"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Abraka, ayıların ırmağın içinde balık avladıklarını görünce "Pekala onları kovabilir, yerine bizler geçebiliriz." Diye düşündü. Irmağın içinde altı ayı vardı. Her biri iri yapıdaydı. Abraka'nıın dişine göre değildi. Düşündüler önce. Aylara taş atmayı denediler. İşe yaramadı. Akilan "Bu böyle olmayacak. Kısa zamanda bir balık ağı örelim." Diye söylendi. Abraka ayılara taş atmayı sürdürdü. Yavrusu olan bir ayı sinirlendi. Irmağın kenarında avcıları süzdü. Sonra hızla taş atanlara doru saldırıya geçti. Abraka kaçmaya başladı. Peşinden iki kardeşi de. Hemen denize girdiler. Saldırgan ayı kumsalda olduğu yerde durdu. Bir süre denizdekilere baktı. Sonra çekip gitti. Abraka gülmeye başladı. "Tanrıça Fagım adına. Bu ayılardan çekeceğimiz var." Dedi. Akilan "Balık yemek için ayıları korkutmak kötü bir fikirdi. Her şeye rağmen yine balık yemek istiyorsak mızraklarımızı kullanacağız. Değilse ayıların artıklarına muhtacız." Bansan Akilan'a doğru "Senin ağ örme girişimin hiç yabana atılır gibi değil. Gelin karaya çıkalım. Şu balık ağını örelim." Dedi. Abraka "Biz avcılar et yemeye alışığız. Sebze de yiyoruz ama ben uzun süre et yemedim mi krize girerim. Rahatsızlanırım. Güçsüzleşirim. Domuz eti nefis bir yiyecek ama ben geyik etini seviyorum hala. Şimdiye kadar ne kentte ne başka yerde balık eti yemedim. Çocukluğumda yemiştim. Ben derim ki ayılara saldırmadan bizde bir kayaya çıkalım. Balıkları ellerimizle avlayalım. Dedi. Akilan "Önce elimizdeki mızrakları ayılara göstermeyelim. Değilse ayılar bizden tehdit algılar. Balık avlarken de kesinlikle konuşmayalım. Onlarda konuşmuyor ya da kükremiyor. Demem o ki ürkmeden ve ürkütmeden avlanmalıyız." Abraka "Deniz de güzelmiş. Gelin hep beraber ateş yaktığımız yere kadar yüzelim. Bir fikrim var." Dedi. Kulaç atmaya başladılar. Abraka çocuklar gibi çığlık atıyordu. Babaları Meştaka'nın hayallerine kavuşmuştu. Abraka yüzerken bir ara "Babamızın denizin kenarında kurulu bir barınağı varmış. O barınak buraya uzak mı yakın mı bilmiyorum. Ama bana geniş bir körfezin içinde olduğunu söyledi. Bence o barınağa uzak değiliz. Baksanıza şu kocaman körfeze. Babam buraya 'Antalya' ismini vermiş." Akilan "Ben o barınağı bulalım derim. Babam Meştaka'dan ben de duymuştum. O barınağın içinde taşa çizilmiş. Tanrıça Fagım'ın şekli varmış." Tekrar yüzmeye başladılar. Ateş yaktıkları yere geldiklerinde Abraka torbasından üç adet düğmeli bıçak çıkardı. "Bunu hep yanınızda taşıyın. Şimdii ayıları yanına tekrar gidelim. Saldırırlarsa hamleniz boğazlarına olsun. Korkmadan bıçağı ayının boğazına çalarsınız." Akilan "Senden korkulur. Fakat neden bıçak alıyoruz. Ayılar elimizdeki bıçağı görmez ki. Ayı sadece saldırır. Bıçağa dikkat bile etmez." Abraka "Elinizi ileri doğru ayının gözüne sokarcasına uzatın. Ve bağırmaya başlayın. Ayı elinizdeki bıçağı sizin yırtıcı pençeniz zannedecektir." Bıçakları ellerine aldılar. Diğer ellerinde mızrak, omuzlarında torba, oradan ayrıldılar. Ayılar avcı insanlara ilgisiz davranıyordu. Ürkmüyorlardı. Anne ayı ise yavrusunu korumak ve kollamak için bir müddet yabancıları süzdü. Sonra kendi avına döndü. Abraka ırmağın içine girdi. Ayılardan biraz uzakta boş bir kaya buldu. Üzerine çıktı. Yanındaki ayı onunla değil kendine doğru zıplayan balıklarla ilgiliydi. Abraka'nın önüne de balık zıplıyordu. Torbası yanındaydı. Boğazına asılıydı. İlk balığını yakaladığında sevinçten çığlık attı. Sonra ikinci ve üçüncü balık. Balıklar ne kadar fazla olursa o kadar iyi olacaktı. Yanındaki ayı bir ara ona baktı. Abraka artarda öyle balık avlıyordu ki ayının dikkatini çekiyordu. Ama ayı ırmağa girip Abraka'ya ulaşamazdı. Nehrin akışı şiddetliydi. Hem kendi bölgesi oldukça iyi bir konumdaydı. Ayı Abraka'dan başını çevirince önüne atlayan balığı ağzıyla kapıverdi. Abraka'nın balıkları çoğalıyordu. Ayıdan daha iyi avlanıyordu. Çünkü Tanrıça Fagım ayıların değil onun tanrıçasıydı. Yakaladığı balıklar on beş adede ulaştı. Artık bırakmalıydı. Irmağa indi. Balıklar başındaki torbanın içinde kıyıya doğru yürüdü. Hemen orayı terk ettiler. Ateş yaktıkları yere doğru yürüdüler. Abraka ormanın içinden bir miktar kuru ot ve birkaç yaş dal toplayıp getirdi. Ateşi üfleyip yeniden harladılar. Dal parçalarını üzerine koydular. Balıkları yaş dallara dallar soktular. Balıkların hepsini aynı anda pişirmeye başladılar. Vakitleri yoktu. Her an ayılar kokuya gelebilirdi. Abraka "Acele edelim. Balıklar pişince hemen ağacın tepesine çıkalım. Kokudan ben bile tahrik oldum." Demesine kalmadan bir ayının kendilerine doğru geldiğini gördüler. Abraka ve iki kardeşi hızla ayağa kalktı. En yakındaki ağaca doğru koştular. Ağaca tırmandılar. Ayı ağacın altında nöbet tutmaya başladı. Avcı insanlar ise balıklarını yiyordu. O an avcı üç kişi ikişer balık yemişti. Abraka "Ne dersiniz, şu zavallı dilenci ayıya balık atalım mı?" Akilan "At bakalım. Belki karnı doyar uzaklaşır." Aşağıya iki balık attılar. Kısa zamanda ayı balığı yalayıp yuttu. Başını avcı insanlara doğru tekrar kaldırdı. Sanki 'Daha yok mu?' diyordu. Ayı uzun süre avcı insanlara baktı. Yukarından balık gelmeyeceğini anlayınca orayı terk etti. Ağaçtakiler aşağıya indi. Babaları Meştaka'nın barınağını bulmayı çok istiyorlardı. Yolda hep Tanrıça Fagım'a dua ettiler. Abraka "Eğer barınağı bulursak oraya bir işaret koymayı düşünüyorum. Mesela Nemengen, ben, Tecavat ve Menda'nın şekillerini." Akilan "O nasıl bir işaret. Benim bildiğim sadece tanrı ve tanrıçaların şekilleri olur." Abraka "Sözleriniz hiç akıllıca değil. Ben oraya saçları uzun bir kadın şekli çizeceğim. Yanına oğlum Tecavat ve Menda'nın şekillerini çizeceğim. Bir de benim şeklimi. Durdu devam etti. İyi ki elimde demir bıçak var. Bununla taş kolaylıkla çiziliyor. Taşı taşla çizmeye kalksaydık işimiz çok zorlaşacaktı." Karşılarında taştan dizilerek yapılmış bir barınakla karşılaştılar. Heyecan hat safhadaydı. Taşlara tırmanarak içeriye atladılar. Fagım'ın işaretini aradılar. Abraka silinmeye yüz tutmuş şekli zorlukla buldu. "İşte" diye kardeşlerine gösterdi. Uzun süre şekle baktılar. Hasret giderdiler. Her şeyin sonu olan denizde buldukları babalarının barınağı ile sevindiler. Şarkılar söylediler. Dans ettiler. Abraka "Dumum sabma. Anta sarana. Dumum karat anta. Dumba sab." Sözlerini tekrarladı. Yani "Ben geldim. Neredesin baba. Ben arıyorum seni. Seni çağırıyorum." Diye şarkı söylüyordu. Akilan kendinden geçmişti. Kendi etrafında dönerek sevinç çığlıkları atıyordu. Bansan babasının çizdiği şekli defalarca öpüyordu. Abraka "Şimdi yapacağımız tek şey buraya bıçağımla işaretler çizmek. Belki neslimizden biri buraya gelir. Onlarda bizim gibi burayı kutsar." Abraka elindeki Tanrıça Fagım'ın bıçağı ile önce kendisinin, sonra karısı Nemengen'in, ardından Tecavat ve Menda'nın temsili şeklini çizdi. "Şu an evimde olmayı öyle çok istiyorum ki. Bizi çok özlemişlerdir. Buraya denize geleceğimizi de söylemedik. Çok telaşlanmışlardır. Biliyorsunuz, içimize kente dönme isteği geldi. Bunu hemen yaparsak Tanrıça Fagım'ın uğurunu alacağız. Dönelim mi ne dersiniz?" dedi. Akilan "Balık ağı örcektik. Taşları dizip barınak yapacaktık. Bütün bunları geri dönmemize kurban etmek çok akıllıca bir şey olacak. Ben geri dönelim derim." Bansan da aynı fikirdeydi. "Yalnız buralara geldiğimize kanıt olacak bir şeyleri yanımıza alalım. Değilse karılarımız bize inanmaz soruları ile mahvoluruz." Dedi. Abraka düşünmeye başladı. "Öyle bir şey olmalı ki biz değil o konuşsun." Akilan "Buralarda turuncu meyveler var. Ben onlara 'Potra' diyorum. Onlardan götürsek. Potralar ne kentimizde var ne başka yerlerde." Abraka "Potra ismi biraz tuhaf oldu. Ona 'Portakal' diyelim. Ayrıca portakal götürmek mantıklı. O zaman her birimiz birer portakal alsak yeter." Karar verilmişti. Dönüşleri uğurlu olacaktı. Ve yola koyuldular. Akşam olmuştu. Uğuru bozmamak için akşam da yürüdüler. Gökyüzünde hep yıldızları takip ediyorlardı. Yine de geldikleri yönden ayrılmadılar. Abraka dağları bir bir hatırlıyordu. Sabaha doğru mola verdiler. Güneş henüz yeni doğmuştu. Akilan "Artık güneş doğduğu için durup mola verirsek uğrumuz kaçmayacak. Biraz dinlenip uyuyalım Güneş tepemize çıkınca uyanalım. Güneş tepemizdeyken uyanırsak uğrumuz devam eder. Değilse uğrumuz kalmaz. Çünkü biz öyle istiyoruz Dua edin de tam vaktinde uyanalım." Kadınlar Nemengen'in evinde toplanmıştı. Taş havanda çiğneyerek suyunu çıkardıkları üzüm suyundan içiyorlardı. Yanlarında bir kaç birkaç küçük çocuk ve bir kaç onlardan büyük kız çocukları vardı. Üç kadın kocalarını sorguluyorlardı. Diğer kadınlar onları dinliyordu. Nemengen "Ben Abraka ve diğer ikisinin kötü bir şey ile karşılaştıklarına inanmıyorum. Çünkü bunu hissediyorum. Tanrıça Fagım'a her gün 'Kocam nerede. Gelecek mi?' diye soruyorum. Hatta kötülük tanrıçası Saratay'a da soruyorum." Kadınlardan biri araya girdi. "Ayol kötülük tanrıçası mı olurmuş. Benim bildiğim Tanrıça Fagım, oğulları, kızları ve akrabaları olur." Dedi. Nemengen "Neden olmasın Kankura." Dedi Sattama'nın karısına. Devam etti. "Saratay'ı Abraka buldu. Bana 'Ateş yakınca Saratay'ın bütün çocukları ateşin başına üşüşürmüş. Eğer onlardan birisini yakalayabilirsen, hazinelerinin yerini sorar, gidip onları alabilirsin.' Dedi." Cenbali araya girdi. "Bizi yakalayıp bize sorsalar onlara ne hazineler veririz değil mi kadınlar." Dedi kadınlar kahkaha attılar. Cenbali devam etti. "O zaman Tanrıça Fagım bize hayran kalır. Ama önce bize soru soracaklarını bilelim, ona göre hazırlanalım." Gülüşmeler oldu. Nemengen "Artık buralara yangın yüzünden hayvanlar da gelmez oldu. Eskiden ne güzeldi. Evimizin önüne kadar geyikler gelirdi. Onları seyrederdik." Kadınlardan biri yiyeceklerden konuştu. Ve onun üzerine tartışmaya başladılar. Nemengen Kankura'dan bilmediği sebzelerin ismini öğrendi. Tatlarını ona sordu. Sattama beş gün boyunca yürüyerek keşfettiği yerleri düşünüyordu. Karaman denen yeri geçmiş dağlara varmıştı. "Az daha gitsem amcam Meştaka'nın hayali olan denize ulaşırdım." Diye düşünüyordu. Amcası Meştaka'yı seviyordu. Çocukken babası Temingen'den hiç hazzetmezdi. Babası Temingen kendisini döver onu amcası Meştaka kurtarırdı. Bir gün babası Temingen'in çok kısa bir mızrağını kaybolmuştu. Suçlu olarak Meştaka ortaya çıkıyordu. Çünkü babası o toy çocuk Meştaka'dan her şey beklenirdi. Onu yere yatırmışlardı. Babasının yanında arkadaşları da vardı. Onun ayaklarından tutmuşlar, sıra ile ayaklarına sopa vurmuşlardı. Sonradan onu ormana götürüp bırakmışlar. "Mızrağı bulmadan gelme demişlerdi. Oysa mızrağı bulan babası olmuştu. Ve onu kendisinin kaybettiğini itiraf etmişti. Bu yüzden babası ona özür mahiyetine yiyecekler sunmuştu. Sattama amcası Meştaka'yı sevdiği için onun oğlu Abraka'yı da seviyordu. Onun bu keşif yolculuğundan sağa salim dönmesini istiyordu. Böyle kara kara düşünürken yanına Tecavat geldi oturdu. "Fagım'dan neşe olsun. Ne yapıyorsun Sattama amca?" dedi. Sattama "Senin babanı düşünüyordum. Baban gibisi yok şu Tanrıça Fagım'ın topraklarında. Dedi. Durdu. Hüzünlenmişti. Sesi titrekti. Birden ağlamaya başladı. Tecavat "Ne oldu sana böyle. Niye ağlıyorsun?" Sattama "Çocukluğumda öyle dayaklar yedim ki. Babamı ve senin Meştaka atanı düşünüyordum. Hiç baba sevgisi görmedim. Babama bir kez 'Babacığım' diyebilmiştim. O da ormanda beni, kaybolan mızrağı bulmam için yalnız bıraktıklarındaydı. Babama 'Babacığım, babacığım ne olursun beni yalnız bırakma. Babacığım babacığım.' Diye ağlamıştım. Bunları unutmak için ne çabalar verdi. Sana bir sır vereyim. Hatıralar yuvarlak hale gelen ağaç sarmaşıkları gibidir. O yumak koparılır bir kenara konulur. Küllenmiş közü alevlendirmeye çalışanlar acı ve ıstırap çekerler. İşte benim yaşadığım da bu." Tecavat ne diyeceğini bilemedi. Sattama amca yeni şeyler söylüyordu. Tecavat konu değiştirdi. "Amca keşifte sizin karşınıza hiç yabancı avcı insanlar çıktı mı?" Sattama "Hiç çıkmadı. Ama bir iki defa canavar saldırısına uğradık. Mızraklarımız ile kendimizi savunduk. Dedi. Devam etti. Söyle bakalım sizin keşifte neler yaşandı?" Karman yönünden yüz kişilik avcı insan kalabalığı ilerliyordu. En öndeki şef "Demek beş kişilerdi. Ve onların bir ırmağın yakınlarında yaşadığını gördün." Dedi yanındaki izciye. İzci yine bir bir yaşadıklarını anlattı. En son "Konuştukları şeyleri anlamıyorduk. Buralara yabancı insanlar gibiydiler. Ama topraktan yaptıkları barınak bizim bilmediğimiz şimdiye kadar görmediğimiz şeyler. Bir ağaç dalı ile onların tepesine çıkıyorlar sonra ortalıktan kayboluyorlardı." Şef "Aferin sana izci. Al şunu. Hak ettin." Diye izcinin eline pişmiş bir et parçası verdi. İzci hediyesini iştahla yemeye koyuldu. Abraka önündeki uzun ve sınırsız gibi olan düzlüğü, elini alnına koyarak süzdü. "Galiba şu yönde ilerleyeceğiz. Hemen önümüzde Kaşınhanı var. Kente de akşamüzeri ulaşmış oluruz." Dedi. Kardeşleri ile yeniden yürüyüşe geçti. Tecavat huzursuzdu. Sanki kötü bir şeylerin olacağını hissediyordu. Böyle şeyler hissedince mutlaka kötü şeyler olurdu. "Keşke babam gelseydi. Ama onlar nerede bilmiyoruz ki?" diye söylendi. Arkasından bir ıslık duydu. Dönüp baktı. Babasıydı. Amcaları ile beraber gelmişlerdi. Koşarak babasının yanına geldi. Ona sıkıca sarıldı. Acele ile "Baba çok kötü şeyler hissediyorum. Durduk yerde huzursuz oluyorum." Dedi. Abraka "Biz avcıların iç güdüleri her zaman doğruları söyler. Keşke bıçaklarımız daha çok olsaydı." Tecavat utana sıkıla "Baba biz o düğmeli bıçaktan bir sürü getirip az ilerdeki bir yere sakladık. Madem bıçaklara ihtiyacımız var. Gelin benimler." Tecavat hemen ilerideki taş yığınlarına ilerledi. Arkasından da babası ve amcaları. Tecavat elleri ile taşları kaldırdı. Toprağı biraz kazdı. İçinden ağzına kadar demir bıçaklarla dolu deri torbayı çıkardı. Tecavat hislerinde yanılmamıştı. Kentte yaşayan bir çocuk hızla bağırarak geldi. "Tecavat Tecavat yabancılar geliyor. Saklanın." Dedi. Ortalık akşamın karanlığına henüz bürünmüştü. Abraka hemen kentin avcılarını bir afraya topladı. Haber getiren çocuktan yabancıların ne kadar olduğunu sordu. Çocuk heyecan içinde "Bizim iki katımızdaydılar." Diye karşılık verdi. Abraka "Ey kadınlar bu sefer iş değişti. Savaşa siz de geleceksiniz. Düşman bizden çokmuş." Dedi Sonra Tecavat'a yönelerek "Sen elindeki tüm bıçakları teker teker dağıt." Dedi. Kalabalığa döndü. Abraka yüksek sesle "Şu an bıçaklarınızın düğmelerine basın." Dedi. Sonra teker teker kadın ve avcı erkeklerin ellerindeki bıçakları kontrol etti. Bıçakların hepsi açıktı. Yüksek sesle yeniden konuşmaya başladı. "Çocuklar biz dönene kadar kentten uzak kalacak. Düşmanlar Sırçalı'dan buraya doğru geliyor. Onları kentimizden uzak bir yerde karşılayacağız. Siz kadınlar kocalarınız ölecek diye aklınıza getirmeyin. Siz avcı erkekler kadınlarınız ölecek diye aklınıza getirmeyin. Kim ölürse o bizim kahramanımız, kim öldürürse o savaş bizim zaferimizdir." Kalabalık hep bir ağızdan "Hulu hulu baguna" diye bağırdı. Bu "Yaşasın yaşasın kazanacağız." Demekti. Yürüyüşe geçtiler. Yanmış ağaçların arasında ve gecenin karanlığında korkunç canavarlara dönüşmüşlerdi. Çünkü ellerinde Tanrıça Fagım'ın demirden bıçakları vardı. Kent savaşçıları ırmağın başında beklemeye koyuldu. Abraka bir izciyi keşif için düşmanın önlerine sürdü. O izci kısa zamanda geri döndü. "Geliyorlar geliyorlar." Diye heyecanla bağırıyordu. Az sonra düşman ordusu göründü. Abraka "Tam tahmin ettiğim gibi." Diye söylendi. Düşman organize bir ordu değil ilkel bir orduya sahipti. Kent halkı tekrar hep bir ağızdan "Hulu hulu baguna" diye birkaç defa bağırdı. Bunu düşmanlarına korku vermek amacıyla yapıyorlardı. Aynı yöntemi düşmanlarda biliyordu. Onlar da "Aşkalangan manca gargaran." diye bağırdı. Sonra bir anda düşman saldırıya geçti. Bağırışlar oluyordu. Bedenlere bıçaklar giriyordu. İlkel düşman ordusunun sahip olduğu ellerindeki tek silah sopalarıydı. Üstelik sopaların ucunda yaralayıcı taşlar yoktu. Bu kentli savaşçıların işini oldukça kolaylaştırdı. Savaş uzun sürmedi. Kısa zamanda düşman ordusu bir çağrı üzerine hızla geri çekildi. Çünkü bedenleri bıçaklar ile delinmiş, bir anda yığınla asker yere serilmişti. Bıçaktı bu. Bu kent halkı için hiçbir şeye benzemezdi. Ormanların içine doğru kaçan on beş düşman askerini kovalamayı gerekli görmediler. Çatalhöyük kentinin ikinci zaferiydi bu. "Hulu hulu bagu." Naraları ile geri dönüşe geçtiler. Abraka tüm avcıların vücutlarını ay ışığında teker teker kontrol etti. Birkaç küçük yara dışında vücutlarında bir şey yoktu. Abraka işini bitirince kendi biraz rahatlamak için ormanın içine daldı. Nemengen mutlu mutlu kocasının yüzüne bakıyordu. "Az önce seni aradım. Bağırdım çağırdım. Hiçbir yerde bulamadım." Dedi. Abraka gayet sakin "Sattama ile bazı şeyler konuştuk. Kış bitince buradan göç etmeyi planlıyorum. Artık eskisi gibi buralara av hayvanı gelmiyor. Sebzeler her zaman yanımızda ama biz avcı insanlar et yemeden yapamayız. Sattama ve mahiyeti de kabul ederse onlarla birlikte göç etmeyi düşünüyorum. Sattama bana 'Biraz düşüneyim.' Dedi. Zannedersem onlar göç etmeyi kabul edecekler." Nemengen "Peki nereye gideceğiz?" Abraka "Buradan çok uzaklara. Babam Meştaka'dan duymuştum. Gideceğimiz yere 'Mezopotamya' diyorlarmış. Orada Tanrı ve Tanrıçaları benim gözümden baktığım gibi kanlı ve canlı görebilirmişiz. Orada bizim gibi avcı insanlar Tanrıçalarına hizmet etmek için yarışırlarmış." Nemengen "Tanrıçalar senin Tecavat'ın topraktan yaptığı gibi taşlardan yapılma değil demi." Abraka uzun uzun Mezopotamya'daki tanrıçalardan bahsetti. Onların kullandıkları eşyalardan bahsetti. "Kullandıkları tabak demirdenmiş. Evleri taştanmış. Toprağa çizdikleri şeylerle kimin ne olduğunu hesap edebilirlermiş. Tanrılar o hesaba 'Matematik' diyormuş." Nemengen "Matematikte nedir öyle?" diye şaşkınlığın tepkisini verdi. Abraka yine uzun uzun anlattı. Yıldızların hesabını, hayvanların hesabını ve bir çok şeyin hesabının matematikten geçtiğini bir bir söyledi. Tecavat annesinin ve babasının konuşmalarını yattığı yerden bir müddet daha dinledi. "Yarın güzel şeyler olacak." Diye içinden geçirdi. Sonra uykuya daldı. Nemengen ve Abraka gece yarısı olmasına karşı hala tartışıyorlardı. Tecavat tartışmalara uyandı. Yine konuşmalara dikkat kesildi. Nemengen "Ben başka bir kadın istemiyorum. Ben senin neyine yetmiyorum." Diyordu. Abraka "Eğer başka kadınlar da benden çocuk doğurmazsa kalabalık olamayız. Kalabalık olursak hem daha çok avlanırız hem düşmanlarımıza karşı daha güçlü oluruz." Nemengen "Eğer başka bir kadın alırsan ona başka bir barınak yaparsın. Ben o yabancı kadınla aynı barınakta yaşamam. Gerçi yeni kadın senin işine yaradığı gibi benim de işime yarar. Dur bakalım ben ona neler yapmam." Abraka karşılık vermedi bu sefer. Uzun süre tartışmışlardı. Bitmeliydi artık. Abraka karısının gönlünü yeniden kazanmak için onun dudağına bir öpücük kondurdu. Sonra yere kıvrıldı. "Gel." Dedi karısına. Parlak Ay güneşe çok yaklaşmıştı. "Acaba ne Olacak?" diye bir müddet beklediler. Ay yavaş yavaş güneşin önüne geçti. Biraz sonra da güneşi tamamen kapattı. Abraka konuştu. "Babam Meştaka güneşin önüne ay geçtiğinde Mezopotamya'da ki halkın bu olaya çok gizemli baktığını söylemişti. İnsanlar hayvanlar kurban edip toplu halde gökyüzüne çıkarmış." Nemengen şaşırmıştı. "Nasıl olur. İnsanların kanadı yok ki. Kanatları olsa bile ağırlıkları yüzünden gökyüzünde uçamazlar." Abraka "Duyduğuma göre insanlar kanat takmıyormuş. Onları gökyüzüne uçuran şey bizim, evler gibi ama yuvarlak, çanak gibi ama büyük evlerle çıkıyormuş. Belki Tanrıça Fagım'da orada yaşıyordur. Dedim ya orada tanrı ve tanrıçaların yaşadığını insanalar görebiliyormuş." Tecavat'ın aklına ilginç bir fikir geldi. "Baba sence bıçak dolu kasaları o, bulduğumuz yere Mezopotamya'da ki tanrılar koymuş olabilir mi?" Abraka "Bende öyle tahmin ediyorum. Belki bizim Mezopotamya'ya gelmemizi isteyen tanrılar, ormanımızda yangın çıkarttı. Yangından sonra hayvanların gelmeyeceğini ve bizim avlanmada sorun yaşayacağımızı bildikleri için, 'Onlar mutlaka Mezopotamya'ya gelir' dediler. Hatta bunu bizim aklımıza koyup düşünmemizi bile sağladılar. Bizim denize gitmemiz bile tesadüf değil. Ben bunu Tanrıça Fagım'dan biliyorum. Ama diğer tanrıçaların 'Oraya gidin. İşaretinizi denize koyun.' Demekle bizim şu an bilmediğimiz bir yola girmemize sebep olduklarına da inanıyorum. Bazı yolculuklar esrarlıdır. Bazen biz tanrıçadan alırız bazen o bizden. Tıpkı yangın ın bizden aldıkları gibi. Bizim de tıpkı Mezopotamya'ya giderek tanrılardan istediğimiz şeyleri alacağımız gibi." Tecavat babasından önemli şeyler öğreniyordu. Aklına yeni şeyler geliyordu. "Baba bizim yaşadığımız bu gizemli olaylara bir isim buldum. Ben buna 'Kader' diyorum. Yani biz insanların yaşantısını tanrılar yarın hazırlıyorlar. Yarın gelince de o hazırlananları yaşıyoruz." Abraka "Aferin oğlum. Çok güzel akıllıca açıkladın. Benim de aklımda böyle şeyler vardı. Ama sen açıklamayı bize inandırdın." Güneşin önünden ay çekilmişti. Yollarına devam edebilirlerdi. Sattama "Çok susadım. Bana su lazım. Ağzım kurudu." Diye söylendi. Abraka "Ey Sattama biz de susadık. Sık dişini. Irmak kokusu alıyorum. Sanırım az ileride su bulabileceğiz." Abraka hislerinde yanılmamıştı. Bunca avcılık ve akıllıca şeyler yapma tecrübesi ile gürül gürül akan ırmağa ulaştılar. Abraka "Burada yarına kadar konaklayalım. Buraya bir isim koyalım. Koyalım ki hep hatırlayalım." Herkes su içmekle meşguldü. Abraka'yı dinleyen yoktu. Çok susamışlardı. O yine devam etti. "Ben buraya 'Fırat' ırmağı diyorum. Bu ırmağın karşısına geçtik mi geri dönemeyiz. İçimden öyle geliyor ki bu ırmağı bir daha geçmek insanı lanetler." Dedi. Sonra o da su içenlere katıldı. Avcı kafilenin deriden torbalarında yeterince yiyecek vardı. Yine de avlanacaklardı. Bu onların doğasında vardı. Avladıkları hayvanı sonraya saklayacaklardı. Çünkü onlar avcı ve toplayıcı insanlardı. Kafilenin on beş erkeği de avlanmak için oradan ayrıldı. Kadınları geride bırakmışlardı. Onlar otoritesini kullanmış yiyecek temin etmek için erkekleri öne sürmüşlerdi. Bu zaman zarfında kadınlar da boş durmuyordu. Çalı çırpı toplayıp ateşe hazır hale getiriyorlardı. Avları gelince ateşi yakıp pişireceklerdi. Tecavat av sırasında yerde, topraktan pişmiş gibi duran bir tablet buldu. Tableti elinde evirip çevirdi. Üzerindeki çizgi gibi olan şekillere baktı. İnceledi. Bunlar hiçbir tanrıça şekline benzemiyordu. Tableti babasına verdi. Babası bir müddet onun inceledi. "Galiba buna yazı diyorlar. Babam Meştaka'dan duymuştum. Bu yazılar insanlarla konuşabiliyormuş. Ama yazıların insanlarla nasıl konuştuğunu bilmiyorum. Şu an burası Mezopotamya toprakları. Buranın insanları ile karşılaşmamız an meselesi. Bunu torbana koy sakla. Yazılarla konuşmayı öğrendiğimizde kullanırız." Tecavat tableti torbasına koydu. Sonra ava konsantre oldu. Dikkatle çevresini kontrol ediyor, seslere dikkat kesiliyordu. İki Mezopotamya'lı konuşarak ormanın içinde ilerliyordu. İlerde kadınlardan oluşan bir kalabalık görünce durdular. Bir ağacın ardına geçip kadınları gizlice izlediler. Biri "Bunlar ilkel değil. Bize saldırmazlar. Baksana ellerinde bizim bıçaklardan var. Ama o bıçakları nasıl ele geçirdiler. O bıçaklar Tanrımız Marduk'un bıçaklarından. Dedi. Devam etti. Gel şunların yanına gidelim. Ne olduklarını öğrenelim." İki Mezopotamya'lı gözleri ile kontrol edercesine kadınlara dikkat kesilmişlerdi. Yavaş adımlarla kadınlara yaklaştılar. Kadınlar tuhaf giyimli bu iki yabancıyı görünce hemen bir araya toplanıp ellerinde mızrak, savunmaya geçtiler. Mezopotamya'lı konuşmaya başladı. ""Bizden korkmayın. Benim adım Lugul. Arkadaşım da Tasadum. Biz ikimiz az ilerideki kentte yaşıyoruz. Kentimizin ismi 'Ur' dur. Ur şehridir. Sizin kocalarınız nerede?" Nemengen ne diyeceğini şaşırdı. Bu yabancı insanlar kendilerinden daha medeni görünüyordu. Üstelik konuşmaları hiçbir avcı erkekte görmedikleri kadar kibardı. Üzerine giydikleri deriden olmayan giysiler medeni olduklarının kanıtıydı. Giysi parçaları çok düzgün kesilmiş ve dikilmişti. Nemengen, sözlerinden bir şey anlamadığı bu iki insana "Sizler de kimsiniz. Ne istiyorsunuz bizden?"" dedi. Adı Lugul olan kişi arkadaşına "Bunların dilini biliyorum. Bunlar çok eski sami dilini konuşuyor. Dur bir deneyeyim." Dedi. Kadınlarla sami diliyle konuşmaya başladı. "Siz avcı ve toplayıcı mısınız. Tanrılarınızın ismi nedir?" Nemengen şaşırdı. Bunlar kendi dilini konuşmaya başlamıştı. "Bizim Tanrıçamızın ismi Fagım'dır." Dedi. Lugul "Bu tanrıçanın ismini hiç duymadım. Fagım sizin için neyin tanrıçası?" Nemengen "Bizim Fagım'dan başka tanrıçamız yok." Dedi. Lugul "Sizi şehrimize bekleriz hanımlar. Gelirseniz şeref duyarız." Dedi. Arkadaşı ile oradan ayrıldı. Ur şehrine doğru yürüdüler. Akşam olmuştu. Avcılar hala dönmemişti. Kadınlar merak içinde ve tedirgindi. Bu iki yabancıdan sonra kuşkuya düşmeleri onları daha da tedirgin yapıyordu. Yoksa Ur şehrinin insanları kocalarına bir kötülük mü yapmıştı. Kocaları şimdiye kadar niye gelmemişti. Nemengen düşündü taşındı. Nasıl olsa akşam olmuştu. Kendilerini karanlıkta göremezlerdi. Avcı erkeklerini aramak için en iyi zamandı. Cenbali ile iki yabancının gittiği Ur şehrine doğru yürüdüler. On beş avcı erkek şehrin göbeğinde, etrafı çevrilmiş, eli mızraklı, diğer elinde kalkan dedikleri şeylerle askerlerce esir alınmışlardı. Askerlerin gerisinde şehrin diğer insanları halka olmuş onları seyrediyordu. Askerlerin amiri olan biri esirlere durmadan sorular soruyordu. Ama esir avcılardan çıt çıkmıyordu. Bu Abraka'nın taktiğiydi. Böyle susarak anların tepkisini ölçüyor ve onların ne kadar vahşi veya medeni olduklarını öğrenmeye çalışıyordu. Askerler onları mızrakları ile dipçiklemeye başlayınca Abraka konuştu. "Tamam dedi. Biz Tanrıça Fagım'ın halkıyız. Buraya sizin aranızda yaşamaya geldik." Amir "Bunların dilini anlamıyorum. Çabuk bana çevirmen getirin." Diye bağırdı. Kalabalığın içinden iki kişi öne çıktı. "Efendim biz onları tanıyoruz. Ben Lugul. Arkadaşım Tasadum ile onların kadınları ile ormanda karşılaşmıştık." Amir "Demek bunların gerisi de var. Çabuk bana onları bulup getirin." Diye bağırdı. Tasadum önde, eli mızraklı iki asker arkasında ormana doğru yürüdüler. Lugul konuştu. Efendimiz amirimiz. Bunlar Çatalhöyük'ten geliyorlar. Orası İkon yani Konya dedikleri yer. Bunlar hiç ilkel değiller. Üzerlerinde demirden bıçakların olduğunu sanıyorum. Çünkü kadınlarının ellerinde onlardan vardı." Amir "Getirin bakayım şu bucakları." İki asker avcıların deriden giysilerini aradılar. Buldukları bıçakları amirin önüne koydular. Amir "Söyle bakalım bıçakları nasıl ele geçirdiler?" Lugul konuşmaları avcılara çevirdi. Abraka "Biz bıçakları geldiğimiz yerden, toprağın içinden çıkardık Oraya kim koydu bilmiyoruz?" dedi. Lugul çevirdi. Amir "Bunların kararını yarın kralımız verecek. Bunları hemen alın hapse atın." Dedi. Askerler mızrakları ile esirleri köşedeki bir yapının içine götürüp hapsettiler. Kadın avcılarda yakalanıp getirilmişti. Onları da hapsettiler. Avcıların akşamı zorlu geçiyordu. Kadınların elindeki yiyecekler alınmış aç bırakılmışlardı. Avcı erkekler ise henüz dirençliydi. Kendi aralarında konuşuyorlardı Abraka "Bağırıp çağırmalarına bakmayın. Her insanın bir yabancıya tepkisi böyle olur. İnanıyorum ki kentin kralı bizim burada yaşamamıza izin verecek. Baksanıza kent çok zengin. İnsanlar ilkel değil. Bizim gibiler. Yalnız giysileri bizden biraz farklı. Ama bizim gibi barınakları var. Barınakları bizimkilerden büyük hem. Demek bunlar bizden daha akıllı. Ben hiç korkmuyorum. Sizde korkmayın." Diyordu. Dışarıdan şarkı sesleri geliyordu. Abraka hapsedildikleri yerin kapısına yaklaştı. Küçük bir delikten dışarıyı kontrol etti. İnsanlar dans ediyor ve şarkı söylüyordu. Abraka "Tıpkı bizim yaptığımız gibi yapıyorlar. Bizde deniz kenarında babamız Meştaka'ın barınağını bulunca böyle yapmıştık. Diye söylendi. Demek bizi yakaladıkları için kutlama yapıyorlar." Eğlenenlerin içinde askerlerin amiri de vardı. Ziyafet veriyorlardı. Ateş yakmışlar kuzu çeviriyorlardı. Amirin işareti ile iki asker çevrilen kuzuyu ateşten alıp esirlerin olduğu yere getirdi. Nöbetçiler kapıyı açtı. İki asker kızarmış kuzu ile içeri girdi. "Alın dedi biri. Amirimiz sizi sevdi. Aç kalmanıza gönlü razı gelmedi." Sonra kızarmış kzuyu bırakıp oradan çıktılar. Abraka "Ben size demedim mi. Bu insanlar bizi sevdi. Aman hareketlerinize dikkat edin. Eğer yanlış bir şey yaparsak bu insanlar bizi şehirden kovarlar." Dedi. Sonra Karnı aç avcılar kuzuya üşüştü. Gecenin şenliği bir türlü bitmek bilmiyordu. Abraka "Kadınlar ne alemde?" diye düşünüp duruyordu. Çevirmelerin konuşmalarından kadınlarında hapsedildiklerini öğrenmişti. "Ormanda yaşamaktansa dört duvar arasında yaşamak iyidir." Diye düşündü. Sabaha az kalmıştı. Ama dışarıdaki eğlence hala sürüyordu. Eskisi gibi gürültü yoktu. Sadece biri şarkı söyleyip duruyordu. Abraka "Bu eğlence bizim şerefimize olan bir şey değil. Galiba bunlar bir günü kutluyorlar." Diye içinden geçirdi. "Evet dedi. Şimdi hatırladım. Babam Meştaka bahar yaklaşırken Mezopotamya'lıların bir bayramı kutladıklarını söylemişti. Babam buna "Nevruz Bayramı" olduğunu söylemişti." Sonunda dışarıdaki eğlencenin ne olduğunu çözebilmişti. Yere yattı. Kıvrıldı. "Artık rahat rahat uyuyabilirim." Diye söylendi. Gözlerini kapattı. Hemen uyumadı. Ur şehrinin kralını düşünmeye başladı. Acaba kral nasıl biriydi. Kendileri gibi akıllı mıydı. Akıllıca şeyler yapar mıydı. Ama en önemlisi Artık Tanrıça Fagım'dan uzaklaşmaları gerektiğini biliyordu. Çünkü kendilerini sorguya çeken amir öyle söylemişti. "Tanrılarımız size de yeter. Artık Fagım'ı unutun." Demişti. Onların tanrısı Marduk'tu. Abraka "Marduk Marduk." Diyerek uyudu. Tuna M. Yaşar
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Tuna M. Yaşar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |