siyah beyaz fotoğraf titredi. Yoksa hepsi bir hayal miydi? Ah, Sait Faik ah! Yine yaptın yapacağını. Öyle aniden çıkıverdin ki karşıma. Semaver Kumpanya’yı yazmak şart oldu bana. Kim derdi ki, 2000’li yıllarda modern zamanların o insanı kahreden alışveriş manzaralarının yanı başında, şaka gibi duran eski bir sahafı bulacaksın. Sahafta, Sait Faik’in “Semaver Kumpanya” isimli kitabı seni bulacak. Varlık Yayınları. Sabri Esat Siyavuşgil’in ön sözüyle gülümsüyor. Basım yılı Nisan 1965. Sayı 1130. Elimde işte. “Semaver Kumpanya” tiyatro topluluğunun kurulmasına ve aynı isimli oyununun sahnelenmesine esin kaynağı olan orijinal basım kitap avuçlarımın içinde. Soluğum kesilmiş. Niye ki? İçim kıpır kıpır, bir yandan kitap söylenir. Mırıl mırıl. Yaz beni, yaz beni. Öte yandan sayfaların yakıcı çağrısı. Sait Faik yine gülüyor. Bu adamın o çapkın gülüşü, bir de o yürek yakan öyküleri yok mu? Bir gün öldürecek beni. Sayfaların içinde kaybolurken sesini duyar gibi oluyorum. Uzun etme artık. Hayat nedir ki? Koca bir şaka!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |