Bir sanatçı başarısız olamaz; sanatçı olabilmek bir başarıdır. -Charles Horton Cooley |
|
||||||||||
|
Sinir sistemim tahrip oldu. İskeletim artık beni taşıyamıyor. Karım benden kaçtı. Yetmezmiş gibi üstelik bir de kırk yıl hizmet ettiğim devletim beni terk etti. Emekli edip toplum denilen o çöplüğe fırlatıp attı beni. Adeta kullanılmış bir eşya gibi. Eski bir apartmanın bodrum katında tek odalı bir evin içindeyim, ortalık pislikten geçilmiyor. Koku dayanılmaz hale geldi. Odam çöp ev haline dönüşmek üzere. Sayısız boş içki şişeleri, konserve kutuları, poşetler, ekmek artıkları odamın yarısını kapladı. Belki yakında tavana kadar yükselecek ama buna müsaade etmiyeceğim. Sokakta yakaladığım iki kedi çöplerin arasında tıkınıyor. Aylardan beri belki bu iki kediden bile daha beter halde yaşıyorum. Karyolam, yatağım ahır kokusu yayıyor. Bazı geceler altımı ıslattığım zamanlarda oluyor. Böyle bir yaşama insan ne kadar dayanabilir ki?.. Ayakta zor duruyorum. Vücudumdaki deri sarkmaya başladı. Boynum bir hindi boynu gibi pörsümüşken, kartal burnum nerdeyse ağzıma girmeye çabalıyor. Elim ayağım her tarafım titriyor, yer çekimine artık direnemiyorum. Aylardır yıkanamadığımdan it gibi kokmaya başladım. Bazı haşereler sırtımda, bacak aralarımda dolaşıyor. Bastonum olmadan tuvalete dahi gidemiyorum. Bütün bunlara artık bir son vereceğim. Bu iş bana yakışan bir şekilde olacak. Masamın üzerinde beylik silahımın yanındaki şarap şişesini bitirdikten sonra günlüğüme son şeklini vereceğim. Okusunlar da beni anlasınlar. Gazetelerde baş sayfada görsünler. Çıkacak haberi şimdiden hayal edebiliyorum. "Devlet üstün hizmet madalya sahibi komiser yalnız yaşadığı evde intihar etti.." diye yazacaklar. Böylelikle karımdan ve meslektaşlarımdan intikamım alınmış olacak. Eğer cehennem varsa tabii ki oradaki yerimi de almış olacağım. Bu sonu beklediğim azrail dahi ayarlayamazdı. Bu sonuç daha şimdiden bana öyle bir zevk veriyor ki adeta zevkten çıldıracağım. Duvarda ki fotoğrafım bana bakıyor. Sert, çatık kaşlı, üniformalı resmim belki de geçmişten sesleniyor, sanki benimle konuşmak istiyor. "İhtiyar keçi sen yılların memurusun, sen Komiser odun Mehmetsin sen ne badireler atlattın. Bunu da atlatırsın, biraz sakin ol, öfkene, nefretine hakim ol, bu sefil insanlara hemen teslim olma" diyor ama lakin bu sesler öylesine bir an gelip gidiyor. Resmim belki de doğruları söylüyor fakat hayat maalesef hep tersini söyledi. Meraklandığınızı tahmin ediyorum. "Sen kimsin kardeşim psikopat mısın nesin, yoksa kafayı mı yedin" diye düşünebilirsiniz. Eğer beni tanısaydınız hiçte öyle bir adam olmadığımı hemen anlardınız. Ben hayatımda hiçbir zaman ucuz adam olmadım. Yaklaşık onbeş yıl kadar evvel beni zorla emekli ettiler. Halbuki ben son nefesimi bırakmayacaktım görevimi, üniformamı. Felaket günümü hiç unutmuyorum. Karakoldaki masamın üstünde o yazıyı görünce oturup saatlerce hüngür hüngür ağlamıştım. Arkadaşlar telkin edip moral vermeye çalıştılar, ama buna rağmen günlerce kendime gelememiştim. Üniformasız sokağa çıktığımda sanki anadan üryan dolaşıyormuşum gibi paniğe kapılmıştım. Üniforma aşkı bence aşkların en büyüğü sayılırdı. Üstelik bu toplumda üniforma herşeyin üzerindeydi. Maalesef iş işten geçtikten sonra ancak farkına varabildim. Üniforma gittikten sonra emekli olduğumda gerçekleri öğrenme devrem yeni başlamıştı. Önce selam verenlerin sayısında bir azalma başladı, sonra ki günlerde bu sayı iyice artmıştı. Diğer aylarda ise artık kimse selam vermemeye başladı. Bütün çevrem sanki işbirliği içinde hareket ediyordu. Arada sırada karakola çay içmeye gidiyordum ki birgün çay bile söylemediler. Meslektaşlarım da benden bıkmış olacak ki kapıdaki nöbetçi çömez memur beni içeri sokmadı üstelik beni tanıdığı halde tanımamazlıktan geldi. Cafer komiseri göreceğim dediğimde "Yok burada gece görevi çıkmış" dedi. Hamdi komiseri istiyorum dediğimde "Bir vukuat var oraya gitti karakolda şimdilik mukayitten başka kimse yok" dedi.Namussuzlar, hainler anlamıştım herşeyi beni içeri sokmamak için bu pezevengi tembihlemişlerdi. İşte asıl o zaman perişan olmuştum. Kimse beni istemiyordu. Bundan sonraki emeklilik günlerim sefalet içinde geçerken bir serseri gibi kahvehanelerde sürünmeye başladım. Son yıllarım sefilce tükeniyordu. Benim gibi yaşlanmış işi bitmiş moruklar günlerini sabahtan akşama kadar çay içmekle, tavla oynamakla geçiriyordu. Hiç unutmuyorum bir kahveci sabahleyin hepimize bağırmıştı: "Geberinde kurtulalım sizden be, karılarınız çocuklarınız, damatlarınız sizleri evden kovuyor biz size bakıyoruz. Kaç kere söyledim size yahu balgamlarınızı yere atmayın, öksürerek kahveye verem salıyorsunuz" diyerek öfkeyle masamızın altını süpürmüştü. Biz ihtiyar keçiler ise birbirimize sadece bakmıştık çünkü gidecek hiçbir yerimiz yoktu. Kahvecinin bağırdığı gün bir an elim belime gitmişti silahımın horozunu bile kaldırmıştım, onu neredeyse mermi yağmuruna tutacaktım. Ama söylediği sözlerde gerçek payı vardı ve bu beni durdurdu. Çünkü bu kahveciden başka kimse bize bakmıyordu, hiç kimse...Günler geçtikçe aramızdan ayrılıp öbür dünyaya gidenler oluyordu fakat onun yerine yeni emeklilerde dolduruyordu. Her gün birbirimize bakıyorduk korku ve şüpheyle, yarın sıra kimde acaba diye. Aramızda her türlü meslekten emekli vardı. İtfaiyeci, başçavuş, belediyeci, işçi ne ararsanız vardı hemde sürüsüyle. Suskun bir adam olmuştum, bastonuma elimi dayayıp düşünüyordum. Birçoğumuzun ayrı meslekten emekli olmasına rağmen hepimiz aynı havuzun balığı sayılırdık. Bu balıklarla adeta yoldaş olmuştuk. Zaman geçtikçe nefret vücudumun her zerresini dolduruyordu. Devlete kızıyordum, karıma kızıyordum, insanlardan, önümden geçen bir kediden, havada uçan kuştan, ağlayan bir çocuktan nefret ediyordum. Yıllarca komünistlerle mücadele etmiş bir adam olduğum halde neredeyse aklımı kaçırıp komünist olup eylem yapmayı bile düşünmüştüm. Ben bunları hak edecek kadar ne yapmıştım. Böyle mi olacaktı devletine, milletine hizmet etmenin bedeli. Bu muydu insanlık, bu muydu adalet. Geçmişim peşimi bırakmıyor. Son günlerde rüyalarıma giren üç kişi gecemi adeta kabusa çeviriyor. Rahmetli amirim Kemikkıran Mustafa, sadık adamım Bekçi Haydar ve birçok gece zorla rüyamın içine girip beynimi gasp eden Tuğla Osman. Aylardır bu üçü beni yalnız bırakmıyor. Hadi iki meslektaşım neyse de, bu Tuğla Osman denen eski sokak kabadayısı serseri adam kaç yıl aradan sonra nereden çıkıp geliyor anlamıyorum. Geldiklerinde eski günlere taşıyıp beynime yüklüyorlar. Bekçi Haydar "Gomserim gomserim verin şu mübarek elinizi öpeyim" diyerek bana sarılıyor. Dile kolay koca yirmi sene beraberdik. Karım dahi yirmi sene bana tahammül edemedi. Benim tam adamımdı Haydar. Her zaman falakanın sağ ucunu tutardı. Gözlerime bakıp ne yapacağımı hemen anlardı.Onu çok seviyordum.. Nelerini konuşturduk, bülbül gibi saksağan gibi öttürdük. Bazılarını hele mandalar gibi, buzağılar gibi böğürttük. Belki bazı meslektaşlarım bozulacak belki de bana çok kızacaklardır, niye yapıyorsun meslek sırrımızı neden ifşa ediyorsun diye sitem edeceklerdir ama artık bunaldım. Niçin neden yazmayayım, ölmüş eşek kurttan korkar mı hiç. Kimi gün falanca emekli büyükelçi, filanca emekli bakan yahut artist anılarını yazıyor hatta ve hatta emekli dolandırıcı emekli pezevenkler anılarını yazarken ben, üstelik ben devletine, milletine, vatanına yıllarca şerefi ile hizmet etmiş emekli komiser Odun Mehmet yazmayacak he,artık bunu kaldıramam. Beni tanısaydınız demiştim ama bu halimle değil bundan tam kırk yıl evvelki halimle. Mesleğime yeni başladığımda pırıl pırıl gri üniformam ile uzun boylu yakışıklı aslan gibi genç polis memuru Mehmet’i bir görseydiniz eğer, işte o zaman şok geçirirdiniz. Tanrının beni özel yarattığına inanıyordum. Kanun kaçaklarıyla vatan hainleriyle yıllarca mücaadele ettim. Üstelik canımı ortaya koyup dişlerimle, yumruğumla bu mücadeleyi sürdürdüm. Tabir-i caizse kelle koltukta devletim için savaştım. Hey gidi günler hey. Rahmetli amirim Kemikkıran Mustafa benim her şeyimdi. İlk günü hiç unutmuyorum, benim doğum günüm gibiydi. Onu tanıdığım ilk gündü. Menderes’in başbakanlık koltuğundaki son yıllarıydı.İlk görev yerim dönemin İstanbul Emniyet Müdürlüğü binası olan Sansaryan Han’a yani İkinci şubeye tayin olduğumda rahmetli amirim Kemikkıran Mustafa’yı tanıdım. Cinayet, gasp masasında görevlendirilmiştim. Şubenin merdivenlerinden çıkarken ayaklarım zangır zangır titriyordu. Kapıyı çalıp içeriye girdiğimde onu masasında görmüştüm. Ne heybetli adamdı Mustafa. Benden daha iri kıyım bir vücudu vardı. Kalın kaşları, kalın bıyıkları, koca kafası ile kemikkıran Staline çok benziyordu. Ben ise mesleğe yeni başladığımdan olacak ki bir ilkokul öğrencisi gibi heyecanlıydım. Babacan bir tavırla eliyle koltuğu işaret ettikten sonra sert bakışlarını bana yöneltmişti.Neler anlatmıştı neler, bir baba gibi. "Kim olduğun ne olduğun hiç önemli değil" demişti."Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun umurumda bile değil" diyordu. "Bu birim farklıdır, en önemli işimiz sorgudur. Sorgu yaparken hiç acıma olmaz, yufka yürekli adamları sevmem anlaştık mı? Adımı duyduysan nasıl biri olduğumu bilirsin. Beş senedir koca İstanbulun güvenliğini ben sağlıyorum. Ben müdür vali tanımam. Değil babamı Allahı bile tanımam anlaştık mı, söyle bana bu işi yapabilecek misin şimdiden söyle tercih senin. Eğer yapamazsan seni şimdi hemen bir semt karakoluna gönderirim ne diyorsun Mehmet Çetin" derken ağzından köpükler saçılıyordu. Sonra da sigarasından duman çekip yüzüme doğru üfleyip bana sertçe bakmıştı. Donup kalmıştım aman Allahım ne heybetli ne dehşet bir adamdı Kemikkıran. Öyle bir kalın ses tonu vardı ki rahmetli sanki su borusundan konuşuyordu. Onun adını İstanbulda değil Karsta bile duymuşlardı. Birçok suçlu onun korkusundan İstanbulu terk edip altmışyedi vilayete kaçmıştı bile. Kemikkıran Mustafa bu meslekte bir efsaneydi ve bu efsane karşımda oturmuş bana iş ortaklığı teklif ediyordu. Bu bir mucizeydi belki de Allahın lütfuydu bu ne şanstı tanrıma binlerce kez şükür etmiştim. Ağzımdan kelimeler titreyerek çıkmıştı. "Ne emrederseniz başüstüne Komiserim. Sizi hiç mahçup etmeyeceğim, ne vazife verirseniz sonuna kadar yaparım emin olun" demiştim. Gözlerimin içine sertçe baktıktan sonra ikinci sigara dumanını da hızla suratıma doğru üfledikten sonra bir sigara da bana uzatmıştı. Sigara içmiyordum ama hemen alıp yaktım. Madem Kemikkıran sigara içiyor ben de içecektim hatta zehir içse onu da içmeye hazırdım, heyecanlıydım. Görev aşkıyla yanıp tutuşuyordum. Bana gülüseyerek baktıktan sonra kalın sesini biraz yumuşattıktan sonra bir baba şefkatiyle son talimatlarını iletmişti. "Güzel Mehmet seninle anlaşacağımızı tahmin ediyorum. Zamanla işi öğrenirsin adam nasıl dövülür, nasıl konuşturulur, gerekirse kemik nasıl kırılır, cop nasıl kullanılır, odun çeşitlerinin dayanıklılığı gibi hususlarda zamanla sana bilgi vereceğim aynı zamanda uygulamalı biçimde daha çok kavrayacaksın. Bir de yeni çıkan bir makina var Amerikalılar siyasi şubedeki arkadaşlara öğretmiş elektirikle konuşturma metodu ben de merak ettim geçen gün müdür bey’e söyledim en kısa zamanda o cihazlardan birisini bizim kısıma verecekmiş. Bakalım söz verdi bugün yarın gelecek tamam mı şimdilik gidebilirsin, yarın sabah işbaşı yapabilirsin" dedikten sonra ayağa kalkıp elimi sıktı. Öyle kuvvetli bir adamdı ki neredeyse serçe parmağımı kıracaktı. Rahmetlinin elleri mübarek fırıncı küreği gibiydi. "İtiraf edeyim Mehmet senin bu meslekte istikbalin parlak, gözlerinden belli oluyor. İleri de benim yerimi bile alabilirsin haydi hoşçakal" diyerek yolcu etmişti.Sevinç içinde emniyet binasından çıkıp Eminönü sahilinde dolaşmaya başladım. Sanki büyük bir ikramiye tutturmuştum da harcama planı yapıyordum. Para, mal, mülk hiçbirşey umrumda değildi. Ben bugün için yaratılmıştım ve Kemikkıran uzun yıllardır beni bekliyordu. Ertesi günü iple çekmiştim ve o gece sabaha kadar gözlerimi kırpmadım. Onun yanında çalışmaya başladıktan sonra mesleğin inceliklerini daha çabuk öğrenmeye başladım. İnsan nasıl bir mahluk diye çok düşünmüştüm. Evliya adamı hırsız, dolandırıcı yaparsın, karıncayı incitmeyen bir adamı da azrail yaparsın. Yeterki öğret, alıştır ve de yetiştir. Yeterki şartları oluştur. Kemikkıran Mustafa da beni öyle yetiştirdi ruhu şad olsun. İşini çok iyi yapardı onu iş üstünde görecektiniz. Eğer biraz uzun yaşasaydı mesleğe çok büyük katkıları olucaktı, lakin kader alın yazısı işte. İlk zamanlar biraz zorluk çekmedim desem yalan olur. İnsanların inlemeleri, ağlamaları, anırmaları beni etkiliyordu hatta geceleri uyumama mani oluyordu. Fakat sağolsun rahmetli amirim Kemikkıranın sözleriyle telkin oluyordum. "Bak Mehmet derdi ne yapıyorsak vatan için millet için memleket için yapıyoruz. Bu millet Viyanalara, Yemenlere gidip geldi...Gerçi bir bokda beceremediler ya neyse, atalarımız onun için rahat uyuyor, yaşayanlarda daha rahat uyuyacak sende rahat uyu.. Mehmet biz yapmamız gerekeni yapıyoruz. Biz yapmasak başkaları gelip yapacak bizden evvelde yapanlar vardı bu bir nöbettir rahat ol Mehmet" derdi. Nerde şimdi böyle amirler memurlar hey gidi rahmetli Mustafa hey... O gerçek bir öğretmendi..Ona tapıyordum. Neyse efendim bu azim ve hırsla görevimizi yaparken günlerde geçiyordu. Şubedeki çalışmalarımız tüm şehire yayılmıştı. Sayısız zanlının mahalle kabadayılarının işini bitirmiştik. Kırdığımız kemiklerin, kol ve bacakların haddi hesabı yoktu. Yalnız birgün çok enteresan tuhaf bir durum olmuştu.Bir zanlının üstünde çalışıyorduk onu fena halde eziyorduk. Adam bayıldığı halde Kemikkıran hala vuruyordu. Biz memurlar şaşkınlıkla birbirimize ve rahmetliye bakıyorduk. Kemikkıranın adeta gözleri kanlanmıştı, ağzından köpükler çıkarken mırıldanıyordu. Zanlının pantolonundan dışkı ve sidik saçılıyordu adam öldü ölecek.Artık dayanamadım koşarak rahmetlinin kollarını tutup zaptetmeye çalışırken bağırmaya başladım: "Amirim durun adam ölecek gitti gidiyor amirim" derken diğer iki memurda yardıma koştu. Çıldırmıştı Mustafa adeta krize girmiş bir eroinman gibiydi. Birden durdu ve bize baktı, sonrada yerde baygın yatan zanlının karnına bir tekme vurduktan sonra elindeki odunla biz memurlara vurmaya başladı. Yanımdaki arkadaşlar kapıdan çıkıp kaçtılar. Ben ise şok geçirdiğimden olduğum yerde heykel gibi kalmıştım. Odunu kaldırıp tekrar sırtıma vuracakken birden eli havada kaldı. Birkaç saniye bakıştık. Delirmiş miydi bu adam. Gözleri tekrar eski haline dönmüştü, ağzında ki köpükleri sildikten sonra odunu yere attı. Yanıma gelip elini omuzuma koydu, adama baktı, anden bana baktı çok tuhaf bir gülümsemeyle: "Aferin Mehmet tam zamanında müdahale ettin bravo sana işte bazen böyle oluyor, yani kendimi kaybediyorum bazeni anlayacağın kontrol mekanizmamı yitiriyorum. Aslında senede birkaç kez oluyor ama sebep nedir bilmiyorum, bir ara Fatihteki şalvarlı hocaya gidip kendimi okuttum. Bana dediğine göre ara sıra bazen cinler gelip aklıma giriyormuş. Yarın tekrar gideyim de pezevenk birkaç dua daha okusun. Ne oldu diğerleri kaçtı yine he?" diye sorunca şaşkınlıkla. "Evet amirim arkadaşlar kaçtı galiba" demiştim. Kafasını salladı. Sonrada: "Sana demiştim zor bir meslekteyiz Mehmet. Diğer arkadaşlarını görüyorsun herkes bu işi yapamaz, üç ay evvel yine kaçmışlardı. Neyse zabıt tutun bunu hemen adliyeye sevk etsinler. Ben eve gidiyorum kendimi hiç iyi hissetmiyorum" dedikten sonra kapıdan çıkıp gitmişti.. Birkaç gün bu olayın etkisinden kurtulamamıştım, bu işler böyle mi oluyordu? Tereddüt de kaldığım günlerdi. Bir hafta kadar sonra meyhanede rakı içerken şöyle demişti : "Seni biraz sıkıntılı görüyorum, seni anlıyorum, bak koçum Mehmet sana bir sır vereyim..Bizim toplumun birliğindeki beraberliğindeki mayada ne vardır biliyor musun. Dayak vardır. Bu devlet şimdiye kadar neden yıkılmadı işte bu yüzden. Düzen böyle kurulmuş, bin yıllık devlet sistemimiz bunu gerektiriyor devletin verdiği yetkiyi sonuna kadar kullanacaksın, hiç korkmadan vazifeni yap kimseye acıma, zor durumda devletin sana sahip çıkacaktır merak etme...Biz devletin ete kemiğe bürünen bir organıyız, sen vücudunun herhangi bir yerini incitebilir misin yapamazsın çünkü canın yanar. Haydi şerefe bunları sakın unutma" diyerek kadehini uzatmıştı. Bunun gibi sayısız nasihatlerini kafama hep yazıyordum. Kendi kendime sorduğum zamanlar hep olmuştur, Kemikkıran haklı mıydı acaba. Evet Kemikkıran haklıydı. Çünkü bu işleri devlet için otoritenin güvenliği için yapıyorduk. Benim de yapmam lazımdı. Daha sonra vazifeme dört elle sarılıp çalışmaya başladım. Aldığım eğitimin hakkını veriyordum ve çok başarılı olduğumdan bir süre sonra komserliğe kadar yükseldim. Fakat aksilik bu ya terfi nedeniyle tayinim Çarşamba karakolu amirliğine çıkmıştı. Ben de Kemikkıran da bu tayin sebebiyle çok üzülmüştük. Birbirimize o kadar alışmıştık ki adeta bir elmanın iki yarısı gibi olmuştuk. Ama rahmetli çok metanetli bir adamdı, ayrılma saati geldiğinde bana bir baba şefkati gösterip sarılmıştı: "Üzülme Mehmet altı sene beraberdik, ancak devlette devamlılık esastır gittiğin yerde daha başarılı olursun, bu terfiyi sen çoktan hakettin. Ben de seni gibi yeni Mehmetler yetiştirmeye devam edeceğim. Bir sorun yaşarsan beni her zaman arayabilirsin.Konuşturamadığınız biri oldumu hiç çekinme bana gönder, ben hallederim Sana hakkımı helal ediyorum Mehmet" diyerek beni şubenin kapısına kadar yolcu etmişti. Beni ben yapan rahmetli hocam Kemikkıran Mustafaydı. Ya adamım Bekçi Haydar, ya Tuğla Osman serserisi?.. Bu ikiliyi de işte Çarşamba karakolunda tanıdım. Daha ben gelmeden namım bu karakola gelmişti. İkinci şubenin namlı komseri Odun Mehmet artık bu karakolun amiriydi. Bütün memurlar ve bekçiler beni saygı ve korku içerisinde karşılamıştı. İlk toplantıda gerekli emir ve talimatları ilettikten sonra odama kapandım ve beklemeye başladım. Birkaç gün geçtikten sonra kapımı çalmıştı Haydar. Kapıdan öyle bir ses çıkmıştı ki sanki usta bir piyano virtüözü kapıyı çalıyordu. Ne yumuşak ne de sert. Kulaklarımın duymak istediği bir ses tonu çıkmıştı kapıdan. İçeri girdiğinde bana gülümseyerek baktıktan sonra hemen bir asker duruşuyla selam çakmıştı. "Gomserim ben Bekçi Haydar Kantar, Kastamonu. Bir maruzatım olacaktı size, saygılarımı sunarım. Gerçi birkaç gündür makamınıza çıkmak istiyordum ancak kısmet bugüne oldu" dedikten sonra susup bakan bu tuhaf yaratık dikkatimi çekmişti. Kısa boylu hafif tombul, kırmızı suratlı bekçinin gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Gözleri parlıyordu, çok sinsi bakıyordu. Bana sanki emrinizdeyim ne isterseniz yaparım, kollayın beni amirim kulunuz köleniz olayım dercesine karşımda dikilmişti. "Evet Bekçi Haydar ne istiyorsun?" diye sertçe sormuştum. Yine çok mahçup bir edayla, yaramaz bir çocuk gibi konuşuyordu: "Gomserim mıntıka hakkında bilgi almak isterseniz her zaman emrinizdeyim. Mıntıkada toplam ondört kahvehanemiz var. Bunların en az yarısı kumar oynatır ve de en çok parayı kahveci Şaban kazanır. İki de esrar torbacısı var.Bir kaç tanede pezevenk, hırsız var. Ayrıca Beyoğlunda pavyonlarda çalışan üç orospu da mıntıkamızda oturuyor. Birkaç tane de kabadayı var, ama aralarında en tehlikeli olanı Tuğla Osman denen serseri. Vallahi deve gibi boyu gaz tenekesi gibi kafası var. Onu zaptedemiyoruz sizden evvelki Mahmut gomserim bir türlü başedemedi onunla karakolun başına bela oldu serseri" dedikten sonra susmuştu.. Hala esas duruşta olduğu halde yere bakıyordu, yere bakarken de göz ucuyla beni izliyordu. Ağzımdan çıkacak kelimeleri duymak için iki kulağını da sabırsızca oynatıyordu, kuyruğu olsa onu da oynatacaktı namussuz Haydar. "Evet devam et Haydar geç şöyle otur bakayım şöyle" dediğimde sevinçle tavşan gibi zıplayarak koşar adım sandalyeye yerleşirken iki elini bir öğrenci gibi dizlerinin üzerine koyup anlatmaya başladı. Hangi kasapın günde kaç kilo et sattığını, manav Cafer’in günlük hasılatını, Nalbur Nusretin attığı kazıkları Cami imamının kaç liraya mevlüt okuttuğunu anlattıkça anlatıyordu Haydar. Ağzım açık kalmıştı umduğumdan daha sansar ve tilki çıkmıştı bu adam. Sonunda yeter yeter diyerek onu susturdum. "Fazla uzatma işe daha yeni başladık önce kimden başlayalım onu söyle yeter" diye bağırmıştım. Çok mutlu olmuştum ve tahminimde yanılmamıştım, nihayet yıllardır aradığım adamı bulmuştum. Daha sonraki yıllarda her görev değişikliğinde bir yolunu bulup onu da yanımda taşıdım bir subayın emireri gibi, bir zenginin uşağı gibi yıllarca hep adamım oldu Haydar. Sonraki seneler karım dahi Haydardan nefret etmeye başladı. Alt kültürden gelen bu adamda güce susamıştı fakat gücünün sınırlı olduğunu da çok iyi biliyordu. Namussuz bu yüzden bana yaklaşıp güç kazanmayı planlamıştı. Onun bana ihtiyacı olduğu kadar benim ona daha çok ihtiyacım vardı. Bunları da çok iyi biliyordu Haydar. Sadık bir bekçi her polisin her komserin muhtaç olacağı vazgeçemeyeceği bir şeydi. Bir polisin silahtan daha çok en önemli ihtiyacı iyi bir bekçi olmuştur bu meslekte. Çünkü onlar bilirdi sokakları mahalleleri. Onlar polisin gözü kulağı hatta istihbarat elemanıydı.. Kahverengi elbiseli adamlar olmasaydı bu teşkilat çoktan çökmüştü. Bunları düşünürken sinirli bir pozda kafesteki bir aslan gibi odada dolaşıyordum. Burada da bir kabadayı vardı demek onun da işini bitirmem gerekiyordu. "Ne diyorsun Haydar işe Tuğla Osmandan mı başlıyalım" diye sorduğumda gözleri mutlukla parlamıştı. "Evet evet sayın gomserim, onu halledin mıntıka önünüzde diz çöksün" dedi. Gece yarısı için gereken plan ve tertibatı aldırdıktan sonra eve gidip dinlemeye çekilmiştim. Bu kabadayı bozuntuları her zaman başımıza bela oluyordu. Osmanlının son kalıntılarıydı bunlar. Bu serserileri temizlemek bizim dönemimize denk gelmişti. Gece saat onbir civarı Haydar karakolun jipiyle eve gelmişti. Heyecan içerisinde durmadan konuşuyordu: "Gomserim dediğiniz gibi bekçi arkadaşlar onu kahvede kağıt oynarken görmüşler. Sizin yeni gelen gomser olduğunuzu tanışmak için karakola çağırdığınızı söylemişler. Kafası biraz sarhoşmuş iki arkadaşı da onla birlikte gelmişler emme karakola geldiklerinde arkadaşları içeri alınmayınca Osman herhalde şüphelenmiş fakat bütün vardiya o an hazır beklediğinden hemen üstüne çullanıp onu bodrum kata indirmişler. Şimdi herşey hazır gomserim" dediğinde lafını hemen kestim: "Tamam Haydar kısa kes hemen şu meşhur Osman bey ile tanışalım" dediğinde hareket etmiştik. Yaklaşık on kişilik polis ve bekçi timini Osman için ayırmıştım. Hepsini de özel seçmiştim. Bodrum kata indiğimizde gaz lambasını Osmana doğru tutmuştum. Gerçektende koca cüssesi dev yapısı ile heybetli bir görüntüsü vardı serserinin. Söylentilere göre sekiz on kişi ile başa baş dövüşürmüş. Etrafı kontrol ettiğimde halat ipler, falaka sopaları, iki fıçı su tenekeler hatta üç tane demir çubuk hepsi hazırdı. Osman için özel bir seans uygulayacaktım. "Sen misin Tuğla Osman?" diye sormuştum. Ağır ağır argovari bir şekilde küstahça bana cevap vermişti: "Evet komserim benim hayrola gecenin bu vakti tanışmakta nereden çıktı anlamadım gitti bir suç mu işledim şikayetçi mi var" diye sorduğunda gaz lambasını Haydara verip yanına yaklaştım ve suratına sertçe baktıktan sonra.. "Bak tanışalım Tuğla, adım komser Odun Mehmet bu karakolun yeni amiri benim. Buradan gittikten sonra mıntıkayı terk edeceksin senin o Ustura Kemal ayaklarını ben yemem, gariban semt esnafına yedirebilirsin. Esnaftan aldığın haraçlarla bayağı semizlenmiş iri kıyım bir adam olmuşsun" dediğimde birden lafımı kesip konuşmaya başladı: "Siz esnaftan haraç almıyor musunuz ne olacak üç kuruş bizde yolumuzu bulmuşsak ne olmuş yani?" dediğinde sinirimden çıldıracaktım. Adamlarım bana bakıyordu, ne cesaretli adamdı bu serseri. Başına gelecekleri belki tahmin ediyordu ama buna rağmen adamlarımın yanında bana posta koymuştu. Bir süre birbirimizin gözlerine baktık iki avcı gibiydik. Öyle bir hain bakıyordu ki sanki gözleriyle konuşuyordu. Korkunç bir cesareti vardı serserinin tekrar konuşmuştu: "Bakın amir bey beni iyi tanımıyorsun belki beni şimdi döveceksiniz ama sen karakoldan evine gitmeyecek misin. Sivilleri giydiğin zaman bir gece yarısı karşına dikildiğimde ne yapacaksın? El mi yaman bey mi yaman o zaman görüşmeyecek miyiz komser bey?" demişti. Fakat onun bakışlarından da konuşmalarından da etkilenmeyecek derecede bir belaydım. İkimiz de bu yolun yolcusuyduk onun görevi belliydi benim görevimde. O ezilen taraf ben ise ezen taraftım. Onun arkasında kıçı kırık üç beş serseri varken benim arkamda koca bir devlet vardı. Nereden bilsin zavallı serseri Asfalt Rızanın Ayı Sabrinin, Arnavut Niyazinin Eşkiya Kemal’in kemiklerini kırdığımı onları hadım ettiğimi nereden bilsin zavallı. Hiç bozuntuya vermeden ona son nasihatlerimi iletmiştim. "Evet bizimkilerde alıyordur ama aldıkları vergi parası. Kumarın vergisi olmaz biliyorsun onu da biz tahsil ediyoruz. Hem sen kendini ne zannediyorsun iki tane zavallı gece bekçisini dövdün diye yıllardır attığın hava yetmedi mi? Ben Çarşambanın Allahıyım diye attığın naralardan bıkmadın mı beni başka polislerle karıştırdın herhalde ben başka polislere benzemem. Beni dövmeye hatta öldürmeye gücün yeterse yapmazsan namertsin hatta yapabilirsen dahi son nefesimde bile sana dua ederim şimdi sana öyle bir ders vereceğim ki daha sonra ki yaşamında her dakika beni öldürmek için planlar yapacaksın, beni parçalamak için Allaha yalvaracaksın su içerken nefes alırken dahi hep beni göreceksin. Zavallı sefil yaratık sana acıyorum, yanlış zamanda yanlış muhitte olman senin suçun değil hangi peygambere hangi tanrıya dua edeceksen etmeye başla çünkü son inanacağın peygamber ben olacağım" dedikten sonra susmuştum. Bu felsefi konuşma tarzım değil Osmanı adamlarımı dahi korkutmuştu, işte biz böyle polistik. Koca kabadayının ayakları titremeye başlamıştı, aniden bağırdı: "Allahsızlar ulan" diye nara attıktan sonra birkaç adamımı yumrukla yere serdi. Ensesine yediği odun darbesiyle yere uzanmıştı. Halat iplerle ayaklarını kollarını dört yerden bağlayıp çekmeye başladılar. Bir halatı da boynuna bağladılar. Haydar devamlı su döküyordu, bir memur ata biner gibi Osmanın sırtına binmişti. Artık dayak faslı başlamıştı. On adamım birden vuruyordu. Sayısız darbeler Osmanın vücuduna iniyordu. Ama yine de helal olsun serseri ilk başta biraz dayanıklı çıktı. Dayak yerken bizlere ana avrat küfürleri saydırmıştı. Ama doğadaki hiçbir canlı acının kuvveti karşısında dayanamazdı. Dört beş kez bayılmıştı ama hemen ayıltmasını da biliyorduk. Arada bir tahta parçası kırılır gibi seslerde çıkıyordu tabii ki bu Osmanın kemiklerinden çıkan seslerdi. Sonunda hayvanlar gibi anormal sesler çıkarmaya başladı. Bazen domuz gibi homurdanırken bazen de tavuk gibi çırpınıyor kuşlar gibi ötüyordu. Darwinin evrim teorisinin gerçek olduğunu bu meslek öğretmişti bana. Gerçekten de insanlar yer yüzündeki tüm hayvanlarla akrabaydı. Sonunda yalvarmaya başladı: "Bokunuzu yiyim abi yapmayın ne olur elinizi ayağınızı öpeyim annecim annecim kurtarın beni" diyordu. Kabadayı Osman artık bitiyordu ve bundan sonra kabadayılık mesleğini terk ediyordu. Yeterki bırakalım gerekirse travesti olmaya dahi razıydı. Dayak faslı iki saate yakın sürmüştü. Adamlarım kan ter içinde kalmıştı. Bir teneke sidik onu bekliyordu. Yaklaşık yarısını ona içirdik. Sonra Haydara talimatımı verdim cebinden usturayı çıkartıp yerde yatan Tuğlanın kalın kaşlarını ve bıyıklarını traş etti. Daha sonra karakolun jipi sabah namazı saatlerinde Osmanı oturduğu sokağın Arnavut kaldırımına fırlatıp atmıştı. Yakınları hatta karısı dahi onu tanımakta güçlük çekmiş. Duyduğuma göre o sabah hemen Edirnekapıda ki hayvan pazarında iki koyun kestirip taze derisiyle Osmanı sarıp sarmalayıp tedaviye sokmuşlar. Altı ay kadar bir zaman Osmanı Ağzından biberonla beslerlerken bir bebek gibi altını bezlemişler. Biz işte böyle polistik. Bir felsefemiz vardı.Bir amacımız, bir misyonumuz vardı.Bizim devirde terörist çete örgüt gibi şeyler yoktu. Bizim için tek düşman terörist bunlardı. Devir farklıydı yeni kurulmuş bir devletin güvenliğini sağlıyorduk. Ne yapsaydık yani, aferin Osman çok iyi yapıyorsun aslanım mı deseydik. Ramide ki eşkiya Kemal’e Balattaki ayı Sabriye sizlerde devam edin alın haracınızı ortalığı kasıp kavurun size hayırlı işler mi deseydik. Yarın öbürgün adamlarınızı çoğaltın çetenizi büyütün yükselin önce karakola sonra valiye yarın Ankaraya kafa tutun mu deseydik. Bu devletin milletin ne badireler atlattığını ne tehlikelerden geçtiğini azıcık vakti olupta ansiklopedi karıştıranlar bilir. Biz de çok iyi biliyorduk netekim. Buna müsaade etmeyecektik. Görevim gereği bulunduğum makamın sorumluluğu ile devletin gücünü Tuğla Osmanlara göstermek zorundaydım. Osmanın başına gelen hadise mıntıkaya çabuk yayıldı. Yanıma Haydarı alıp çarşıda sokaklarda dolaşmaya başladığımda insanlar dehşet ve korku içinde bana bakıyordu. Bazı esnaflar saygı ile selam verirken bazıları dükkanın içinden bile çıkmaya cesaret edemiyordu. Ben ise bu hareketleri zafer kazanmış bir kumandan edasıyla karşılıyordum. Bundan sonra herkes bilecekti burası benim çöplüğümdü. Ben devlettim en ufak baş kaldıranın başını kopartacaktım. Fatih Çarşambaya adaleti sonunda getirmiştim.Sonra da görev yaptığım her yere . Bu hizmetlerin ödülü demek ki bir mermi olacak mış sonunda. Yazıklar olsun böyle kadere böyle insanlığa.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |