..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Gene gel gel gel. / Ne olursan ol. / ... / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. / Nasılsan öyle gel. -Mevlânâ
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Fantastik > Şebnem Pişkin




12 Ağustos 2007
Amma Hikaye!  
Şebnem Pişkin
“İşte her şey böyle başladı…” diyen yüzlerce hikaye okumuşsunuzdur. Bu onlardan biri olmayacak. Her şeyin nasıl başlamış olduğuyla ilgili bir ipucu bile bulamayacaksınız. Her şeyin sandığınız gibi bir başlangıç, bir gelişme ve bir sonuçtan oluşmadığına tanıklık edeceksiniz. İşte böyle bir hikaye başlıyor. Amma Hikaye! diyeceğiniz bir hikaye…


:CDDC:


“Hissediyormusunuz, hava sıcaklığı hızla 0 derecenin altına düşüyor?”
“ Evet, sanırım yere inişimiz başlamak üzere!”
“ Bu gidişle yoğunlaşma yaşayamadan doğrudan katılaşacağız gibime geliyor.”



Son cümlemi tamamlamamla incecik bir buz kristaline dönüşmem bir oldu. Sanırım hava sıcaklığı aniden düşmüş, konuşmamı yarım bırakmak pahasına saniyeler içinde beni dondurmuştu. Altıgenin içinde rahat edeceğim bir pozisyon aldım. Hızla yere düşüyordum. Bildiğim ve bilmediğim bütün renkler gözlerimin önünden geçiyor, bense onları yansıtarak düşmeye devam ediyordum. Karşı durmakta zorlandığım rüzgarın müthiş gücüyle sağa sola savrulduğumu hissediyor, ama bir şey yapamıyordum. Her şey çok ani olmuştu. Bir süre bu şekilde düştüm, düştüm… Bir an gitgide yavaşladığımı hissettim. Altıgenin diğer köşelerindeki arkadaşlarıma göz ucuyla baktım. Herkesin keyfi yerinde görünüyordu. Düşüş sırasında birbirimizi sürekli ittiğimiz için şeklimizi koruyarak yere inmeyi başarmak üzereydik. Oluşturduğumuz muhteşem şeklin yeryüzünde bir eşi benzeri bile yoktu. Bu denli eşsiz olduğumuzun farkındalığı içinde döne döne, savrula savrula inişe devam ettik.



Güldüğünüzü duyar gibi oluyorum. Üç milimetre çapında, neredeyse ağırlıksız, yere konar konmaz eriyip yok olacak olan bir kar tanesinin böyle bir hikayeyi anlatıyor olmasına gülüyorsunuz. Komiksiniz, ben de size gülüyorum biliyor musunuz? “Yok olmak” hakkında gerçekten ne biliyorsunuz? Ya da var olmak hakkında?



Sandığınız gibi toprağa değer değmez eriyip yok olmadık. Şanslıydık ki gözün görmekte zorlanacağı uçsuz bucaksız bir yeşil alanın üzerine düşen ilk kar tanelerindendik. Üzerine yumuşak bir dokunuş gibi konduğumuz toprak ile aramızda ince bir hava tabakası bırakmış, bizden sonra yere iniş yapan sayısız kar kristaliyle iyice birbirimize sokularak bir örtü gibi onu örtmüştük. Bu inişimiz amaçsız bir iniş değildi. Kış boyunca toprağı ve bitkileri donmaktan korumakla görevliydik.



Gün ışığı tam üzerimde parlıyordu. Bu ışığın altında muhteşem rengimle gökteki yıldızlar gibi ışıl ışıl parıldıyordum. Siz, beyaz rengin diğer renkler tarafından terkedilmiş, yalnız bir renk olduğunu zannediyor olabilirsiniz. Ama gerçekte beyaz, içinde diğer tüm renkleri barındıran bir renktir. İşte ben de bu görülebilir dalga boylarındaki tüm renkleri içeren beyaz rengimle övünüyordum. Altıgendeki diğer arkadaşlarımla birlikte biz muhteşem bir kar kristaliydik. Sanki iç içe geçmiş üç küçük çiçek figürünü bir altıgenin içine oturtmuşsunuz gibi görünüyorduk. Ama etrafımızdaki diğer milyarlarca kar kristalinin her biri farklı bir kristal yapıdaydı. Biz farklı görünüyorduk, ama hepimiz özde aynıydık.



Sizin zaman kavramınızla aradan ne kadar bir süre geçtiği bilmiyorum. Mevsimler, aylar, haftalar, günler, saatler ve dakikalar sadece sizin kendinizi içine soktuğunuz bir döngü. Bizim için sadece görevimizi yerine getirmek kavramı vardı. Ve biz de toprağı ve üzerindeki bitki örtüsünü soğuklar devam ettiği sürece donmaktan korumuştuk. Bir sabah bedenimde bir ısı değişimi hissettim. Etrafıma bakınca diğer arkadaşlarımda da bu değişimin başladığını gördüm. Kusursuz altıgenimiz yavaş yavaş bozulmaya başlıyordu. Evet, form değiştiriyorduk. Yani, eriyorduk.



Vücudumun ısısı arttıkça arttı. Kendimi zincirlerini kırıp kurtulan biri gibi hissediyordum. Az önce hareketsizdim. Şimdi ise akışkan olmanın verdiği yerinde duramamazlıkla sürekli hareket halinde, kıpırdaşıyordum. Bir kısmımız toprağın içine geçerek yolculuğa devam ettiler. Toprağın derinlerine kadar ulaşmayı seçenler minerallerle birleşecek ve bir zaman sonra bir yolunu bulup tekrar toprak üstüne çıkacaklardı. Bir kısmımız ise toprağın yüzeye yakın bölümünde kalacak ve bitki köklerini beslemekle görevli olacaktık. Bense daha heyecanlı bir yolculuğa başlıyordum. Buz kristali formumdan tekrar sıvı formuma dönüşür dönüşmez duyduğum bir gürültüyle şaşkına döndüm. Benim gibi katıdan sıvıya form değiştirmiş arkadaşlarım üzerime doğru akmaya başlamıştı. Kaçacak ne bir yerim, ne de zamanım vardı. Beni de aralarına kattıkları gibi gürültüyle akmaya başladık. Önümüze geleni aramıza katıyor, gittikçe artan miktarımız ve akış gücümüzle coştukça coşuyorduk. Ne olduğumu anlayamadan kendimi çağlayarak akan bir nehirde buldum. Müthiş bir gürültüyle çağlıyorduk. Biz kendi aramızda keyiften kahkahalar atıyorduk diyebilirim, ama muhtemelen bu ses sizin kulaklarınıza su şakırtısı olarak gelirdi. Yaşadığım duyguyu size nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum da sanırım sizin lunaparklarınızda bindiğiniz roller coaster’larda yaşayabileceğiniz bir histi benimkisi diyebilirim. Çok mu tepelerden aşağıya iniyorduk, yoksa bizi biri büyük bir güçle itiyormuydu, anlayamıyordum. Her an yüreğim ağzıma geliyor, bir heyecan dalgasına binmişiz gibi çığlıklar ata ata hızla akmaya devam ediyorduk. Uzunca bir süre bu hızla çağladık, çağladık. Yavaş yavaş duyduğum gürültü azaldı, hızımız yavaşladı. Attığımız kahkahalar yerini tebessüme bırakmış gibiydi. Artık etrafımı görebileceğim kadar yavaşlamıştık. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Ya da kim olduğumu…



Gitgide incelen bir nehir yatağındaydım. Tabi ben de nehir olmuştum. Aktığım yol zaman zaman daralıyor, bense sağlı sollu kayaların, taşların üstünden geçip tekrar genişleyen yatağımda akmaya devam ediyordum. An oluyor heyecana geliyor, deli gibi akmaya başlıyordum; an oluyor sakinleşip etrafımı uzun uzun seyrederek anın tadını çıkarıyordum. Yağmurlar yağıyor, yeni katılan su damlalarını sevgiyle karşılıyor ve daha da coşkuyla akmayı sürdürüyordum. Bir ev sahibi olarak içimde konaklayan balıkları önüme katıyor, onların besin arayışlarını kolaylaştırıyordum. Coşkunluğumun sakinliğe dönüştüğü zamanlarda ise en küçüğünden en büyüğüne kadar çeşit çeşit canlıların kuruyan dudaklarını ıslatıyor, onların sakince bana doğru eğilip suyumdan içmelerine izin veriyordum. Ben kimi zaman suyumdan içen bir ceylan, kimi zaman çirkin bir ördek yavrusu oluyordum. Çünkü onların akislerini üzerimde taşıyor, bir ayna görevi üstleniyordum. Bir zaman böyle aşkla aktım durdum. Bir yerde yatağım farklı kollara ayrılacaktı. Bu kollardan biri ilerdeki açık denizle birleşiyor, diğeri incecik bir yolda akmaya devam ediyor, bir diğeri ise vadide toprakla birleşiyordu. Öyle uzun bir süredir coşkuyla akmıştım ki toprağın sakin ev sahipliği bana çok çekici gelmişti. Yollardan vadiye çıkan yola karar kıldım ve usulca nehir yatağımdan ayrılarak kıyıya çıktım. Islaktım, yorulmuştum. Toprağın kadifemsi tenine nazikçe dokundum. Tam ondan beklediğim gibi tepki verdi ve beni içine kabul etti. Toprağın zerreciklerinin arasından usulca içeriye sızdım. Toprak önce hiddetle kabardı, kabardı sonra sakinleşip beni sıkıca bağrına basıp içeriye çekildi. Toprakla artık hem dem olmuştum.



Gün ışığından bir süre uzak kalacaktım belki ama toprağın karanlık ve sıcacık yapısı hoşuma gitmişti. Sanki kilometrelerce yol aşmış gelmiş bir yolcuydum da toprak da benim hancım olmuştu. Bir evin sıcaklığı vardı onda. Bir kar kristaliyken iyi ki onu donmaktan korumuşum diye düşündüm. Az önce üstündeydim, ama şimdi benim evim oluvermişti. Tahmin edeceğiniz gibi bu evde yalnız değildim. Hatta epey kalabalıktık diyebilirim. Kısaca sizin bir gram diye ölçülendirebileceğiniz bir miktar toprağın içinde milyonlarca çeşittik diyebilirim. Yüzeyin on ya da yirmi santimetre kadar altında çürümüş bitki kalıntıları bile vardı. Yani tarımdan anlıyorsanız şayet bizim için kesinlikle verimli bir toprak nitelemesi yapabilirdiniz. Hareket hiç kesilmiyordu burada. Giren çıkan belli değildi. Kimi yuvasına ulaşmak için yiyeceğini yüklenmiş önümden geçiyor, kimi çürümüş tohumları top yapmış yuvarlıyordu. Yan gelip yatan kimse yoktu. Bir hareket, bir hareket… Daha derinlere gidip oraları keşfetmelimiyim acaba diye düşünürken birden bakışlarımı yukarıya doğru çeviriverdim. Bütün sakinliğiyle köklerini bana doğru uzatmış, incecik kök tüyleriyle bana “gel, gel” diye seslenen bir bitkiyle göz göze geldim. Onu beslememi istiyordu. Ne de olsa içimde sayısız mineral, tuz, organik ve inorganik madde taşımaktaydım. Bu güzel bitki için mükemmel bir besin kaynağıydım. Bana doğru uzanmış kök tüylerine doğru bir hamle yaptım. Öyle yumuşacık, öyle dostça ve sakince beni içine aldı ki bir anda onun incecik köklerinden içeriye doğru emilirken buldum kendimi. Bu bitkinin adının ne olduğunu henüz bilmiyordum. Ama artık ben, o olmuştum. Kendimi tamamen onun ellerine bıraktım. Emiliyor, ve yavaş yavaş olduğum halden başka bir hale dönüştüğümü hissediyordum. Gözlerim karardı, kendimden geçtim.



Güneş tam tepemde ışıl ışıl parıldarken gözlerimi açtım. Olağanüstü bir gün başlıyordu ve kendimi muhteşem hissediyordum. Nerede ve kim olduğumu keşfetmek için sabırsızlanarak etrafıma baktığımda birden yerden çok yüksekte olduğumu fark ettim. En son hatırladığım şey toprağın sıcacık bağrında oluşumdu. Şimdi ise topraktan epey yukarılardaydım. O da ne? Neredeyse dört-beş metre uzunlukta bir gövdesi ve sağa sola yayılmış belki yüzlerce dalı olan bir ağaç olmuştum. Boy ve endamıma bakarken kendime hayran olmuş, dallarımı kıpırdatırken çıkan yaprakların hışırtı sesi beni kendimden geçirmişti. Başım bulutlara o denli yakın, köklerim ise toprağa o denli kuvvetlice bağlıydı ki… Ne olmuştu da bir bitki kökü için küçücük bir besinken birden koskocaman bir ağaca dönüşmüştüm?
“Muhteşemiz değil mi?” diye soran bir sesle kendime geldim. Ses, üzerimdeki sayısız yapraktan birinden geliyordu.
“Gerçekten öyle!” diyebildim.
“Hala nasıl oldu da bu hale dönüştüm diye soruyorsun sanırım…” dedi yaprak. “Hemen söyleyeyim: Sen, cansın! İçine girdiğin şey, sen olur; ve sen de o olursun. Sen, nefessin. Üflendiğin yere hayat verirsin. Sen, bilinçsin. Hem yaşayan, hem yaşatansın. Sen, sonsuz bir yolculuktaki yolcusun, ama hancısın da aynı zamanda. Bilmem anlatabildim mi?”
Bu karmaşık cevabın üzerine herhangi bir soru yöneltseydim eğer, “soru da sensin, yanıt da..” diye cevap almaktan korkup bir şey soramadım. Her şeyi birebir hissediyordum. Köklerimin topraktan suyu emişini, emilen suyun müthiş bir basınçla hem de yer çekimine ters bir kuvvetle yukarıya doğru çekilişini, gövdemden dallarıma, dallardan yapraklarıma, yapraklardan her bir kılcal damara kadar ulaşışını ve cana geldiğimi hissediyordum. Güneş ışığını ve havadaki karbondioksiti yapraklarımda açılıp kapanan gözenekler vasıtasıyla içeri alıyor, besine dönüştürüyordum. Peki ama ben yaprak mıydım, dal mı, yoksa gövde miydim? Az önce konuşan yaprak düşüncelerimi okumuşcasına “Hepsi!” dedi. “Sen bu dediklerinin hepsisin.”



Evet, öyleydim. İhtişamıma hayret ederek rüzgarla oynamaya başladım. Rüzgar yapraklarımın arasından dolanıyor, dallarımı çekiştiriyor, ben de onu yakalamaya çalışırcasına kıpır kıpır kıpırdanıyordum. Üzerimden kuşlar uçuşuyor, dallarımın arasında yuvalarını yapıyorlardı. Başımın üzerinde dolanıp duran bulutlarla olduğu kadar ayaklarımı gıdıklayan toprakla da sürekli ve kesintisiz bir iletişim halindeydim. Biliyordum ki ben olmasam, onlar da olmazdı; ne de onlar olmasa ben olurdum… Dallarımın arasında mevsimden mevsime değişim geçiren yapraklarım, kah döküldü, kah yeniden filizlendi. Yağmur damlaları üzerimde birikti, rüzgar saçlarımı okşadı, soğuklar beni kendime getirdi, güneşin dost ışığı beni teselli etti. Dallarımın arasında serpiştirilmiş gibi duran silindirik meyvelerim kuşları besledi. Bir sabah gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Bulutların bir o yana bir öteki yana hareket edişlerini, kuşların kanatlarını süze süze özgürce uçmalarını seyrettim. Öyle uzun bir süre seyrettim ki ben de göklerde olup, uçabilmeyi istedim. O sırada dallarımın arasında küçük gagasıyla meyvelerimden birini didikleyen küçük bir kuş vardı. Meyveyi dalından koparıp yere düşürmeye çalışıyordu. Biraz iteledi, biraz salladı, biraz çekiştirdi. Derken meyve, dalından usulca ayrılıp aşağı doğru düşmeye başladı.



Başıma aldığım sert bir darbeyle “Ahh!” diye bağırdım. Gözlerimi açtığımda heybetli bir ağacın gövdesinin dibinde kendimi yatarken buldum. Ağaca gözlerimi dikmiş bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştığım sırada üzerime ince gagasıyla bir kuş eğildi. Önce bir gaga darbesiyle beni bir metre ileriye yuvarladı, sonra arkamdan gelip beni gagalamaya devam etti. Üzerimi kaplayan kahverengi kabuğumu soymaya çalışıyor, bunu yaparken de kabuğumun iyice çatlayıp kırılması için gagasıyla beni alıp alıp yere fırlatıyordu. Buna ne kadar dayanabilirdim ki? Nihayet “Çat!” sesiyle kabuğum kırıldı. Yumuşak hareketlerle demek ne mümkün, son derece saldırgan ve aceleci hareketlerle kabuğumu üzerimden aldığı gibi beni tek lokmada midesine indirdi. Kısacık bir süre önce heybetli bir meşe ağacıyken, şimdi bir meşe palamudu olarak bir kuşun midesine inmiştim. Tek kelimeyle heyecan verici bir yolculukta olduğum kesindi. Tahmin edeceğiniz gibi yine gözlerim karardı, kendimden geçmişim.



Duyduğum en güzel seslerden biriyle söylenen büyüleyici bir şarkıyla kendime geldim. Bu nasıl bir müzik, nasıl bir şarkı diye sorsanız kesinlikle bilmiyorum. Müziğin seslere, sözlere ve kelimelere ihtiyacı olmaksızın doğrudan içinize hitap eden bir yanı vardır ya! İşte böyle içimi ısıtan bir müzik sesiyle gözlerimi açtım. Yapraklardan, otlardan, saptan ve samandan yapılmış bir yuvada kanatlarımı iki yanıma salmış oturur halde durduğumu fark ettim. Duyduğum ses, yanımda durarak beni gagasıyla öpücük yağmuruna tutan erkek kuşun söylediği şarkının sesiydi. Anlaşılan o ki bir palamutken, midesine girdiğim küçük kuş için can olmuş ve bir kez daha ben o, o da ben oluvermiştik. Bu güzel sesli erkek kuşa yaklaşıp da neler olduğunu sormak isterken yerimden kımıldayamadığımı fark ettim. Hayır, aslında kımıldayabilirdim kımıldamasına ama üzerinde oturduğum şeyin üç küçük yumurta olduğunu görmemle üzerine tekrar oturmam bir oldu tabi. Evet,ben şimdi dişi bir kuş olmuştum. Üstelik yavruları için kuluçkaya yatmış dişi bir kuş… Eşim sevgi dolu nağmeleriyle beni besliyor, ben de vücut ısımla ısıtıp koruduğum yavrularımın yumurtadan çıkmalarını bekliyordum. İçimde onlara karşı duyduğum müthiş bir sevgi ve koruma iç güdüsü vardı. Her güne cıvıldayarak başlıyor, kim bilir bu hangi dağın bu hangi yamacında kurmuş olduğumuz yuvamızda evrene duyduğumuz büyük güven ve bağlılıkla yaşamaya devam ediyorduk. Yumurtaların çatlama zamanının geldiğini seziyordum. Bir sabah yavrulardan biri, içinde bulunduğu kabuğu çatlatarak başını dışarıya, yaşama doğru uzattı. Sonra bir diğeri, ve diğeri de… Yuvamız daha da şenlendi, ama sorumluluğumuz da arttı tabi. Artık ben de yuvadan çıkıp yemek aramaya gitmeli ve yavrularımıza yiyecek getirmeliydim. Ben yuvadan çıkıp yiyecek aramaya gittiğimde eşim yavruların başında bekliyor, o gittiğinde ben yavrularla birlikte yuvada kalıyordum. Yuvamızdaki neşeli şakımalarımız hiç kesilmedi. Biz her güne mutluluk ve güvenle başlıyor, akşama her birimiz doymuş bir mideyle günü bitiriyorduk. Yaşamımıza hakim olan tek şey sevgiydi. Korkumuz, endişemiz yoktu hiçbir şeyden, ve hiç bir şeyle kavgamız da yoktu. Hele yuvamızdan bir sıçramayla kendimizi mavi göklerin uçsuz bucaksızlığına bıraktığımız anlar yok muydu? Kanatlarımı iki yanıma açıp boşluğun güvenli kollarına kendimi bırakıyor, rüzgarın ve hava akımlarının oyunlarıyla kanatlarımı bazen ardı ardınca çırpıyor, bazense havada asılı kalmış gibi kıpırdatmadan öylece uçuyordum. Bulutların içinden geçiyor, yağmur damlalarını yakalamaya çalışıyordum. Gözüme iyi bir besin olarak görünen her şeye balıklama dalıyor, en keskin avcılara taş çıkartıyordum. Aşağıda gördüğüm dünya benim için vardı, içinde yükseldiğim bu gök de benim içindi. Bunu düşünerek mutluluğa kanat çırpıyor, özgürlüğün tadını her anımda çıkarıyordum. Yine bu düşüncelerle rüzgarın sırtına binip bulutlarla oynadığım bir gündü. Muazzam güzellikteki yemyeşil ağaçların, aralarından gürül gürül akan çağlayanların ve nehirlerin olduğu ormanlık bir alanın üzerinden uçuyordum. Ne yere çok yakın ne de çok uzakta olan bir aralıkta süzülüyordum. Bir an için kanadımda derin bir acı hissettim. Dengem bozulmuş, yalpalamaya başlamıştım. Ne kadar çabalasam da havada tutunamıyor, yer çekimi denen şaşırtıcı gücün etkisiyle ilk defa tanışıyorcasına yere doğru düşüyordum. Tek kanadımla çabalamanın bir faydası yoktu. Büyük bir gürültü, şiddetli bir çarpma, salyalı bir ağız tarafından yakalanış ve… Karanlık…



Bir avcının tüfeğinden çıkan kurşunla yaralanmış, sadık bir av köpeğinin ağzında ateşin yanında bekleyen avcılara götürülmüş ve kor bir alevde mis kokular saçarak pişmiş ve afiyetle yenen bir akşam yemeği olmuştum. Size “yok olmakla ilgili ne biliyorsunuz ki” diye sormuştum değil mi?



Tekrar kendime geldim. Kim bilir bu defa neredeydim, kim ve ne olmuştum? Bu yolculukta bir “son” olmadığını biliyordum. Hep ve sadece olmuş olan biri için “var olmak” ve “yok olmak” kavramları çok anlamsızdır. Ben sadece Ol’mayı biliyordum. Sabırsız gözlerle etrafıma göz gezdirdiğimde son derece hareketli bir yerde olduğumu gördüm. Bu yer için karanlık bir yerdi diyemem. Çok büyük, muazzam bölmelerle ayrılmış bir odacıktaydım şimdi. Bulunduğum yer mi çok büyüktü yoksa milimetrenin yüzde biri büyüklüğünde olan bana mı öyle gelmişti? Ama kesinlikle çok kalabalıktık. Ama öyle böyle bir kalabalık değil. Belki de yüz milyonlarca kadardık. Büyük bir yarış olacağı haberi kulaktan kulağa geziyordu. Yüz milyonlarca olan hepimiz bu yarışa katılacaktık. En dayanıklı, en sağlam ve en güçlü olan bin kadarımız varılacak yere varabilecek, ama onların da içinden yalnızca bir tanesi büyük ödülü alabilecekti. Tuhaf bir görünüşüm vardı. Başımda özel yapılmış koruyucu bir zırh taşıyordum ve boynumdan aşağısı bir balığınki gibi kuyruk şeklindeydi. Başımızdaki zırh çok önemliydi. Başlarımızda çok değerli bir hazine taşıyorduk ve amacımız bu hazineyi hedefe ulaştırmaktı. Yani milyonlarca olan hepimizin görüntüsü bu şekildeydi. Yarışma büyük bir heyecan ve coşku dalgasıyla başladı. Müthiş bir kalabalıktık, müthiş bir heyecan vardı. Hepimiz birden bir yöne doğru yüzüyorduk. Her birimiz kazanan olmak için azimli ve hırslıydık. Bu yarışma belki de saatlerce devam edecekti. Burnumuza gelen mükemmel bir kokuyu takip ederek hedefe doğru yüzüyorduk. Bu kokuyu tarif edemem ama kokunun kaynağına ulaşmak için hepimize büyük bir arzu, azim ve hırs verecek kadar güzel bir kokuydu bu. Yüzdük, yüzdük, yüzdük. Süre uzadıkça sayımız azalmaya başlıyor, yeterince gücü kalmayanlar yarı yolda yarışı bırakıyorlardı. Yarışta kalanların sayısı gittikçe azaldı, azaldı. Şimdi sayımız gerçekten de bin kadardı. Kalanlar en güçlü ve en dayanıklı olanlardı anlaşılan. Tabi ki ben de içlerindeydim. Şimdi yapmam gereken tek şey “en hızlısı” olabilmekti. Kokunun kaynağına çok yaklaşmıştım. Mümkün olduğunca hızlı yüzmeye çalışıyordum. Neredeyse başa baş gittiğim birkaç kişi daha vardı. Hedef, önümüzde belirmişti. Artık gücümü son zerresine kadar zorlamalı ve hedefe hepsinden önce varmalıydım. Kuyruğumu son bir çabayla sallayarak hızımı arttırdım. Artık hedefe ulaşmam ve onun içine girmem an meselesiydi. Orada büyük ödül vardı. Kazanan tek bir kişi olacaktı. O muhakkak ben olmalıydım. Tek düşündüğüm buydu. Gücümün tümünü kullanarak diğerlerini geçtim ve başımı hedef alanın içine soktuğum anda kuyruğumu dışarıda bırakarak giriş bölgesini kapattım. Artık içeri benden başka kimse giremezdi. Kazanmıştım, başımdaki zırh şişti ve içinde taşıdığım bütün hazineler, yani genetik şifreler ve kozmik bilgiler içeriye boşalıverdi. Artık burası bir mucize odası, ben de mucizenin adıydım.






***






Bir kış sabahı gözlerimi keyifle açtım, derin bir nefes alarak uzun uzun gerindim. İşte yeni bir gün daha başlıyordu ve bugün doğum günümdü. Parlayan güneşe rağmen havada keskin bir soğuk, yakıcı bir ayaz vardı. Pencereden gökyüzüne doğru baktığım da döne döne aşağıya inen lapa lapa kar tanelerini gördüm.



Yüz milyonlarca sperm tanesinden birinin yumurtaya ulaşıp yumurtayı dölleme yarışmasının sonunda mucize gerçekleşmiş ve safhadan safhaya geçen bir hücre parçası bir insan bedenine dönüşmüştü. Bugün ben soluk alan, bakan, gören, düşünen, hareket eden, seven bazen de nefret edebilen bir insan olmuştum. Ben sonsuz bir yolculukta halden hale geçen, yaşamın ve zamanın nabız atışıydım. Havadaki buluttum, bir damlacık suydum, öten kuştum, düşen yapraktım… Kabaran toprak, kök salan bitkiydim. Uçan kuş, esen rüzgardım. Ben, tüm yaşamın var oluş sebebiydim. Kesinlikle sonu olmayan süresiz ve sürekli bir yolculuktaki yolcuydum, gezgindim. Her şeyin içindeki bilinçtim ben.
Ben yaşamın kendisiydim.



Bu hikayenin bir sonunun olmayacağını anladınız değil mi? Her şeyin başladığı bir “başlangıç noktası” olmadığı gibi her şeyin son bulacağı bir “yok oluşun” da bulunmadığını anladınız mı? İşte hikayemiz böyle, ne hikaye ama…!





Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sohbet

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Galaktik Irk
"Bir"in Hikayesi
Kalem
Mevlana'ya Mektup 1
Başlıksız
Mevlana'ya Mektup 2

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Bugün [Şiir]
Sözün Yoksa Sus,söyleme! [Şiir]
Kırklar Diyarı [Roman]
İnanmak mı? Bilmek mi? [Roman]
İsrafil'in Aynası [Roman]
Bir - Arka Kapak [Roman]
Tuğra [Roman]
Ah Mine'l Aşk ve Şikayetname [Deneme]
Mevlana'ya Mektup 3 [Deneme]
Bir Şehr-i Gül,ki Adı İstanbul [Deneme]


Şebnem Pişkin kimdir?

Damarlarım attıkça, canım bedenimde oldukça kaçmadayım. İnsanın kendinden kaçıp kurtulması kolay olur mu? Başkasından kaçan, ondan uzaklaşınca ondan kurtulunca kaçmayı bırakır, olduğu yerde durur. Ben ise hem kendimin düşmanıyım, hem de kendimden kaçıp kurtulmak istiyorum. Kaçarken kendimi de beraber götürdüğüm için kendimden kurtulmama imkan yok. Bu yüzdendir ki benim işim kıyamete kadar kaçmaktır, kaçmaktır, kaçmaktır. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Mevlana,Nietzsche,Kryon,Halil Cibran,Hayyam,Drunvalo Melchizedek


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Şebnem Pişkin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.