"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Bu bir oyun değildir. Bu bir pipo değildir. Bu bir elma değildir. Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Aslını görmek için lütfen resmin arkasına bakınız. Sahnede kalın kartondan yapılmış bir kadın ve bir erkek maketi. Ama yüzleri yok. Hayal gücünüzü çalıştırın. Siz tasarlayın. Yani oyun öncesinde,aklımızı çalıştırıp beyin jimnastiği yapmanın hiç birimize zararı olmaz değil mi? Hem belki oyuna hazırlık süreci de oyunun bir parçasıdır. Kim bilebilir? Emin olmak için lütfen resmin arkasına bakınız. Arka planda eskilerden bir şarkı. “Güller ve dudaklar şimdi,…”. Salonun yarı karanlığında anılara dalmışken şarkı değişiyor. “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli, alıştım hasretine gel desen gelemem ki..” Oyunun öncesinde banttan çalan iki parça, insanı İzmir Atatürk Kültür Merkezi’nin salonundan uzaklara savuruyor. Gözüm ressam ve düşünür Rene Magritte’in iki tablosuna takılıyor. Aslında dekor ünlü gerçeküstü ressamın çalışmalarından alınan iki figüre, kadın ve erkeğe farklı bir bakış açısı getiriyor. Üç ayrı perde. Mavi beyaz dikine şeritlendirilmiş perdeler. Magritte’e göre o gökyüzünü simgeliyor ve sahnenin ortasında maskeli iki yeşil elmanın bulunduğu gülümseten bir pano. Yine Magritte’nin işi. Gözleri olan maskeli iki elma. Baktığına “gör” diyor. Altında bir yazı. Hadi tahmin edin. “Bu bir dekor değildir.” Oyunun ruhunu yavaş yavaş kavramaya başlıyoruz. İki hasır sandalye. Kendileri gibi olamayan, iki yabancı surete, iki dekor. Oyun başlıyor ve sahnede “Bana kollarını uzatsan biraz, sana kul olurum seven ne yapmaz...” şarkısı eşliğinde dans eden Ali Poyrazoğlu ve Nilgün Belgün. Hayır onlar değil. Dikkatli bakın. Leyla ile Savaş’ın tutkulu aşk hikayesine tanık olmaktasınız. Leyla yetenekli bir mimar. Savaş başarılı bir cerrah. Büyük tutku, büyük aşk, büyük mutluluk veee sonunda evlenirler.. Eh artık “gökten üç elma düştü bir sana, biri bana, biri de bu masalı dinleyene..” faslına geldiysek evlerimize geri dönebiliriz değil mi? Hayır efendim. Hiç anlamamışsınız. Bu oyun, hani o çok merak ettiğimiz (enazından benim hep merak ettiğim) gökten üç elma düştü nakaratından sonrasını hikaye ediyor. Yani “sonsuza dek mutlu yaşadılar” kısmından hiç şüphelenmediniz mi? Eğer peri masalının sonunda bir bit yeniği sezdiyseniz, doğru yerdesiniz. İyi Günde Kötü Günde, “sonsuza dek mutlu yaşadılar” cümlesinin ardından gelen gerçekleri anlatıyor. Hayatı masallarda yaşayanlar için hatırlatalım istedik. Şimdi elmalar yenip bitmiş, koçanların paylaşım faslına gelmiştir sıra. Şiddetli bir boşanma krizinin tam ortasında, yer Leyla ve Savaş’ın çığlıklarıyla 7 şiddetinde sallanıyor. "Ben bulaşık makinesi, buz dolabı, salondaki plazma televizyonu, çamaşır makinesini, kütüphaneyi ve oturma grubunu alıyorum. Ütü sende kalabilir.” Leyla çok haklı. Ütü Savaş’ın nesine yetmiyor? Ben Leyla’dan yanayım. Keskin, kıvrak zekalı Savaş. Bir zamanların Romeo’su. (En azından iki dakika öncesine kadar öyleydi) Cerrah ya, kadını ironik sözcükleriyle kesiyor. “Hayatım, hiçbir şey almadın, mutfaktaki bulaşık süngerini bana bıraktın. Onu da ister misin? Tampon Leyla! ( Böylece Leyla’ya taktığı lakapla, Savaş’ın Leyla’nın araba kullanması konusundaki fikirlerini de öğreniyoruz.) Haklı olarak Leyla’nın kalbi kırılır. Kimin kırılmaz ki? Gözyaşları arasında “benim parada, pulda, malda gözüm yok. Perdeler sende kalsın, evi ben alıyorum.” İşte bu kadar. Leyla olaya net bir mimari bakış sunar. Ev, araba, elektronik aletler derken Savaş’tan hiç beklenemedik bir çıkış. Fırtınan ortasında cılız bir aydınlık gibi. “Peki, hatıralar ne olacak?” Hani o en mahrem sevgi sözcükleri, beynimizin en gizli köşelerinde özenle sakladığımız anılar. Sahnedeki fırtına bir an durur. Zaman durur. Savaş üsteler. “Peki fotoğraflar ne olacak?” En kolay ama en zor paylaşılan şey. Nefesler tutulur. Hani yumuşak bir bakış, tatlı bir gülümseme fırtınayı dağıtabilir mi derken. Leyla kararlı. “Fotoğraflar mı kolay. İkiye ayırırız. Senin suratın sende, benim suratım bende kalsın. Hatıralara gelince benim beynim bende, senin beynin sende kalsın.” Ayrılık yaman kelime. Savaş kederli, şaşkın. “Evi aldı, arabayı aldı, yazlık evi aldı, bankadaki paraları aldı, hatıralar bana kaldı.” Leyla’yı bu kadar çok kızdıracak ne yaptın Savaş? Boşandıktan üç ay sonra kalabalık bir barda. Bir uğultu. Bir kalabalık. Adım atılacak yer yok. Eş, dost, selamlaşmalar. Aslını arasanız sahne boş ama biz öylesine inanıyoruz ki olmayan insanlara. Mesela Leyla’nın içkisini getiren garsona. İçki kadehinden bir kaç damla Leyla’nın elbisesine dökülecek diye ödümüz patlıyor. Garson yok ama var. Görüneni boş verin görüntünün ardındakine bakın siz. İlk buluşma. Bir heyecan. Acaba “o nasıl?” hesapları. Savaş çok özlemiş Leyla’yı. Nasıl olduğunu çok merak ediyor. Görünüşte içi gidiyor. Gerçekten öyle mi? Yoksa Leyla’ya temizliğe gelen emektar Hatça Hanım’ı haftada bir günlüğüne temizlik için istemek amacıyla ayarlanmış bir buluşma olmasın bu. Leyla rahat. Leyla havalı. Kendinden emin. Üstelik biraz da geç gelmiş buluşmaya. Çok şık. Güzel, seksi. Bak da ne kaybettiğini gör dercesine. Eski aşıklar, sanki iki arkadaş gibi laflamaya başlar. “Nasılsın? Seni iyi gördüm. Teşekkür ederim. Sen de iyi görünüyorsun.” Nezaket sözcükleri. Başlangıç için temkinli yoklamalar. İçkiler ısmarlanır. Leyla şuh kadın. “Sex on the beach” (kumsalda seks demek) ister. Savaş sen de çok hoşsun vallahi. İçki adı bu. Kadının kumsalda seks istediği falan yok. Ne kadar geri kafalasın canım. Hatça Hanım’ın adı geçince bozulur. “Demek Hatça Hanım’ı istemek için beni buraya çağırdın. Öyle mi?” Hayal kırıklığı. Artık olacaklardan Leyla sorumlu değil. Leyla boşanma ertesi gitti seyahatleri, kızlarla nasıl eğlendikleri ballandıra ballandıra anlatır. Güya yaşlı bir falcı girmiş rüyasına. Kemik atarak falına bakmış demiş ki “Aşkın ipiyle dikilen dikiş, kıyamete kadar sökülmez”. Sen söyleyene değil söyletene bak. Bir an şaşkınlık. Sonra barın uğultusu. Kalabalık. Leyla’nın kahkahası. Bir “sex on the beach” daha. Aslında Leyla Savaş’ı fena halde özlemiş. Rahat kadının altında mutsuz. Bu gerçeği kendine bile söyleyemezken Savaş’a nasıl söylesin? Savaş dayanamaz dökülür. “Kimleri görüyorsun? Geceleri çıkıyor musun? Kaçta eve dönüyorsun?” Leyla’nın her soruya verecek bir cevabı var. O da Savaş’ı sıkıştırır. “Hala Fenerbahçe maçına gidiyor musun? Nereye taşındın?” Sanki Savaş’ tanımıyor. “Ben her hafta Fenerbahçe maçına gitmezsem ölürüm be. Evet ne olmuş? Annemin altındaki kata taşındım.” Leyla birer tane daha yuvarladıktan sonra ağzındaki baklayı çıkarır. "Ben uzaklaştım, gittin yine o koca götlü Halime’nin peşinden değil mi?” Nihayet esas mevzuya girdik. Gecenin en başından beri söylemek istediği ama söyleyemedikleri bir bir dökülüyor ağzından. Kendine güvenen o kadın gitmiş. Çok sarhoş, çok kıskanç ama çok aşık Leyla gelmiş. Rezalet çıkarır. “Otomobil uçar gider, ben talihin peşindeyim, talih benden kaçar gider” şarkısının eşliğinde bardan çıkarken, bir Leyla ile Savaş’ın dağılan ilişkilerine, bir de kendi dağılan hayatlarımıza bakarız. Sahnedeki yeşil maskeli elmalar bize göz kırparken. Bardaki o geceden sonra, Hatça Hanım’ın temizlik günleri paylaşılmış, hayat görünürde programa oturmuştur.Yalnız bir problem var. Emektar Hatça Hanım. Ağırlığınca altın eden Leyla ile Savaş’ı kendi çocukları gibi seven, anaç, koruyucu, çöpçatan