..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Güzellik her yerde karşılaşılan bir konuktur. -Goethe
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > İronik > Mudi Beya




23 Temmuz 2008
Fitneficürullah Hoca Efendi  
Mudi Beya
‘ Yahya amca, bu bahçe de senin mi , diye sordum.. Sormasam iyiymiş: “ Mülk Allahın’ dır, ben emanetçiyim ” dedi… Nasıl oldu bilmiyorum, sormadan edemedim sanki: “ Ne kadar zamandır bakmaktasın emanete, yaşın neyin epey ilerlemiş, yorulmuşsundur; madem ki emanetçisin devret başkalarına, biraz da onlar yorulsun . ” Bu önerim, Hoca Efendi’ nın hiç hoşuna gitmedi… İlkin, başını öne eğerken sakalını sıvazladı. Sonra dudakları titredi, yutkundu!... Bir şey diyecek oldu, toparlayamadı ve hınzır bir gülümsemeyle yetindi…


:BCIE:
FİTNEFİCÜRULLAH HOCA EFENDİ

Tanışmadan önce, kendisini bahçede gezinirken ve ya elma, armut ve kayısı ağaçlarının engin dallarını budarken ve yahut ta bahçeden çalı çırpı toplarken birkaç kez görmüşlüğüm vardı uzaktan. Uzağından gelip geçtiğim için, ‘ laf atmak; hal hatır, sormak gibi herhangi bir gereklilik olmadı o güne dek. O gün, benim dere boyunca geçmekte olduğum yola yakın tarafta, ağaçların arasında dolaşıyordu…Kendisinden yana yaklaştık sıra bahçedeki meyve ağaçlarına ilaç uygulaması yapıldığı çevreye yayılan kokudan anlaşılmaktaydı. Yoldan saparak bahçeye girdim. İlk kez konuşuyorduk: “ İyi günler. Kolay gelsin amca” dedim. O, “ Aleykümselam ! Sağ ol yeğen. Gel hele! Neyin nesi, kimin fesisin? Arada geçiyorsun, görüyorum.” dedi. Ben, Bulunduğumuz noktaya yakın bir yerde oturduğumu, gazete, ekmek ve benzer gereksinimlerimi karşılamak için hemen hemen her gün bu yolu kullanmakta olduğumu kısaca belirttikten sonra ilk kez bu denli yakın olduğum yaşlı amca ile el sıkıştık. Elini bırakmadan, kendimi tanımak bakımından, ‘ Ömer , dedim. ‘ Ömer Ağam , Amca, şaşırdı ve, “ Hay Allah! Ömer Ağam, nereden çıktı? Yahya! Yahya! “ diye yineledi adını, ve sürdürdü konuşmasını: “ Yahya Hoca Efendi !” diye, çağırırlar adımı… Hac farizesini yerine getirdikten kelli , ‘ Hacı Yahya’ diyenler de var. Gene giden yıllarda, bir akrep yakınım bir şey attı ortaya, onun peşine düşenler de bir hayli çoğaldı… Ama, benden duyma! ” dedi. Ben, “ Benimki de Ömer! Sadece, Ömer Ağam ” diye adımla birlikte soy adımı da yinelemekle yetindim…
İlk karşılaştığımız yerde beş-on dakika kadar konuştuk: Daha sonra, ağaçlar arasında biraz dolaşarak, zaman zaman da belli noktalarda ayaküstü konuşmayı sürdürdük… Kısaca, tanışma faslı bittikten sonra, “ Bahçede olanlardan yenilebilecek gibi gözünün kestiklerinden kopar, tadına bak, diyeceğim; ama, Allah esirgesin, gördün, yeni ilaç yapıldı… Aman ha! ” dedi. Sonra anlatmaya başladı: Yaşı seksen yediymiş. Dönüp baktığında onca yılın bir gün gibi uçup gittiğini, günün birindeyse, hiç yaşamamış gibi göçeceğini anlattı.. Kabir azabından, büyük küçük belli olmadığından uzun uzun söz etti. Eski yağmurların yağmamasını, dirlik düzenlik bozulmasını, can güvenliğinin sağlanamamasını, işsizliği, yoksunluğu ve daha başka ne kadar bozulma varsa tamamını inanç bağlamındaki gerilemeye dayandırıyordu… Trafikten tutun da, yolsuzlukların yaygınlaşması ve uyuşturucu kullanımının ilköğretim öğrencileri düzeyine kadar inişini, betin bereketin göğe ağmasını birer ‘kıyamet alameti, olarak değerlendiriyor ve insanların genel olarak kendilerini yalan dünyanın kısacık ömürlü hay-huyuna kaptırmakla cehennem ateşinde yanmayı fazlasıyla hak ettiklerini ileri sürüyordu… Yahya Hoca Efendi, ilk rasdlaşmamızda hepten konuşan taraf oldu; ben dinleyici oldum. Konuşmalarını onayladığımdan emin değildi. Arada beni de konuşturmak için istekli olduğunu sezmiyor değildim; ama, bir yandan da, içini boşaltacak hazır bir dinleyen bulmuşken konuşmalı ve hayırlı bir iş yaptığına olan inancıdan ötürü huzur bulmalıydı…
Sıkılmıştım! Kollamaya başladım. Sözünü bağlayacak bir yeri yakalamak için pusu kurmuştum adeta.. Doğrusu kabalık ederek, hiç olmayacak bir yerde sözünü kesmek de istemiyordum…Belki de rahat olmadığımı anladığından , ‘ kara yeğen sen hiç konuşmadın, diye sordu hiç beklemediğim bir anda… Ben bu dere kıyısı yolu sıklıkla kullanmaktayım; sizi daha önceleri de kaç kez gördüm geçerken, dedim. Yahya Hoca, eliyle bahçenin üst başındaki iki katlı evi im ederek, “ Bizim demeyeyim, Allaha iyi varmaz!... Ama, bu evde oturuyoruz… Seninle komşuymuşuz yahu!, dedi. Son olara, laf olsun diye, ‘ Yahya amca, bu bahçe de senin mi , diye sordum.. Sormasam iyiymiş:
“ Mülk Allahın’ dır, ben emanetçiyim ” dedi… Nasıl oldu bilmiyorum, sormadan edemedim sanki: “ Ne kadar zamandır bakmaktasın emanete, yaşın neyin epey ilerlemiş, yorulmuşsundur; madem ki emanetçisin devret başkalarına, biraz da onlar yorulsun . ” Bu önerim, Hoca Efendi’ nın hiç hoşuna gitmedi… İlkin, başını öne eğerken sakalını sıvazladı. Sonra dudakları titredi, yutkundu!... Bir şey diyecek oldu, toparlayamadı ve hınzır bir gülümsemeyle yetindi… O sıra bir ilahi sesi yükseldi. Cep telefonu çaldığında, telefona davranırken yapmış olduğum önermenin verdiği sıkıntıdan biraz sıyrılmıştı… Telefonda arayanı, ‘ Aleykümselam Hoca Efendi Hazretleri ! Allah’ıma şükürler olsun, sağlığım yerindedir sayenizde…, Daha nice olsun! Emirlerinizi beklerim! , gibi saygı yüklü ifadelerle karşıladı. Ben, ‘ İyi Günler , diyerek ayrıldım.. Duymadı bile.. Duysa da karşılk verir miydi? Sanmıyorum…
Aradan kaç gün geçti tam bilmiyorum, yaklaşık sekiz-on gün sonraydı. Günlerden salı, evin haftalık gereksinimlerini almak için pazara gidiyordum. Yahya amca, beni görünce benim geçeceğim tarafa doğru yöneldi. Kısaca halleştik. Öteberi almak için pazara gittiğimi söyledim. “İşini gör de geç kalma… Biraz laflayalım ” dedi. Bir iki çeşit meyve ve yemeklik sebze almıştım. Pazar çıkışı fırından ekmek ve bakkaldan gazete de aldım. Dönüşte Hoca Efendi’ yi geçeceğim toprak ince yolun kıyısında beni bekler buldum.
İkinci buluşmamızda Hacı Yahya, daha içtenlikli davranıyor, eski tanışıklar arasında sıklıkla görülen dokundurmalar içeren konuşmalar geçti aramızda…Biz, Yahya Hocayla ben, eskilere dayanan bir tanışıklığımız olmamasına karşın ikimiz de yaptık bu tür konuşmaları. Ama o ilk karşılaşmamızda başlatmıştı iğnelemeyi, benim ‘Yahya amca, bu bahçe senin mi, diye sorduğumda, ‘ Mülk Allahın’ dır, ben emanetçiyim , diyerek... Ben kasten, “İyi günler Yahya amca ” dedim.. Bu dileğimi duymazdan gelircesine olduğu yere çömeldi. Ben de beş metre kadar ilerimizdeki elma ağacının gövdesine yaslandım; ayaktaydım... Birdenbire, “ Hep bu gazeteyi mi okursun” dedi, koltuğumun altına kıstırarak taşımakta olduğum gazeteyi göstererek . Ben, “ Evet! Gazete alacaksam, bunu alırım genel olarak” diye karşılık verdim . Ve “ Sizin konum ve yaştakilerin içini açacak haber, resim neyin yok ama, gene de bir göz at “ diyerek gazeteyi uzattım. İsteksizce uzanıp aldı gazeteyi… İlk sayfada alt tarafta bir habere takılıp kaldı… O yaştakilerin yaptığı gibi belli belirsiz başını sallayarak okumaya çalışıyordu takıldığı haberi.. “ Gözlük yok mu “ dedim, “ Okuma gözlüğü” Bir dakika der gibi, yüzüme baktıktan sonra haberi okumaya devam etti… Heceliyor gibime geldi… Okuyup okumadığı belli değildi. Sanki, gözüyle süzüyor, süzerken de aklı başka bir yerde takılı kalmış izlenimi veriyordu… Sayfayı çevirmedi, haberin devamını da okuma gereği duymadı…Gazetenin ilk sayfasında yer alan haberlerin devamı olurdu oysa… Acaba okumakta zorlandığı için mi, okuduğu haberin devamını bulmak için her hangi bir çaba göstermedi, diye düşünmüştüm… Ayrıca ben gazeteye hiç göz atmadan katlayarak aldığım için, Yahya Hoca’ nın okuduğu haberi dehşetli bir şekilde merak etmeye başladım. Üstüne sarkarak, merakıma yenik düşecektim nerdeyse; kendimi zor alıkoydum…
Çömeldiği yerden doğrulurken, eline yapışarak yardım etmek için kendisine doğru yöneldim… Kendisine tam yaklaştım, boştaki elini tuttum.. Kalktı. Gazeteyi verirken, “ Daha okumadın değil mi? ” diye sordu. Henüz okumadığımı söyledim. “ Daha bakmadığını anladım ” derken gözlerini oğuşturuyordu. Okuduğu haber ile ilgili daha çok artmakta olan merakımı bir an önce giderebilmek için hemen oradan ayrılmak istiyordum… Biz ayrılamadan, Yahya Hoca’ nın bahçesinden sıra sıra kücük kuşburnu ve çalı ağaçlarıyla ayrılan bitişik bahçede dolaşarak ara sıra kendi kendine konuşmakta olan bir adamın yenileyin ayrımında olmuştum… Ben, kendi kendine konuşmakta olan adamdan yana bakarken, Hacı Yahya , hiç oralı olmuyordu. Sorma gereği duydum: “ Kim bu adam ? Yabancı mı! Bahçe komşunuz mu? “ Beni şaşırtan yanıt çok net çıktı, Hacı Yahya’ nın ağzından: “ O benim küçüğümdür, adı lazım değil; babadan kardeşiz şerefsizle!... Anası, iki haftalık gelinken kocası askere gitmiş ve bir daha dönmemiş. Rahmetli Hacı babam da himayesine almış, daha sonra da Hacı Babamın yedeği olmuş, bu şerefsizi peydahlamışlar, öylece… ” Elimde olmadan gene sordum: “ Konuşmuyor musunuz…Kendi kendine ne diye söyleniyor kine ? “ Yanıt bu kez, daha kısa oldu: “ Konuşmuyoruz, bahçeyi bölüşeliden beri...” Bir oyunun gerilimli bir bölümünün ayrıntılarını aşağı yukarı çıkarsama yaparak hafızanızda canlandırabilseniz bile, net olarak farkındalık sağlamak için göz kapaklarınız; göz kapaklarınızla birlikte sinirleriniz de, gerilir de gerilir!... Ben de öyle bir oyunun en karmaşık ve gerilimli bölümünü izlemekteymişçesine, sorumun ikici bölümünü değişiklik yaparak yinelemek zorunda kaldım: “ Basbayağı konuşuyor kendi kendine… Değil mi? ” diye… Sorumun ikinci bölümüne yanıt gelince, bendeki şaşırma katsayısının yükselişi; tansiyon, nabız ve beden ateşi gibi ölçümlenebilir bir değer olsaydı, kesinlikle tavan yapardı gibime geliyor… Hacı Yahya’ nın, şaşkınlığımı alabildiğine arttıran yanıtı, “ Ne konuşması! Bize küfür ediyor zahir!...” oldu….Bu kez, bilerek sordum : “ Bize neden küfür etsin ki, seninle çıkar kavgası var, diyelim…Beni tanımıyor bile. ” Yüzünü ekşiterek , “ Bize dedimse de bana yani! Bir gün kan çıkacak , diye korkuyorum için için. ” dedi… Sen büyüksün Hacı Amca, sen önleyeceksin faciayı.. Baksana, adam kendi kendine konuşuyor… Akıl sağlığı elden gitmiş besbelli, dedim… Hacı Yahya ile ayrıldık… Ben evin yolunu tuttuğumda, o daha bahçedeydi…
Eve geçer geçmez, elimdekileri mutfağa bıraktıktan sonra, ilk işim gazeteye bakmak oldu! İlk sayfada bir haber ve resim. Habere konu olan tanıdık bir yüz! Ben diyeyim çarık, siz deyin kösele! O resmin yanında daha küçük bir başka resim; kız çocuğu, 14 yaşlarındaymış. Kızcağız yüzünü belli etmemek için büzülmüş olduğu yere… Büyük resimdeki o malüm adamın tacizine uğramış… Adam kendini savunuyor!... İkinci evliliğindeki eşi, kendisinden elli yaş küçükmüş! Bu evlenmeyi, Hazreti Muhammed’ in Ayşe Anamız’ ı da 9 yaşında Allahın emriyle eş yaptığıyla gerekçelendirmeye kalkmamış mı!... Hazretin yediği herzeye bak! Kendisini Hazreti Muhammed sanıyor… Gazetenin birinci sayfasında Hacı Yahya Amca’ nın gözüne diken gibi batan nesnenin bu haber olduğu anlaşılıyordu…
Yahya Hoca Efendi’ yi üçüncü görmem karakolda oldu. Yan komşum genç polis memuru Deniz’ i görmek için karakola gitmiştim; daha doğrusu kendisi uğramamı istemişti, iki gün önceden, ‘ Daha yeniyim, hafta içinde göze batabilir ; pazar nöbetimde görüşelim, diye…Yahya Hoca Efendi’yi orada gördüm üçüncü kez. İlk ben onu gördüm. Ama, hiç de iyi görmedim… Daha önceki karşılaştıklarımızda, üstünde konuşulmakta olan konuya bağlı olarak, yüz ifadesinde ve mimiklerinde izlemiş olduğum hınzırlıklar yoktu.. Omuzları biraz daha düşük, benzi solmuş bitkin bir durumdaydı…Ara sıra, karakolun koridorunda gelip geçen polislerden göz göze geldiklerinden gözüne kestirdiklerine önemli bir şey diyecekmiş gibi yerinden doğrulmaya çalıştığında, kendisini biraz geriden kollamakta olan genç polisin engellemesiyle karşılaşıyordu…. Onu öyle görmekten keyif alacak değildim ya! Biraz yaklaştım, “ Hacı Amca biraderinle kapıştınız mı sonunda? Geçmiş olsun. ” dedim. Belli bellisiz, “ Keşke birader olsa! Keşke !..” dediğini ancak duydum.. Bunu söylediği anda, aramızdan bir polis geçti, elinde yarı kan lekeli küçük bir orak vardı…Yahya Hoca, polisin arkasından bakarken, bana dönüp kaş göz oynatarak polisin elindeki orağı gösteriyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama, polisten çekiniyordu.. Ben öyle anladım… Elinde kan lekeli orakla biraz önce önümüzden geçen polis, geri dönmüş bizden yana geliyordu; yanında da sağ kolu dirseğinden aşağı bileğine kadar sargılı olan 13-14 yaşlarında bir erkek çocuk vardı. Yahya Hoca Efendi’ yi geriden kollamakta olan polis de Yahya amcayı bir odaya aldı, bir iki dakika sonra geri döndüklerinde kelepçe takılmıştı Hacı Yahya’ nın ellerine… Bir başka polis, “ tanıklar nerede “” diye seslendi… Olayın iç yüzünü bilmiyordum ama, Hacı Yahya’nın Nöbetçi Mahkemeye çıkarılacağını çıkarsamak zor olmadı…
Genç polis memuru Deniz, beni gördüyse de, karakola varmam bir vukuat anına denk düştüğü için benimle ilgilenemedi. Zaten çekiniyordu. Kendisini anlıyordum… Göz göze gelerek onu rahatsız etmek istemiyordum. Bu nedenle, eve dönmek üzere karakoldan çıkmıştım. Merdivenlerde, Hacı Yahya’nın babadan kardeşi ile yüz yüze geldik. Olan bitenin içyüzünü öğrenebileceğim birini buldum sonunda, diye geçirmiştim içimden. Ama, adamla daha öncesinden bir satır konuşmam bile olmamıştı… Nasıl soracaktım bilemedim..Sonra, araları da iyi değildi, Hacı Yahya’ nın anlatımına göre… Ben bunları düşünürken, Hacı Yahya’ nın babadan kardeşi olan adam, beni görünce hiç kararsızlık göstermeden bana yaklaştı, sonra elini uzattı; tokalaştık. İlkin o konuştu: “ Nerede bizim Fitneficürullah serefsiz! Gene gönlüm razı olmadı, ele karşı geldim… Kendisi olsa, kılını kıpırdatmazdı… Siz görüşebildiniz mi, bari ? ” Ne diyeceğimi şaşırmıştım! Ağzım kupkuruydu. Yutkunacak oldum, dilim çorak bir arazi parçasında susuz kalmış sürüngen bir kurtcuk gibi zor döneniyordu ağzımın içinde!... Şaşkınlığımı üstümden atmam üç-beş saniye sürdükten sonra: “ Görüşemedim ama, sanırım nöbetçi mahkemeye çıkaracaklar; siz gelmeden az önce götürdüler “ dedim. Hiç beklemediğim bir içtenlikle : “ Ben arabayla geldim, hadi gidelim. “ dedi ve koluma girdi…Merdivenlerden indik… Ayaklarım istem dışı gidiyor, ama nereye ve neden gittiğimin bilincinde değildim. Her nasıl olduysa, gitmeme sansımın olamadığını kabullenme gibi veya onunla gitmeye koşullanma gibi gizli bir gereklilik varmışçasına sürükleniyordum sanki…Pesi sıra sürüklendiğim adamın adını bile bilmiyordum ve ömrümde ilk kez karakolun merdivenlerinde karşılaşmıştım… Bir kez uzaktan görmüşlüğüm vardı, o kadar! Karakolu çevreleyen avludan çıkarken, çöp bidonunun yanına atılmış gibi durmakta olan küçük meyve sandığı parçalarından yapılmış boyacı sandığını aldığı gibi, sandığın yanına dağılmış boya ve cila kutularını da toplamaya çalışırken, “ Bunlar o çocuğun ” diye söylendi kendi kendine.
Biz adliye binasına varmadan bir bakımdan işin esası anlaşılmış, bir başka bakımdan daha çok karışmıştı… Öncelikle, işin açıklık kazanan yanına bakalım: Yahya Hoca Efendi, evden bahçeye indiği bir sırada 13-14 yaşlarındaki o erkek çocuğuyla karşılaşır. Çocuğun omzunda uyduruk bir boya sandığı, elinde de taze kırılmış, üzerinde yirmi kadar alacalı kiraz olan bir dal vardır ve karşılaştığı hoyrat yaşlı adamın haşmetinden tırsmış bir haldedir. Çocuk korku içinde kaçacak bir delik ya da yol ararken, Hacı Yahya da “ Hırsız!..Hırsız!...” diye bağırmaya başlar. Çocuk panik içinde kaçmaya yeltenir.. O sıra, Hacı Yahya elindeki orağı çocuğun ardından fırlatmasın mı ?... Orak, çocuğun sağ kolunun dirseğinden bileğine doğru bir yara açar… Bağrışma, çağrışma derken, olay duyulur. İşin içine polis girer, Hacı Yahya karakola alınır, çocuk sağlık ocağına götürülür…Derken, o sırada ben işin içine dalarım balıklama!... Adının, ‘ Mülazım , olduğunu adliyeye giderken öğrendiğim, Hacı Yahya’ nın babadan kardeşi delikanlı adammış, bunu gözlerimle gördüm…
Öte yandan işin daha çok karışan yanına gelince; meğer, delikanlı adam Mülazım, beni bahçede ilk gördüğünde Yahya Hoca Efendi’’nın ağına yeni düşmüş bir kurban bellediğinden benim için hem üzülüyor hem de bana için için öfke besliyormuş!...Daha sonraları benim Yahya Hoca ile rasgele karşılaştıklarımıza tanık oldukça, beni de aynı tarikatın örgütlü bir elemanı sanısına kapılmış… Kendi ağzından aktarayım: “ Sizi birkaç kere konuşurken gördüm, bizim dürzü fitneficürullahla!.. Senin beynine ağır ağır zehir akıttığını sandım ilk önce. Olsa olsa bunlar aynı kafada, aynı yolun yolcusu dedim… O var ya, o ! Ütmeyeceği adamla yola gitmez, iş tutmaz!.. Ne yalan söyleyeyim; için için size de kızıyordum… Bunların ağına düşen bir garib, geçenlerde, ‘ Allah benden kurban isted, diye tutturdu çocuğunu kesmeye kalktı, sabiyi elinden zor aldılar.. .Bizm fitne ficür bölgede ikinci kademeden ele başıları oluyormuş… Bunun bile eline ayağına kapanan onca insan var, görsen şaşarsın..Liderleri de müridlerine edep yerini öptürürmüş.. Geçenlerde kız çocuğuna sarkıntılık eden kefere de bunların tarikatından olmalı… Peşinden orak attığı çocuğun ailesiyle tanışığız; babası bizim işleri yapardı zaman zaman.” Sözünü bitirdiği sırada ben Hacı Yahya ile tanışmamın kısa öyküsünü anlatırken, yanımıza bir adam yaklaştı; avukatmış, adı da Şaban Hacıyatmazmış; Mülazım’ ın da tanışıymış!... Hacı Yahya’ nın tutuksuz yargılanmak üzere serbest kaldığı haberini getirdi. Mülazım, Av. Şaban Hacıyatmaz’ ın getirdiği haberle ilgilenmedi bile. “ Sağol ” demekle yetindi. Avukat, biraz uzaklaşınca “ Bu da tarikat şebekesinin hizmetinde! İt sürüsü gibi her yerde çıkarlar insanın karşısına ” dedi…
Bence orada kalmam için bir neden yoktu, ben anlayacağımı anlamıştım; üstelik benim orada bulunmam elimde olmayan nedenlerdendi… Şimdi ne yapıyoruz, diye sordum. Mülazım, “ İşin aslını anlamak istiyorsan, ‘ ele-güne karşı karakola gittim , denebilir; ama, çocukla gerçekten ilgilenmem gerekir…Adını bile bilmediğim o çocuk körpe omuzlarında akşamlara kadar boya sandığı gezdirerek, eve bir parça ekmek götürmeye çabalıyordu… Babası da artık çalışamıyormuş…” dedi. Çocuğu evinde ziyaret etmek ve ailesini görmek için ayrılmak üzereyken, beni de istediğim yere bırakabileceğini söyledi… Kendisine teşekkür ederken, ‘Karakola, tanıdığım bir polis memurunu görmek için gitmiştim.. Bu gün geçti, dedim… Mülazım, “ Yahu ben de sanmıştım ki, onun için gitmişsin karakola.. .Öyle söylesen e! Be birader!...”
Ayrılmak üzereydik, aklıma düştü: “ Yahu Mülazım arkadaş şu fitneficürullah iş nedir ?” diye sormadan edemedim. Mülazım, gülerek anlatmaya başladı : “ O hınzır fitneci yok mu, o ? İçinde ne kadar kötülük, yalan, fesat, düzen varsa, hepsini de Allah, billah adını anarak uygulamaya koyar… İnşallah – maşallah, dilinden düşmez… Çıkar için hiç bir değeri kullanmaktan geri durmaz!...Bir bakımdan çok yetenekli bir istismarcıdır…” Mülazım, “ Bu tipler kene gibi çoğaldılar! Her bir sözleriyle, attıkları her adımda yaratmak istedikleri bir imaj, vermek istedikleri bir mesaj vardır. Bir teknoloji harikası olan telefonda bu tipler birbirlerine, selamünaleyküm derler! Üçkağıt açarken bile, ‘ Hayırlara vesile…diye başlarlar!... Yalanlarına inanmamız için çekmeyecekleri numara, baş vurmayacakları yol yoktur!... Amaçlarına erişebilmek için her yolu mübah sayarlar!.. Mazlumu oynarlar, zulüm etmekten haz duyarlar; bunu da Allah adına yaparlar…Çıkışacak işleri olduğunda demokrasiyi ağızlarında sakız gibi çiğnerler, düze çıktılar mı sıkışınca sözde yücelttikleri değerleri ayakaltı ederler ” diye, konuşmasını sürdürürken, ben araya girerek, “ Fitneficürullah meselesi ne oldu . ” diyecek oldum… Mülazım, “ Bak işte anlatıyorum, bağlayacağım.” dedi, biraz da kızarak… Sözlerine şöyle devam etti : “ Kimileri, ‘ Hacı, diyor ; kimileri, ‘ Hoca , diyor; kimileri de, ‘ Hacı Efendi , Hoca Efendi , diyorlar… İşi öyle ilerletti ki, ‘ Hoca Efendi Hazretleri, diyenleri bilirim…” Sözünü şu şekilde bağladı : “ İşin açıkçası, bir dalavere ve üçkağıtçılık timsali olarak, ‘ Allahın fitne ficüru , anlamında kullnandım o ünvanı.. Ama, şimdi doğru söyle! Fitneficürullah, üzerinde iyi duruyor değil mi “ diye sorduktan sonra, “ Benden kendisine armağan olsun ” diye bitirdi açıklamasını…
Hacı Yahya’ nın kendisini tanıtırken hacılı, hocalı ünvanlarını saydıktan sonra, “ Giden yıllarda bir akrep yakınım bir şey attı ortaya, onun peşine düşenler de bir hayli çoğaldı… Ama, benden duyma! ” dediği konu , Mülazım’ ın kendisine armağan ettiği ‘ Fitneficürullah , benzetmesi olduğu yenileyin anlaşılmış oldu…
Sonra birlikte gittik çocuğun evine!...Bu kez isteyerek eşlik ettim Mülazım’ a!...


.Eleştiriler & Yorumlar

:: ........
Gönderen: Kâmuran Esen / ,
4 Ocak 2015
Allah hepimizden uzak etsin bunları. Mükemmel bir anlatım. Tebrik ederim Selâm ve sevgiyle.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın İronik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kalleş Avrupalı!
Genç Politikacı Adaylarına Öğütler!
Günlük: Kırkbirkere Maşşşahlah Tüüü! Tüüü! Tüüü!
Ona Öyle Demezler Peynir Ekmek Yemezler

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Akşamdan Yazılan Mektup Sabahleyin Yazanı Tarafından Okunur Mu
İşte Geldi 8 Mart Bakın Neler Olacak
Ereğli Çamlıyayla 2015 Toroslar Geçişi
Görme Engellinin Fendi Münasip Münasebattar' I Yendi
Görme Engellinin Fendi Münasip Münasebattar' I Yendi
Fanfinfon Çorbası
Abdülrezzak Holding 2
Öylesine Bir 8 Mart Yazısı
Abdülrezzak Holding 1
Kriz Ortamında Ekonomik Garantili Konuk Ağırlama Önerileri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sıradışı Bir 8 Mart Kutlaması [Deneme]
Rabbiş Teyzemin Fanfinfon Macerası [Deneme]
Zevat Zerzevat Fiyat Vesaire… [Deneme]
Tezek İthalatı! [Deneme]
Muhteşem Bir Operasyon! [Deneme]
Günlük: [Deneme]
Milli Piyango Milyonerleri [Eleştiri]
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü [Eleştiri]
Gaz Bombası ve Basınçlı Su İle Saldırılması Olası Eylemlere Katılacak Olanların Dikkâtine! [Eleştiri]
Anlaşıldı Vehpi' Nin Kerrakesi veya Eşekten Düşen Karpuz [Eleştiri]


Mudi Beya kimdir?

Bilgisayar edinip İnternet ile yakından ilgilendiğim zamana kadar ülkemde okurdan çok yazarın varlığını düşünür ve bundan büyük kaygı duyardım. . . Uçsuz bucaksız olanakları bulunduğumuz odaya, ayağımıza getiren İnternetle tanııştıktan sonra, ülkemde okurdan çok yazarın olduğunu düşünmüyor, çok net biliyorum böyle olduğunu. Bunu bilmem, yukarıda sözünü ettiğim kaygılarımın katlanmasına neden oluyor. İçinde debelenmekte olduğumuz sorunların temelinde, okumayan bir toplum oluşumuzun katkısı sanıldığından daha daha çok diye düşünüyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Jack London, Ernest Hemingway, Gogol, Zola, Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve daha başkaları...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mudi Beya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.