..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Usun ve deneyimin aksaçlılarınki gibi, ama yüreğin masum çocuklarınki gibi olsun." -Schiller
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Yeraltı > Şenol Durmuş




17 Nisan 2011
Pavlovun Köpekleri 2  
Şenol Durmuş
Şimdilik iştahımız yok diyoruz. "Kalkın temizlik, tuvalet, koşar adım, marş marş".bir emir daha...Bina içersi bir anda arı kovanına dönüyor... Tabaklar kaşıklar havada uçarken toplanıyor. Bir kişi bir torbanın içindeki bez parçalarını herkese dağıtıyor. Joplar gelene geçene sallanıyor. "Koridor" diyor bir gardiyan. "Siz şuraya siz de buraya çabuk olun lan ibneler!" diye haykırıyor. Avluya fırlıyoruz.


:BGCC:
Müdür ikimizi en sona bıraktı. "Siz kalacaksınız polis tesliminiz var, tahliye olamazsınız. Şunları karantinaya alın." diyordu başgardiyana. Yanımda ki, kısa boylu esmer, bıyıklı, ezgin kabadayı, Beyoğlu serserisi bir doğulu yoklama kaçağı. Ben ise izin gününde bir suç işlemiş asker suçlu. Beşinci ay askerliğimin bir tatil gününde meyhanede çıkan bir olaydan dolayı diğer altı ayı cezaevinde geçirme sürecindeyim. Tahliye olan yirmi küsür insanın arkasından bakarken biz iki kişi karantina bölümündeyiz. Bir gardiyanın peşi sıra ister istemez cezaevinin başka bir bölümüne doğru yürüyoruz.

İçeri girdiğimizde geçmiş olsun diyor bazı mahkumlar. Öfkeliyiz tabii ki. "Ne geçmiş olsunu ulan, biz zaten tahliye olduk, polis teslimimiz var" derken onları ikaz ediyoruz. Yoklama kaçağı olan otuz yaşlarındaki adam sessiz, sakin bir tip. Ama ikimizde az çok mutluyuz. Öyle ya askerlik denen kutsal meslek bu cezaevi cehenneminden daha iyi değil midir? Her zaman olduğu gibi aynı stres yeniden tekrar başlıyor. Diğer tutuklularla volta atma, tesbih çekme,zaman geçirme yarışındayız. Ona geçmişten, gelecekten, askerlikten bahsediyorum. O da askerliği merak ediyor, boyuna soruyor. Durmadan konuşuyoruz vakit geçsin diye. Diğerlerinin cezaevi yaşantısı yeni sayılır ama şükür bizimki bitti. Yinede çok mutluyuz. Sabahı öyle ve ya böyle bir şekilde yarı uykulu, uykusuz geçiriyoruz.

Sabahın köründe sayım saatinde yeniden isimlerimiz okunduğunda müdürün odasına tekrar alınıyoruz. Bayrampaşa karakolundan gelen iki polis kelepçeleri hazırlamış bile. Onlar "Lütfen şu bileklerinizi uzatın beyler" derken biz de buyrun lafı mı olur diyoruz. Ellerimizi uzatıyoruz. El ele kol kola hep beraber Bayrampaşa cezaevinden çıkıyoruz. Polisler taksi tutmamız için ricada bulunuyor. Bir taksi çeviriyoruz. Kelepçelerden bir an önce kurtulmak için her türlü fedakarlığa zaten hazırız. Taksi hızla hareket ediyor. Şoför dahi bizden hoşlanmıyor ki sürekli gaza basıyor. Az sonra varıyoruz. Eyüp merkez komutanlığı bizi bekliyormuş. Haliç'in kenarında dikilen askeri bina çok güzel. Tamda yan gelip yatmalık bir yer gibi duruyor. Polisler bizi nöbetçi astsubaya teslim eder etmez bu defa inzibatlar kelepçe takıyor.

Hiç bekletmiyorlar. Sevinçliyiz, mutluyuz. Hayal kuruyoruz. Bir kaç saat içersinde serbest kalacağımızı tahmin ediyoruz. Ben sürekli yanımdakine anlatıyorum. Askeri reo'ya binerken bir inzibat gayet kibarca bana soruyor "Kaç tertipsin?" diye. Sonra da "Tertip başınız büyük belada inşallah yırtarsınız oradan" diyor. Şaşırıyoruz.

Tuhaf bir şekilde bakıyoruz ona. Ne diyor bu diye düşünüyoruz. Cezaevinde hele Bayrampaşa'dan daha beter bir yer İstanbul'da var mıydı diye sorguluyoruz. Sonra burada doğduk, büyüdük, bu şehir bizden sorulur ya diyorum. Sonra sittiret artık biz özgür insanız. Üstelik askeriz .Bırakmasalar dahi en kötü gideceğimiz yer de, görev yaptığımız birlik olacak. Bu konuda haddinden fazla tecrübeliyiz. Bundan iyisi Şam'da kayısı misali diye düşünürken yine de mutluyuz. Gideceğimiz adres Ortaköy Merkez Komutanlığıymış. Bizim Ortaköy burası. Hemen Beşiktaş'ın dibinde. Oralarının barlarında diskolarında kız arkadaşlarımızla zamanında az mı takılmıştık. Sosyete, elit tabaka, nezih, havadar bir yer. Üstelik gideceğimiz yerin adı "Merkez Komutanlığı Konaklama Yeri" diye geçiyormuş. İnzibatın elindeki evrakta öyle yazıyor. Ben sadece orada ki yemeklerin kalitesini düşünüyorum. Soruyorum ona biz niye oraya gidiyoruz diye. Cevap vermiyor. Benim inzibat tertip hala çok üzgün. Kısa süreli tanışmamıza rağmen duygusal bir yapısı olacakki etkilenmiş.

"Prosedür öyle, herkes oraya gider. Oradan da jandarmalarla birliklere teslim ediyorlar. Ama işiniz zor tertip." diye eklemeyi yinede ihmal etmiyor. Herhalde bir kaç gün bizi orda tutacaklar diye tahmin yürütüyorum. Eminönü'nden Karaköy'e bir turist gibi askeri reo'yla geçiyoruz. Beşiktaş'tan geçerken insan hareketlerini izliyoruz. Kadınlara, kızlara onların geniş kalçalarına özellikle bakıyoruz. Mahkumluk duygularının özlemlerini gideriyoruz. Buna da çok şükür diyoruz. Barbaros caddesinden yukarı Ortaköy tepesine çıktığımızda Boğaz köprüsünün muhteşem manzarasını izliyoruz.

Subayların, paşaların lojmanlarını, villalarını da görüyoruz. Kimi askerler bu vilların önünde nöbet tutarken , kimileri çim yolarken, kimileri de ellerinde hortumlarla çiçekleri suluyor. Subayların hanımları, kızları, çocukları çevrede neşe içersinde dolaşıyor. Bazıları ellerinde paketlerle içeri giriyor. Büyük ihtimalle alışverişten dönüyorlar diye düşünüyorum. Ortaköy tepesi onların evleri ve askeri birliklerle sarılmış. Aşağıda sahil yolunda da restorantlar, kafeler, barlar ile hizmette bekliyor. Askeri bir hastahanenin önünde araç duruyor. İçeri giriyoruz, ellerindeki evrakları imzalatıyorlar. Merakla yeniden soruyorum "Bu ne tertip" diye. "Sağlam teslim ettiğimize dair bir rapor bu, her teslim ettiğimizde alırız, sonra başımız yanmasın" diyor.

Yoklama kaçağı mahkum arkadaşla bir an göz göze geliyoruz. Sanki emniyette bir sorgudaymışcasına ya da cezaevinde bir çatışma öncesinin korkuları başlıyor. Askeri cezaevlerini de merkez komutanlıklarını da az çok biliyoruz. Ama bu sağlam teslim etme raporunu ilk kez görüyoruz ve duyuyoruz. Merkez komutanlığı yazan tabelanın altında kışlaya girdiğimizde çevreyi izliyoruz. Üç sınıftan askerler eğitimde. Karacı, havacı, denizci inzibatlar eğitimde dayanışma içerisinde bağırıyor. Her zaman her yer de olduğu gibi zevkle, şevkle, kuvvetle "Her şey vatan için. Vatan, millet" diye haykırıyorlar. Kışlanın tam ortasında eski kubbe bir yapının önünde duruyoruz. Büyük bir kapının mazgal kapağı açıldığında aralıktan bir askerin gözleri çıkıyor. Evrakları mazgal kapağından uzatıyorlar.

Kapı açıldığında büyük bir kapalı avluya giriyoruz. İçeride kimse yok. Küçük odalar yan yana dizilmiş halde, bir de ortasında avlusu olan eski tarihi bir bina. Kapıyı açan inzibatın arkasından bir odaya girdiğimizde daktilocu bir çavuş yanında dosyaları karıştıran bir onbaşıyı görüyoruz. Bize dikkatle bakıyorlar. Ortalık çok sessiz, buz gibi soğuk, hiç kimse yok. Bizi teslim eden inzibatlar çıkarken çavuş daktilonun tuşlarına bakıyor. Soruyor: "Birliğin, adın, soyadın? " Benden sonra yanımdakine sorular geliyor. Etrafı kontrol ediyorum. Birkaç kırık sandalye, eski birkaç dolabın yanında duran büyük bir ecza dolabını fark ediyorum. Yığınla ilaç kutusunun dizildiği dolapta birçok ilacın kutusu kapağı açılmış, dağınık bir şekilde karma karışık duruyor.

Bazı kanlı sargı bezlerini de fark ediyorum. Yerlerde de kurumuş kan izlerini de görüyorum. Birileri fena halde dayak yemiş diye düşünüyorum. Eh askerliğin, biz türklerin mayasıdır dayak normal bir görüntü diye tekrar düşünüyorum. Ne de olsa tecrübeliyiz. "İfadeleri imzalayın, ayakkabı bağcıklarınızı, kemerlerinizi teslim edin" diyor çavuş. İkimiz de verilen emirlere harfiyen uyuyoruz. İstersen uyma? Zavallı arkadaşımın askerlik deneyimi daha yeni başlamış olacak ki heyecan içersinde titrerken avluya çıkartılıyoruz. Gazino yazan bir tabela olan kapıyı işaret ediyorlar. Kapıdan içeri adım attığımızda adeta şok geçiriyoruz.

Yüzden fazla insan, sivil, asker karışık tutukllular elleri masada olduğu halde ikimize bakıyor. Önlerinde beş tane inzibat gardiyan ellerinde joplarla sandalyede oturmuş halde duruyor. Bir tanesi bize "Hemen geçin ulan, orada oturun." diye bağırarak emir veriyor. Kalabalık sandalye, masa yığını arasında bir kaç sandelyeye oturuyoruz.

Ortalıkta çıt çıkmıyor. Herkes önüne bakıyor. Sağa sola bakmak, konuşmak yasak. Bir süre geçtikten sonra bir emir geliyor. "Beş dakika sigara molası." Aynı anda sigaralar yanıyor. Birçoğunun sigarası yok. Haftalardır, günlerdir burada kalan az çok samimi olanlar sigaralarını paylaşırken, bir sigarayı dört beş kişi içenler de oluyor. Çıkarttığım yarım paket sigara birden yok oluyor. Kimse de yine çıt yok. Bir emir daha geliyor. "Sigara söndür." Yine aynı sahneye dönülüyor. Bir süre geçtikten sonra "Karavanacılar" deniyor. Öğle yemeği geliyormuş. Üç kişi aynı anda fırlıyor koridora. İki karavana gelirken diğerleri de masalara tabak kaşık koyuyor. On kişilik masaya üç tabak, dört kaşık bırakılıyor. Kara mercimek, bulgur pilavı tabaklara paylaştırılırken yine kimse de çıt çıkmıyor. Kimse kımıldamıyor.

"On dakika." deniyor. "Başla." Aynı anda kaşıklar havada uçuşuyor. Şaşkınlıkla bakıyoruz. Yirmi yaşından kırk küsür yaşına kadar her yaştan insan , hatta torun sahibi bile olan asker kaçakları, firarlar, askeri suçlular büyük bir mücadele veriyor. Adeta savaşıyor. Yanında duran bir kişi ağzından kaşığı çıkartırken bana vermek istiyor, sonrada arkadaşıma. İstemiyoruz. Şimdilik iştahımız yok diyoruz. "Kalkın temizlik, tuvalet, koşar adım, marş marş" diye bir emir daha. Bina içersi bir anda arı kovanına dönüyor. Tabaklar kaşıklar havada uçarken toplanıyor. Bir kişi bir torbanın içindeki bez parçalarını herkese dağıtıyor. Joplar gelene geçene sallanıyor. "Koridor" diyor bir gardiyan. "Siz şuraya siz de buraya çabuk olun lan ibneler!" diye haykırıyor. Avluya fırlıyoruz.

Bir masayı siler gibi koca avlunun üstünde böcekler gibi yerleri siliyoruz. "Tuvalet" deniyor. "On dakika." Bütün her şey on dakikada bitecek. Bu sürede dört tuvalette yüz elli kişi ihtiyacını giderecek. Tuvalet kapıları tekmeleniyor. Kıçı, aleti dışarda pantolon giyenler, altına kaçıran, donunu pantolonunu kirletenler, elleri sidik dışkı bulaşanlar koşturuyor. Yeniden avluda diziliyoruz. Yüz elli adamın karşısına onbeş gardiyan, çavuş, yardımcı onbaşı karşılıklı duruyor. Yemek yemek, temizlik, ihtiyaç gidermek için yirmi dakikalık süre yüz elli kişiye yetiyor.

"Tek sıra halinde koşar adım marş marş" deniyor. Aynı şekilde koşuyoruz, aynı sandalyelere, aynı masalara oturuyoruz. Geleli henüz iki saat olmuş. Öğleden sonrası başlıyor. "Çay molası, herkes çay içecek, parası olmayana, olanı ısmarlayacak" deniyor. Zift gibi koyu bir çay dağıtılıyor. Herkes içiyor, markalar toplanıyor. Markası bitene para ile yenisi veriliyor. Çay molası biraz daha hoşgörülü oluyor. Çavuş durmadan hasılatı soruyor. Hafta sonu gelmiş, büyük komutanın "Patronun" hasılatı yarın verilecekmiş, yarın cuma günüymüş. Sırtımda yediğim iki üç jop darbesinin acısıyla arkadaşıma bakıyorum. Onunda dudağı patlamış benden daha şanssızmış. Ona gülümsüyorum.

Saat iki, üç, dört, beş oluyor. Aynı sigara molası, aynı çay molası. Aynı yüz elli adam aynı on beş gardiyan bir odanın içerisinde hiç konuşmadan sessizce birbirimize bakıyoruz. Arada sırada tek tük olsada yeni gelenler de oluyor. İçeri adım atanın bakışları aynı bizim geldiğimizdeki bakışlar gibi oluyor. Akşam yemeği mercimek gitmiş nohut gelmiş, bulgur yerine makarna geliyor. Saat sekiz yatma saati. Herkes avluya koşar adım. Tek sıra halinde fırlıyoruz. Sağ baştan say, yeniden say. Yanlış sayanlar yumrukla jopla doğru sayıyor. "Üst çıkar, alt çıkar." Saniyeler içersinde alt üst ayakkabılar, botlar çıkıyor. Atlet, donla kalıyoruz. Bazılarında sadece tek don var. Kirli kahverengi donlar. "Şimdi koşar adım marş marş koğuşlara." deniyor. Don atlet tek sıra halinde koşturuyoruz.

Küçük odalarda onlu, on beşli ranzalar duruyor. Kimini iki kişi, kimini üç kişi kapıyor. Hangi odaya girsek yer yok, kimse de üçüncü kişiyi istemiyor. Ranza bulamayan koridorda jopu yiyor başka bir odaya geçiyor. Bir odaya girerken o sesi duyuyorum. Bizim eski Bayrampaşa'lı psikopat Adnan "Gel" diyor. Tesadüfün bu kadarı olmaz. Burada da karşıma çıkıyor. Hemen ranzasına çıkıyorum. Battaniyeyi üzerimize çekerken "Sus" diyor, konuşmak yasak. Kulağıma fısıldıyor: "Bende tam iki haftadır buradayım. İyi bir belaya çattık harbiden. Birazdan yeni gelenleri çağıracaklar. İnşallah sizi fazla ezmezler diyor."

Saniyeler dakikalar geçmiyor. Yarım saat geçmeden koridordan sesler duyuluyor. "Yeni gelenler avluya, içtima alanında hazır olsun" deniyor. Adnan ile yüzyüze bakarken ranzadan iniyorum. Koridordan geçerken diğer odalardan da benim gibi yeni gelenler ile avluda toplanıyoruz. Üç gardiyan bizi bekliyor. Az sonra diğer gardiyanlar da ellerinde sopa ve joplarla avluya geliyor. Çavuş şaşkınlıkla soruyor "Bugün amma da gelen var." derken bize bakıyor. Bir diğeri "Evet on dört kişi." diyor. Çavuş soruları iletirken onbaşı gülümsüyor, diğerlerinin gülümsemesi de onları aratmıyor.

"Senin ilk gelişin he, seni orospu çocuğu, bu kaçıncı ulan, ben sana ne dedim?.. Demek senin ikinci, senin dördüncü oldu." Çavuş bir an duruyor. Bir an düşünüyor. "İlk defa gelenler sıradan çıksın ranzasına dönsün" diyor. Beş kişi öne çıkıyoruz. Sevinçle büyük bir mutlulukla koşar adım marş marş fırlıyoruz. Benimle gelen mahkumu görüyorum göz kırpıyor. O da iki kişinin arasında kendine bir yer bulabilmiş. Ranzama çıktığımda Adnan da şaşırıyor. "Şansın varmış iyi mi" derken "sessiz ol konuşma duyarlar, hemen yat sabah beşte yine ayaktayız" diye tekrar uyarıyor.

İnzibat gardiyanların günlük mesai bitiminin son evresiymiş. Akşamın son seansıymış. Adnan söylüyor. Küçük odalar da ranzalar da yatan askeri suçluların, benim, Adnanın kulağı avluda ki sorguya dikilmiş halde ranzada bekliyoruz. O gayet iyi biliyor ne olacağını. Önce küfürleri duyuyoruz. Ana avrat, çoluk çocuk, sülale küfürleri. "Niye firar etmiş. Vatan haini imiş. Bu kaçıncı firar mış. Kaç yaşındaymış, askerliğini hala niye yapmamış.Kırk yaşındaymış. Bilmem ne imiş."

Anadolunun dört bir yanından gelen bu inzibat erleri köylüler bu iş için özel seçilmiş. Konuşmaları, küfürleri, dilleri yörelerini de belli ediyor. Kimi karadenizli, kimi doğulu, trakyalı inzibatlar iyi eğitilmiş besbelli. Küfürden sonra dayak faslı başlıyor. Acımasızlık da yarış halindeler. Sesler gittikçe artıyor. İnlemeler, ağlamalar bir bebeğin gibi bazen üç beş yaşında çocuk gibi bazende acı çeken bir yaratık gibi oluyor. Koca adamlardan üstelik asker adamlardan çıkan bu seslere ben de Adnan da alışkınız. 12 Eylül de, meşhur sansaryan handa dönemin ikinci şubesinde, emniyette duyduğumuz seslerden hiç bir farkı yok. Bayrampaşa cezaevinin meşhur "İdare dayağını" biliyoruz Bizler alışkınız, antremanlıyız ne de olsa geçmişte hatta çocukluğumuz da yaşayıp görmüşüz bunları Bu yüzelli küsür adamın kaçı acaba bu deneyimi yaşamıştır onu merak ediyoruz. Kim dayak yemişse de hiç umurumuzda bile değil. Şimdilik biz yemedik ya ona şükür ediyoruz. Dayağı yiyenler bu kez köpekler gibi hayvanlar gibi inlemeye başlıyor, adeta uluyor, anormal sesler çıkarıyor. Dayağı atan saf köylü, yirmi yaşında ki kırmızı yanaklı "Memetler" vurdukça vuruyor.

Bir saate yakın süren dayaktan sonra yeni gelenler koğuşlara tek tük girmeye başlıyor. Hiç birisi yürüyemiyor. Yerler de sürünerek odalara giriyorlar. Ranzalara tırmanırken acıdan olacak ki tekrar yere düşenler oluyor. Bu kezde koğuşun içerisinde vuruyorlar. Tekrar tırmanıyorlar. Yardım etmek yasak. Bu daha başlangıçmış, hoşgeldin dayağı imiş. Daha ne günler olacakmış, ne günler görecekmişiz. Ranzasına çıkmayı başaran ağzından burnundan akan kanı bu kez yatak arkadaşlarına, çarşaflara sıçratıyor. Bütün herkes de dehşet havası tavan yapıyor. Vatansever inzibatlar koğuşlarına çekilirken çok mutlu. Lojmanlarında, villarında yatan subaylar dahada mutlu. Adamlarını çok güzel eğitmişler. Elbette bunları çok iyi biliyoruz. Biz vatan hainleri ise korkudan, soğuktan it gibi titriyoruz. Dayaktan altına kaçıranlar, pisliğini yanında yatan arkadaşına bulaştırıyor. Arkadaşı mecburen pisliği kabulleniyor. Yarın o da pisliğini ona bulaştıracak çünkü. Bu iş sırayla...

Sabah beş kalk borusu. Yeniden içtima alanına, avluya koşturuyoruz. Joplar üstümüz de daire çiziyor. Yerler de sürünüyoruz. Emirler, joplar peş peşe sıralanıyor. Aynı tabaklar, aynı çorba, aynı kaşıklar, aynı ağızlardan geçiyor. Aynı masa, aynı sandalyeler.

Saat sekiz. "Yine avluya çabuk." Sorumlu komutan, sevis otobüsünden inmiş miş bürosuna geliyormuş. Yüzelli vatan haini asker koşar adım avlu da yerimizi alıyoruz. Çavuş çok telaşlı. Bize bağırıyor. "Kılık kıyayafetinizi düzeltin" diye haykırıyor. Ön sıramıza çavuş, onbeş adamıyla anında diziliyor. Onlar da bir tören mangası gibi birbirlerinin kıyafetini düzeltiyor. Hemen herkes inzibatlar, bizler nefes almadan bir heykel bir put misali dikliyoruz. Büyük demir kapı açılıyor.

Nihayet "Pavlov" içeri giriyor.

İriyarı, oldukça kilolu olan kıdemli başçavuş sahneye çıkıyor. Çavuş aynı anda kıçı yırtılırcasına haykırırken tekmil veriyor. Başçavuş bir eliyle selam verirken diğer eliyle uykudan esneyen ağzını zorlukla kapatıyor...

"148 tutuklu 15 er ve erbaş emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım"

"Merhaba asker"

"Sağ ol"

"Nasılsınız"

"Sağ ol, Sağ ol, Sağ ol"

1986-

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Vildan hanım...
Gönderen: Şenol Durmuş / , Türkiye
18 Nisan 2011
Ne yazık ki o manzaralardan bir türlü kurtulamıyoruz...Birinci bölümde de şu an da hapishanelerimiz de yaşananlar konu edildi...Ana sayfamda öykü bölümünde bulabilirsiniz ya da yeraltı kategori bölümünde...İnsanımızın iç dünyasının karanlığını yansıtan sahnelerdir...Uygulatanlar ve onu büyük zevkle uygulayanlar söz konusu...Uyarınız için çok teşekkür ederim...Farkettim...İlk defa bir yazımda bu kadar yazım hatası oldu denilebilir..Değerlendirme ve düşünce için çok teşekkür ederim Vildan hanım..Saygı, sevgiyle...

:: evet..
Gönderen: Şenol Durmuş / , Türkiye
18 Nisan 2011
Mustafa bey bir dönem yaşanan acı, gerçekler ve dramlardan bir kesitti...Umarız sona ermiştir..Belki?...Teşekkür ederim...Saygımla.

:: Kutlarım
Gönderen: Vildan Sevil / , Türkiye
17 Nisan 2011
"Memleketimden İnsan Manzaraları"ndan, gözlerden, sözlerden uzak tutmak için çaba harcanan bir kesit. Ne övünme, ne yerinme var öyküde,acıtan bir gerçekçilik. Realizmle naturalizmin kesiştiği noktayı yakalamışsın sevgili yazar.Akıcı, doğal, hatta "tıpkısının aynısı" diyaloglar. Eline sağlık. Birinci bölümü merak ettim, bulamadım. Eski yazılarına çağıran bir metin. Yürek dolusu sevgi... (Not: Benim gibi yaşlıların tümceleri çabuk kavramaları için yazım kurallarına, özellikle durum takısı -de ile bağlaç "de"nin (Kuşkusuz gözden kaçmıştır.) yanlış yazımına dikkat edilse sevinirim. Sitede pek çok yazıyı, yazım, noktalama konusundaki inatçı tutum nedeniyle okumuyor ya da okuyamıyorum.Umarım uyarıyı hoş karşılarsınız.)

:: Acı...
Gönderen: Mustafa Şakarcan / , Türkiye
17 Nisan 2011
Acı gerçek,daha fazla yıpratıyor ... Teşekkür ve saygılarımla...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın yeraltı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Hırsızlar Kralı
Köpeklerin Aşkı
Topal Hayri
Pavlovun Köpekleri
Cafer Kalfanın İsyanı
Cafer Kalfa
Cafer Kalfa Konstantinopoliste
Gerzekler
1453.
İşsiz ve Öfkeli

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kurtarın Beni
Güzel İstanbul
Sarıgöl Roman Mahallesi 2
İdam İsteriz
Pavyon Sokakları
Dilenciler Köyü
Gel Abi...
Emret Başkanım
Düttürü Düüüttt
Cafer Kalfanın İsyanı 2

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Kurtlar Sürüsü [Şiir]
Ego - [Şiir]
Çingeneler Zamanı [Şiir]
Açım Ben [Şiir]
Olmalı [Şiir]
Hani [Şiir]
Zaman Geçsin [Şiir]
Konstantin Ağlıyor... [Şiir]
Kuyu [Şiir]
Sen Gidersen [Şiir]


Şenol Durmuş kimdir?



Etkilendiği Yazarlar:
CERVANTES


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.