Hatça Hanım. İşi gücü bırakmış ikisinin arasını yapmaya çalışıyor. Adile Naşit kılıklı dünya şekeri dobişko bir laz kadını. Öylesine şirin ki insanın bir yanak alası geliyor. Hatça Hanım’ı görmüyoruz ama benresmini bile çizebilirim. Bu arada, lütfen herkes kendi Hatça Hanım’ına sahip çıksın başka imajlara sarkmak yok. Savaş, Hatça Hanım’a boşuna dert anlatmaya çalışıyor. “Bak Hatça Hanım lütfen Leyla’nın evinden buraya onun iç çamaşırlarını getirmeye kalkma. Daha geçen gün Leyla’nın leopar desenli donuyla, sutyenini kütüphanede buldum. Sen koymadın mı? Peki, kim koydu oraya. Yaa Hatça Hanım senin gibi 70 yaşında bir kadına yakışıyor mu? Sonra, Lulu’nun çorbasına kedi sidiği atmışsın. Kız mahvoldu. Kıza orospu deme Hatça Hanım. O benim kız arkadaşım Ludmilla, Lulu. Leyla ile ikimizin arasını yapmak için muskalar yaptırıp evin orasına burasına atıp durma. Lulu’ya açıklayamıyorum. Kıza orospu deme Hatça Hanım.” Ama merak şeytanı bir kez girmiştir kanına. Dayanamaz sorar. “Leyla’nın hayatında birileri var mı Hatça Hanım? Kim ulan o pezevenk? Leyla’nın üzerine gaz döküp yakacağım namussuzum.” Benzer sahneler Leyla’nın evinde de yaşanıyor. Leyla boşuna nefes tüketiyor. İyilik meleği, bizimkilerin gönüllü koruyucusu, çöpçatan Hatça Hanım’a nasihatler bana mısın demiyor. "Hatça Hanım, Allah aşkına Cüneyt’in ceketinin ceplerine köpek boku, kedi tırnağı koyup durma. Sonra salona Savaş’la çekilmiş eski fotoğraflarımızı bırakma. Orada burada bulduğum muskalar ne demek oluyor? Bizi Savaş’la tekrar bir araya getirmek için mi? Yapma Hatça Hanım ben Cüneyt’le beraberim. Hem sen neden ona sürekli hoş geldiniz Savaş Bey, güle güle Savaş Bey diyorsun? Adamın adı Cüneyt. Vazgeç Hatça Hanım.” Bir yandan da gelen faturalara bakar, Savaş’a gelen mektupları sanki hiç ilgilenmiyormuş gibi açar, okur. Gece yarısı. Uyku tutmuyor. Bir şey eksik hayatımızda. Sevdiğimiz insan. Şu an yanımızda olması gereken. İçerde birisi uyuyor ama ö değil. Ne Cüneyt (cücü), ne Ludmilla (lulu). Başka biri. Yüreğimiz verdiğimiz. Anılarımızı paylaştığımız. Aklımıza, ruhumuza yazdığımız biri. Gecenin tam da olmadık bir saatinde kimi ararız başka? Savaş da öyle yapıyor. Sabahın dördünde Leyla’yı arıyor. Barda karşılaştıktan sonra. “Nasılsın?” demek için. Hatır sorma bahane. Amaç sesini duymak. "Sahi biz neredeyiz. Cücü ile Lulu’nun nerede olduklarının hiç önemi yok. Biz neredeyiz? Onca güzel günler, paylaşılan anılar. Bunları unutmak hiç kolay değil. İnsan sevdiğinden uzaksa kafasının içinde bomboş bir ev taşır. Her gün biraz daha yalnız. Her gün biraz daha ölüme yakın. Gerçek ölüm, artık kimsenin zihninde yaşamadığını anladığın zaman oluyor. Biliyor musun Leyla, biz en zor şeyi gerçekleştirdik, birbirimizi affettik.” İşte bu nedenle, Savaş Leyla’yı arıyor. Eski karı koca, yeni sevgililerini aldatıyorlar zihinlerinde ve gönüllerinde. Seyirci koltuklarında oturan bizler, sessizce aradık sanal telefonlarda sevdiklerimizi. Sorduk “Biz neredeyiz?” Sonrası mı? Savaş ve Leyla tekrar bir araya gelirler mi? Gönül muhasebesinin sonucu nereye varır? Bırakın merak edecek bir şeyler kalsın izleyicilere de. Herkes kendi içsel yolculuğuna çıkmalı “İyi Günde ve Kötü Günde”. Oyunun sonunda Ali Poyrazoğlu seyircilere “sizler, bizim meslektaşlarımızsınız.” diyor. “Bu gece işinizi çok iyi yaptınız. Teşekkür ederiz. Hatça Hanım’ı, Lulu’yu, Cücü’yü görmüyorsunuz ama en çok alkışı Hatça Hanım düşerken alıyor. Tiyatro işte budur. Siz meslektaşlarımızla oluşturduğumuz mucizedir” Gökten üç elma düştü…. Gerisi, “İyi Günde Kötü Günde” Ve Rene Magritte’nin maskeli yeşil elmaları bir kez daha göz kırpar. Her gördüğüne inanma. Bu bir oyun değil. Öyleyse?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |