Dünyaya geldiğinden, dünyada bulunduğundan, dünyadan gideceğinden hoşnut olan bir kimse görmedim. -Namık Kemal |
|
||||||||||
|
Şimdi de sizlere Haber Merkezimizin hazırladığı ana haber bültenini sunuyoruz… Ermenistan 6 gün arayla yine Azerbaycan’ın Gence kentine balistik füzeyle saldırarak katliam yaptı. Sivilleri uykuda yakalayan hain saldırıda 3’ü çocuk, 13 kişi can verdi. Enkaz başında yakınlarından haber bekleyenler, “Bu masum insanların günahı ne” diye feryat etti. Suriye’de hükümet güçlerinin kuşatması altındaki Madaya’da yüzlerce çocuk ve yetişkinin açlıktan ölmeye çok yaklaştığını bildiriliyor. Onlarca kişinin şimdiden yaşamını yitirdiği, çocukların açlıktan çökmüş yüzleri kuşatma altındaki kentteki korkunç durumu ortaya koyuyor. Ve şimdi de günün diğer siyasî gelişmelerini almak üzere Ankara’daki muhabirimiz “Cevat Kelleye” bağlanıyoruz. … … Ve şimdi bir reklam arası verip tekrar haberlere dönelim. Sakın bizden ayrılmayın!” “… şimdi de, Ve şimdi de…” seyrettiğimiz haber bültenlerinde o an seyrettiğiniz şeylerden sonra seyredeceğiniz şeyle veya daha sonra seyredileceklerle arasında en ufak bir bağının olmadığını göstermek için kullanılan tuhaf bir sözcük… Bu söz, medya tarafından şekillendirilen kocamış dünyamızın hiçbir düzeni ve anlamı olmadığını ve ciddiye alınmaması gerektiğini kabullenmenin bir ifadesi bence. Haber spikerlerinin, haber aralarında sıkça tekrarladığı “Ve şimdi de, şimdi de…” sözleriyle, bir önceki konuya -isterse bir katliam veya deprem olsun- yeterince uzun zaman ayırdığınızı, daha fazla o konuya kafa takmamanızı, dikkatinizi artık haberlerin veya reklamın başka bir parçasına yöneltmeniz gerektiğini anlatmaya (empoze etmeye) çalışıyor… Tüm dünya medyasındaki gibi ülkemizde de genel olarak hemen her yarım saatte bir, muhtevası, münasebeti ve duygu dokusuyla bir önceki veya bir sonraki programdan ayrılan farklı bir programın yayınlanması tam bir Yahudi medya taktiğidir! İzleyicilerin bir programdan diğerine geçerken aynı düşünceleri veya duyguları muhafaza etmelerine rastlarsanız kurban kesip şükür edebilirsiniz… Kuşkusuz televizyondaki “Gündem, günün haberleri”‘nde “… Şimdi de, Ve şimdi de” şeklindeki konuşma tarzının en pervasız ve en sıkıcı biçimiyle kullanıldığını hemen fark ederiz. Zira günümüz televizyonlarında bize gösterilen yalnızca parça parça haberler değil, aynı zamanda bağlantısız, neticesiz, değer yüklü olmayan ve dolayısıyla ciddî bir öz de taşımayan, sırf reyting uğruna aktarılan haberlerdir. Televizyonları için haber programı hazırlayanlara baktığımızda program içeriğinde ya eğlence ya hummalı tartışma ya da bildiğiniz kavga, restleşmeler görmeniz -televizyoncular istemiyoruz- istedikleri bir gelişmedir. Bunun zemini için önce programa müzikal bir tema seçilir. Bütün haber programları da bu yüzden müzikle başlar, müzik eşliğinde ara verilir ve yine müzikle biter… Müziğin haberle ne ilgisi var? Ya da ne için haber programına müzik konur? Haber programına müzik konulmasının sebebi, bir tiyatro oyununa ve sinema filmine müzik konmasıyla aynı değil midir? Eğlenceye, tartışmaya ya da kavgaya uygun bir ruh hali oluşturulmaya çalışılıyorlar. Eğer müzik olmasaydı -flaş bir haberle kesilen herhangi bir televizyon programında olduğu gibi- seyirciler hakikaten dehşet verici, belki hayatlarının bile değişmesine sebep olabilecek önemli bir haber seyredebilirlerdi değil mi? Ama programın çerçevesi müzikle çizildiği için, seyirci de dehşete düşülecek bir şey olmadığını, aslında aktarılan haberlerin gerçeklikle ilgisinin bir oyundaki sahnelerden farksız olduğunu düşünerek gönlü rahat rahat bir şekilde kaldığı yerden hayatına devam ediyor… Bir haberdeki ciddilik duygusunu; akisleri ve tesiri bir dakikadan daha az bir zamanda tükenen bir hâdiseyle iletmek sizce mümkün mü? Aslında, televizyon haberlerinde herhangi bir haberde, herhangi bir sonucun bulunması türünden bir şey önerme niyeti taşınmadığı da çok açık değil mi ben mi kafayı yiyorum… Fotoğraflı haberlerde de sözcüklerin kısa süreli iç gözlemleri gölgede bırakmasında herhangi bir zahmet çekilmez. Örneğin polis karakoluna götürülen cinayet zanlısı, kazıklanmış tüketicinin kızgın suratı, mecliste ceylan derisi koltuklarda kıç büyütmekten öte gitmeyen ama ne hikmetse yorgunlukta uyuya kalmış milletvekili veya bakan fotosu, maddi hasarlı kazada hurdaya dönmüş otomobil… ilaahir… Bunlar seyircinin istemese de konu haber olunca seyretmekten kendini alamadığı etkileyici, eğlendirici, zihni bulandırıcı haberlerdir ki hiç bir haber bülteni bu içeriklerden vazgeçemiyor! Her ne kadar televizyoncular kendilerini savunmak için; “Bu, bizim aracımızın vazgeçilmez özelliği; akla hitap etmek bizim işimiz değil, bu işi yapmak üzere başka programlarımız var” deseler de, bu noktada işin çok önemli bir başka yönü daha ortaya çıkıyor! Günümüzde “bir kesim” medya, televizyonun cazibesi karşısında kendi yayın tarzlarına olan güvenlerini de bu sebeple artık yitirmiş durumdalar… insanımız da bu süreç içinde maalesef ne idüğü belirsiz çakma muhabirlerden, sosyal medya kerestelerinden, kuş beyinli tiplerden; hem haber, hem de öğüt alır oldular. Yazılı basında da durum televizyondan farksız. Vallahi bakın televizyonda ne kadar bunlar varsa onlarda , kendi çizgisine yakışır yenilikler düşüneceğine gidip bu programları taklit ediyorlar…. Peki ne olacak? Sanıyorum evet devam edecek! Çünkü herhangi bir yaptırım yok! Yalan haber yapanın kulağının çekilmediği, sapla samanı karıştırıp aptallığı önceltenlere başta devlet daha sonra bu halk tepki vermezse; bilgi zenginleri ile bilgi fukaraları arasındaki mevcut uçurum gittikçe derinleşip, zavallı halk özellikle aptal Y kuşağı çelişkinin çarmıhında gerilecek ve bir yandan bilgi fukaralığının olumsuzluklarını bütün hayatında hissedecek, bir yandan da zihnini, elektronik medyanın şırıngaladığı pislikle günümüz dünyasının, problemleri üzerinde durup düşünecek vakti olmayacak… İnsanımızın duygu ve düşüncelerini köreltip doğru bilgiyi yakalamasına imkân bırakmayan televizyonculuk, sosyal medya haberciliği, öz habercilik anlayışının yerle bir olmasına, hatta siyaseti bile etkilemesine hep birlikte şahit oluyoruz. Bugün televizyon ve sosyal medya karşısında siyaset de kendini budama mecburiyetinde hissediyor. Ülkenin esas problemleri televizyon diline tercüme edilip saniyelere sığdırılmaya zorlandığından, ayrıntılı gerekçeler ortaya konarak sürdürebilecek önemli siyasî tartışmalar televizyon ortamında kendilerine yer bulamıyor. Derken siyaset, ideolojik zenginliğini bir kenara bırakıp, az zamanda çok duygu hedefine yönelip, rol yaparak şova ağırlık vermeye başlıyor. Ve zavallı kitleler de hiçbir zaman gerçeğin ne olduğunu bilemiyor… Haberlerle reklamların bu şekilde yan yana konmasının, düşünce yapımıza yaptığı zarar, özellikle dünyaya ve hadiselere nasıl tepki göstereceklerinin ipuçlarını çoğunlukla televizyondan alan genç seyirciler açısından daha da büyüktür. Gençler, televizyon haberlerini seyrederken, zulüm ve ölüm haberlerinin büyük ölçüde abartma olduğunu ve ne olursa olsun ciddiye alınmasına veya sağduyulu bir tepkiyle karşılanmasına gerek olmadığını varsayan bir düşüncenin tesirine giriyor. Böylece, dinamizmini yitirmiş, tepkisiz, gününü gün etmeye çalışan pasif bir toplum oluşmasına zemin hazırlanıyor… Bugün varılan nokta; televizyonun, esasen dezenformasyon denebilecek bir enformasyon türü meydana getirerek “bilgilenme”nin anlamında değişiklik yaptığıdır. Dezenformasyon, yanlış enformasyon demek değil, yanıltıcı (yersiz, ilgisiz, parçalı veya sathî) enformasyon, yani insanda bir şey hakkında bilgi sahibi olma illüzyonu meydana getirme, daha açıkçası insanı bilgilenmekten uzaklaştıran enformasyon demektir. Bunu söylerken televizyon haberleri, seyredenleri yaşadıkları dünyayla alâkalı tutarlı bir anlayış sahibi olmalarını engellemeyi hedefliyor demek istemiyorum, fakat haberler eğlence biçiminde paketlendiği zaman, bu netice kaçınılmaz oluyor. Ve bizim gerçek enformasyondan mahrum kalmamızdan çok daha ciddi bir durum da, iyi bilgileri yansıtan verileri artık ayırt edememeye başlıyoruz. Cehalet daima düzeltilebilir bir durumdur elbette ancak cehaleti bilgi olarak kabul ettiğimiz zaman ne yapabiliriz ki? Bugüne kadar öğrendiğimiz bütün bilgiler, bizi, kapıları üstümüze kapanmış bir hapishaneyi tanımaya ve ona karşı direnmeye göre şekillendirdi. Millet olarak, büyük haksızlıklar ve zulümler karşısında silaha sarılırız. Peki ya duyabileceğimiz hiçbir çığlık yoksa? Eğlenceye karşı kim silaha sarılır ki? Ciddi konuşmalar, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa kime, ne zaman ve hangi ses tonuyla şikayette bulunabiliriz? Şimdi de haberin ayrı bir tarafına geçelim: Haberdeki tek bir mesaj insanda belki derin bir iz bırakmayabilir; ama günümüz insanı, televizyon ekranına gününün önemli bir bölümünü (4-7 saat) hasrettiğinden dolâyı zihinlerin ve vicdanların biçimlenişi bu süreklilik içinde gerçekleştiriyor. Yani televizyon, gerçeğin idrak edilmesine ilişkin belli bakış tarzlarını, durmaksızın yeniden üreten bir makine olup çıkıyor… Hakikat bu kalıptan geçerek bize ulaştığında bu bizim gerçeğimiz oluyor… Bütün kitle iletişim araçları gibi televizyonun da her gün sadık kaldığı günlük bir formu, bir program akışı var. Bu program çok ender durumlarda değişikliğe uğrar. Diğer zamanlarda, hava ve yol durumunu öğreneceğimiz yayının saati, çocuklarımızı eğiten yayının saati, spor sonuçlarının verildiği yayının saati vs. hemen hemen hiç değişmez. Televizyon seyircisi, her gün gazetede veya diğer kaynaklarda ilgilendiği yayının saatini bulmak için ciddi çaba sarfetmek zorunda kalmasın diye bu sistem uygulanır. Aynı sistem haber programlarının iç sıralanmasında da mevcut: Daha düğmeye basmadan biliriz ki, önce devlet büyüklerinin en büyüğü bir konuda bir şey söyleyecek; onu biraz daha az büyükleri seyredecek; sonra muhalefet sözcüleri konuşacak; ardından dünya büyükleri uluslararası mes’eleler üzerinde konuşacak; onların ardından da bir taşra kentinden küçük bir haber olacak; sonra kısa bir dünya turuna çıkılıp ya bir tren kazası haberi, ya da bir sel felâketi haberi alınacak. Derken, spor haberleri, hava durumu ve reklamlar… Ve böylece, yüzlerce gün aynı kalıp içinde devam edip gidecek… Muhteva, elbette küçük farklılıklar taşıyacak. Fakat biz, her televizyonu açışımızda değişen ile değil, değişmeyen bir dünya ile karşı karşıya geleceğimizi bileceğiz ve bu şuuraltımıza işlenmiş olacak. Böylece, bir yandan zihinlerimiz rahatlayacak; bir yandan da biraz kıpırdanma, hareket etme, tepki gösterme niyetimiz varsa, o da törpülenmiş olacak. Sanıldığı gibi, yeni oluşanı seyretmek için değil, hep aynı kalanı görüp sakinleşmek için televizyon ekranını açıyoruz. Zihinlerimize ve vicdanlarımıza bu temel “gerçek” her gün yeniden zerkediliyor ve televizyon bize durmadan “Bu dünya böyle gelmiş böyle gider” düşüncesini fısıldıyor. Ve biz, duyguları dumura uğratılmış yığınlar olarak açlıktan avurtları çökmüş bebelerin ağlayışlarını, çok çeşnili sofralarımızın başında seyredebilir hâle geliyoruz. Gerçeklerin karartılması Bir aile düşünün. Evin erkeği akşam işinden evine döner ve o sırada televizyon açık değilse açılır ve bir dizi film ekrandadır. Her akşam ailenin karşısına çıkan bu dizi aylardır devam etmekte olduğundan artık aile fertleri dizi kahramanlarıyla neredeyse akraba olmuşlar, onlarla özdeşleşmişlerdir. Sevinçleri ve hüzünleriyle o hayali kişilikler insanımızın günlük hayatının parçası olmuşlardır artık. “Gerçeğin Karartılması”nda ki tehlike de şudur: Ekranımızda bir savaş filmi yayınlanıyor. Birtakım askerî araçlar, askerî elbiseli kişiler ve bir savaş sahnesi… Az sonra film biter ve siz başka şeylerle uğraşırken haberler başlar. Dünyanın bir köşesinde meydana gelen bir çatışmaya ait haberler sunulur. Biraz önce hayalî filmde gördüklerimizin neredeyse aynısıdır. Bu tür bir sunuş tarzının doğuracağı sonuç, “gerçeğin karartılması başka birşey değildir. Asıl korkunç olan ise. Algılayışımızın karartılmasını seyreden adımdır: Duygularımızın, deyim yerindeyse yalama olması. Yani gerçek ölüm, katliam ve savaşların artık insanımızı ürpertmemesi şaşılacak şey değil midir? Evet, insan zekasının, bilgiyi yaygınlaştırmak, halkı aydınlatmak üzere keşfettiği medya, bugün tam karşı bir oluşuma: insan aklını ve duygularını körleştirmeye hizmet edebileceğini göstermeye çalışıyor herkese. Kitle iletişim araçları, özellikle televizyon, hergün önümüze yığılan irili ufaklı yüzlerce, binlerce haber ve yorumu, başkalarının elinde yoğurulup rafine edilmiş vaziyette bize sunuyor. Bizi binlerce kilometre ötedeki yüzlerini bile görmediğimiz, kendileriyle hiçbir değeri paylaşmadığımız insanlarla tanıştıran televizyonlar acaba bizi yakınlarımıza, bilhassa kendimize yabancılaştırmıyor mu sizce de!? Haberin kendisi, sunuş şekli vs. ile hergün önümüze dağlar gibi yığılan bu enformasyonu, önce soğukkanlılıkla gözden geçirmek ve bütün bunların, yaşadığımız hayatın hangi gerçek noktasına karşılık geldiğini sormak aklı başında her insanın vazifesi olmalı. Bu soruyu kendimize sorduğumuzda bize ilk bakışta çok önemli gibi görülen (veya gösterilen) pek çok haberin, yorumun ve bilginin, aslında yaşadığımız hayatla hiçbir ilgisi olmadığını ve ebedî saadeti kazanma noktasında da bize bir fayda sağlamadığını, bunlara ilgisiz kalmanın ise asla kayıp sayılamayacağını, hattâ zihin sağlığımız açısından daha faydalı olduğunu görebiliriz. Hangi bilgi ve hâdisenin haber değeri taşıdığını ve bunun nasıl bir sistematikle medyada gösterilmesi gerektiğini ise başka bir yazı konusu yapmayı düşündüğümüzü ifade etmekle birlikte, eşref-i mahlukat olan insanı yaratılış gayesine uygun olarak madde ve manâsıyla ele alan düşünce kurmaylarının oluşturduğu ferasetli kadroların bu işi ele alması gerekir diye düşünüyorum. Hele hele, insanlığın ahir zamanda her şeyi ile ilme yöneleceği, hüküm ve kuvvetin bilginin eline geçeceği ve bu bilginin geniş kitlelere kabul ettirilmesinde “beyan”ın çok önemli bir yere sahip olacağı gerçeği ortada iken bu teknolojik kuvvete sahip olup onun sistematiğini oturtmak inançlı beyin mimarlarına düşmelidir diye düşünüyorum ki o beyinler de beynini kaybetmedilerse tabii.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |