|
• İzEdebiyat > Öykü > Deneysel |
21
|
|
|
|
Senin ki bilmem kimdedir aslolan anlamı değil Ardına bakma göremezsin Seni yaşamak istiyorum uyan dedi kalk ve git.. |
|
22
|
|
|
|
Ben yola çıkmadan önce tam yirmi üç gün aralıksız yağmur yağmıştı. Saçaklardan akan suların şıpırtısı ve bacanın etrafındaki tenekede oynaşan damlaların tınlayan sesi artık sussun istiyordum. Neredeyse aklımı kaçıracaktım. Oysa ben yağmuru ölesiye seven, damlalar toprakla buluştuğunda bağlasalar evde duramayacak biriydim. |
|
23
|
|
|
|
- Sen bana âşıktın dimi lisedeyken, dedi.
- Bilmem, çok zaman geçti, hatırlamıyorum.
- Bana mektup yazmıştın, İstanbul’a…
- Yazmış mıyım? Niye yapmışım ki öyle bir şey?
- Âşıktın işte o yüzden.
- Çocuktum ben o zamanlar. Aştan ne anlarım?
- Bu işlerin yaşı başı mı olur? Evet, sana âşık olmuştum demen seni küçültür mü?
|
|
24
|
|
|
|
Son numara kızım henüz 6 yaşında, bana öykünerek “şair olacağım” demiş.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum; Feyza’nın şair olduğunu ispatlayarak yazdığı şiiri gösterdiler bana…
Şiir; “Vay sözüm vay!” mısrası ile başlıyordu… |
|
25
|
|
|
|
-Aklından geçen ne? Telefon alınca ne olacak?
-O zaman yengeye ulaşabiliriz.
-Yenge deme lan kadına. Bir kere olsun yüzümü görmüşlüğü bile yoktur.
-Telefon alıyon dimi.
-Bakarız, şimdi sırası değil.
-Niye paran mı yok.
|
|
26
|
|
|
|
Annem “Senin baban var ama nerde, bilmiyorum “ dedikten sonra bana duvarlar boyunca uzanan kitaplığını göstererek “Ama bak bir sürü kitabın var” demişti. |
|
27
|
|
|
|
suskun bir kışa gebeydi sevgili günlerim! |
|
28
|
|
|
|
Yeni bir öykü ha... Uzun zamandan sonra... Eh... Yazmaya başlayayim bakalım...
İşte bu kadar.
|
|
29
|
|
|
|
Günlerce o hırsla çalıştı.Topuklu ayakkabılı, kırmızı etekli, zengin kızı Mualla onu fark edene kadar. Bu fakir kız bu güzellikle kendini heba etmişti. “Sen de benim bindiğim arabaya biner misin?” diye sordu bir gün. Sevinçten göz yaşlarını zor zaptetmişti Ayşe. “Evet hanımcığım” demişti. “Peki biz grup yapıyoruz, gayet zevkli oluyor, aramıza da girer misin?” diye tekrar sormuştu. |
|
30
|
|
|
|
Birinci keman, ikinci keman, viyola ve çellolar, flütler, obua, klavzen... Hepsi hazır. Şef bagetiyle nota sehpasına çift tıkladı. Son bir iki öksürük. Sessizlik...Şşşşşt. |
|
31
|
|
|
|
DALDIR KAŞIĞI YAHNİYE, SORMA ETİNİ BAHRİ’YE -1
Gazetelerde hileli gıdalar ve insan sağlığına zararlı katkı maddeleri ile ilgili haber okumadığımız gün yoktur. Yapan da biz, satanda, tüketende… Yazılanlara bakılırsa aldığımız et ürünlerinde et dışında her şey varmış. Üzerinde dana eti yazılan sucuk ve salam ve sosis gibi ürünlerde sakatat, domuz, at, eşek eti kullanılıyormuş. Sakatat ve yağlar bir tarafa dünyada birçok ülkede at ve domuz eti tüketiliyor. Sağlık ve hijyen kurallarına uygun kesilip hazırlandığı zaman kimse bu hayvanların etini yediği için hastalıktan kırılmıyor. Biz inançlarımız gereği bu hayvanların etini yemeyi bırakın, yenilebileceği düşüncesine bile tiksinerek bakıyoruz. Keşke yediklerimizin içinde sadece at, eşek ve domuz eti olsa. Sağlıklı olsa, temiz olsa ve bilmeden dana eti niyetine tüketsek. Dünden razı olacağız…
Yıllarca yurt dışında yaşamış bir ağabeyimiz var. Sohbeti tatlı, keçisakallı, macera dolu birikimli biri işte... Bu tiplerden mutlaka siz çevrenizde de bir iki tanıdığınız vardır. Mutlaka sürekli briç oynadıkları bir ekipleri vardır. Hepsi zamanın mektepli, diplomalı, yabancı dil bilen okumuş çocukları. Olgun abimizin briç yanında avcılık merakı da var. Neyse en iyisi olan biteni onun kendi ağzından anlatayım.
Geçen sene Aralık ayında bir hafta sonu Çakıroğlu’na bıldırcına gittim. Bıldırcını bırak çulluk bile rast gelmedi. Av hevesi sadece köpeğin işine yaradı. Hayvan açık havada kıra, bayıra vurdu kendini. Keyiften geberecek. Hayvancağız aniden önümden yüz, yüz elli metre ilerde zınk diye durdu. Sarkık kulaklarını olabildiğince havaya dikti. Defneliğin kıyısına koşup havlayama başladı. Ne olup bittiğini ben de anlamadım. Hayvan defneliğe doğru koşup havlayarak saldırıyor, inleyerek geri kaçıyordu. Yaklaşınca bir de baktım sık defne kümesinin içinde bir domuz var. Beni görünce domuz çalıların arasından çıkıp bayırdan yukarı doğru koşmaya başladı. Arka arkaya nişan alıp iki tane çaktım. Burnu üstü yere çakılıp yuvarlanmaya başladım.
Önce niye vurdum ki bu hayvanı diye düşündüm. Tarlada ekinimiz yok, mısırımız yok. Şimdi Almanya’da olsam veya İsveç’te bu domuz dünyanın parası eder. Hem organik, hem yabani… Oysa şimdi ben burada bırakıp gideceğim leşi günlerce etrafı kokutacak. Domuzun orasına, burasına bakıp incelerken aklıma şeytanca bir fikir geldi. Yurt dışındayken arkadaşlar kuzu eti diye bana defalarca domuz yedirip sonra da alay etmişlerdi. Üstelik yağlı kısımları atılırsa etinin tadı kuzu etine de benziyordu. Bıçağımı çıkarıp hayvanın ön ve arka bacaklarını kestim. Köydeki eve gittim. Kestiğim bacakların derilerini yüzdüm. Etlerini kemiklerden ayırdım. Yağlı kısımlarını kesip attım. Bir tencereye doldurup soğanlı, patatesli, havuçlu güzel bir yahni kaynattım. Hem de az buz değil. Kocaman bir tencere… Yeme de yanında yat.
Ardından Sinop’a bir telefon patlattım. “Uşaklar koşun gelin. Köyde ziyafet var. Sadece ekmek alın. Başka bir şey lazım değil. Yok, içeriz, uçarız diyorsanız sizin bileceğiniz iş. Mutfağımızın geçici bir ekonomik arızadan dolayı içki servisini bir süreliğine durdurmuştur,” dedim. Bir saate kalmadan çıkıp geldiler. Hem nevaleyi de oldukça çeşitlisinden düzmüşler.
Icığını cıcığını sormasalar ben de yalan söylemek zorunda kalmayacaktım. Ekmek buldun mu yanaş, dayak gördün mü sıvış. Oğlan için adağım vardı. Okulu bitirsin bir koç keseceğim demiştim. Daha önümüzde üniversite var ama adak adaktır. Kesmek lazım. İşte o koçu bu tün kestirdim. Birazını fakir fukaraya dağıttım. Geri kalanı da size ayırdım. Bir ikisi gak guk etti ama sesini kestim. Neymiş efendim ben dindar değilmişim. Adak adamak kim ben kimmişim?
Oturduk sofraya hep beraber giriştik yahniye. Kaşıkların biri batıp, öteki çıkıyor. Bir tabak, iki tabak derken tencerenin dibi göründü. Bir de işin uzmanları var. Bu koç daha bir yaşına yeni girmiş. Yem ile değil kırda, bayırda kekik ile beslenmiş. Eti misler gibi kokuyormuş. Sanki illa ukalalık etmeliyiz. Her şeyden anlamalıyız. Yahni kaşıklandı, şaraplar, biralar, rakılar hafif hafif bünyede yol bulmaya başladı. Sofra toplandı, tatlı bir sohbet başladı. Zaten keyfimiz de yerinde. “Arkadaşlar, dedim. “Üzgünüm, yediğinizi ne kuzu ne de koçtu. Çakıroğlu’nda öğleye yakın bir domuz vurdum. Ziyan olmasına gönlüm elvermedi. Getirip eve pişirdim. Sonra da sizi çağırdım.”
- Yalan valla yalan, bizimle kafa buluyor.
- Doğrudur oğlum, ben anlamıştım zaten.
- Şaka dimi be Olgun abi. Hadi şaka de…
- Yalan söylüyor. Bir bakışta ne eti olduğunu şıp diye anlarım.
- Yapar ulan bu gâvur, valla yapar…
- Ne olursa olsun. Et güzeldi. Ellerine sağlık. Ben takmam aga,
- Domuz olsa ne yazar. Önemli olan niyet... Biz onu koç diye yedik.
“Şaka şaka…” dedim. Hepsinin rengi geldi. Ama öte yandan içlerine de kurt düştü bir kere.
Artık fayda çıkmaz. Kurcalayıp dururlar. Adım gibi biliyorum. Birisi atladı hemen;
- Bunun kemikleri nerde?
- Köpeklere verdim, nerede olacak köpeklerin karnında.
- Derisi nerde?
- Koçu kesen köylüye verdim. Derisini, ciğerlerini, kalbini ve böbreklerini o aldı.
- Yalan dimi, ne olursun doğruyu söyle. Yediğimiz domuzun etiydi dimi?
Bursa Nisan 2011
Seyfullah
|
|
32
|
|
|
|
Bedeni kendine yabancılaşmaya başlamıştı,bir müşterisiyle sokakta karşılaşmıs beraber yürümeye başlamışlardı,tuhaf bir şekilde evi bulamıyorlardı.sürekli dönüp aynı sokağa geliyorlardı.
|
|
33
|
|
|
|
Bedeni kendine yabancılaşmaya başlamıştı,bir müşterisiyle sokakta karşılaşmıs beraber yürümeye başlamışlardı,tuhaf bir şekilde evi bulamıyorlardı.sürekli dönüp aynı sokağa geliyorlardı.
|
|
34
|
|
|
|
Karanlığı emiyor masum bir tutku.eski aşklar dansediyor kadehin içinde. |
|
35
|
|
|
|
Ya da “acımadı kine, hiç acımadı, duymadım bile,”derlerdi. Baharla birlikte dersleri kıranların dışında haftada birkaç kez eğitim şefinin odasına çağırılanlar vardı. Bunlar resmen o odaya ve dayağa aboneydi. Ya zamanında kalkmazlar, ya yataklarını toplamazlar ya da etütlere geç kalırlardı. Bizim sınıfta da bu ekipten bir iki kişi vardı. Eğitim şefi bunları cezalandırmaktan bıkıp usandı, |
|
36
|
|
37
|
|
|
|
Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş ama çokmuş demek yokmuş. Münasebetsizin biri her şeye burnunu sokmuş, onun yüzünden her iş kokmuş, düzen bozulmuş. Büyüğünden küçüğüne herkes yokluk çekip sıkıntı yaşamış. Sonunda her şey düzelmiş de işler |
|
38
|
|
|
|
Hece öykü dergisi, 81. Sayı |
|
39
|
|
|
|
Arda kendisini iyi tanıması yanında çevresini iyi tahlil edebilen ve gözlemlerini aktarabilen biri olarak en faydalı olabileceği bir iş olarak Belgeselciliği seçmişti. Hiç umulmadık yerlerde beklenmedik fikirlerle, beklenmedik insanlarla karşılaşmak onu şaşırtmıyordu. Farklı bakış açılarına saygı göstermesi yanında bu farklılıkların birer zenginlik olduğunu düşünüyordu. Hayat düz değildi, dağlar ve ovalar gibi inişli ve çıkışlı idi. Yaptığı işlerde abartısız ve gerçekçi olması yanında detaycı ve ince fikirli idi. |
|
40
|
|
|
|
Bu yazı sürekli vakit geçirdiğiniz en yakın dostunuz ve sizin aranızda. Başka kimseye yer yok bu yazıda. Sadece siz ve can yoldaşınız. Okursanız anlayacaksınız insanın yalnızlığını ve biricik dostunuzu tanımanın önemini. Ne demişler:" Bu dünyaya yalnız geldik, yalnız gideceğiz.". |
|
|
|